Sorular

Vahidiyet-Ehadiyet-Vahdaniyete Dair – II

RİSALE OKUMALARIM esnasında en ziyade dikkat etmeye çalıştığım hususlardan biri, hangi kelimenin hangi anlama tekabül ettiğini; ona çok benzeyen, zaten genelde aynı anlamda kullanılan kelimeler arasında nasıl bir farkın ve bağın olduğunu kavramaktır.

Meselâ hamd ve şükür, ikisi de Kur'ân'da geçen ve Risale-i Nur'un ikisini de muhakkak vurguladığı kelimeler iken; şayet zihnimize gelen "Hamd ve şükür arasında bir fark var mı?" sorusuna, bir radyo programında Risale-i Nur adına konuşan birinin yaptığı gibi "Yok. İkisi de aynı manaya geliyor" cevabını veriyorsak, çok önemli bir Kur'ânî nüansı, peşisıra Risale-i Nur'u anlamada çok önemli bir ipucunu kaçırmışız demektir. Ama, şöyle azıcık bir tefekkür duasında bulunsak; ve kelime karşılığı itibarıya 'övgü' ve 'övme' anlamına gelen 'hamd'in şükrün özü ve önsözü olduğunu kavrasak, herşey bambaşka olacaktır. Kur'ân'a 'başlangıç' olan ve her gün en az yirmi defa tekrarlanması mü'mine vacip olan Fâtiha'nın niye 'hamd'i Allah'a mahsus kılarak başladığı çok daha kolaylıkla anlaşılacaktır. İnsan, 'övgü'ye değer bulmadığı birşey için teşekkür edebilir mi? Demek ki, şükre giden yol hamd ile başlamakta; hamd ise, varolan her bir şeyin varoluşundaki eşsizliği ve kemali görmenin, yani tefekkürün meyvesi olarak gelmektedir.

Buna mümasil bir dizi 'aynı' zannedilen farklı, ama birbirine bağlı kelimeyi sıralamak mümkün: ubudiyet-ibadet, ümmîlik-cehalet, şuur-akıl, Hâlık-Hallâk, ebedî-sermedî gibi. Bu kelimeler, aradaki nüans kavranmadan 'aynı şey' diye geçildikçe, birçok anlam kapısı bize kapalı kalacaktır.

Bir önceki yazıda sözü edilen ağır ve uzun soruda geçen 'külliyet' kelimesi de işteböylesi kelimelerdendir. Nedir bu külliyet? Küll oluş mudur; küllî oluş mu? Beraberce Risale-i Nur'un okunduğu bu ortamda böyle bir soru ortaya atıldığında, ihtimal ki, bunu lüzumsuz bir fazlalık gibi görenler olabilir. Oysa, bu soru sorulmadan 'külliyet'i, 'külliyet'in hangi adrese yöneldiğini kavramadan ise ilgili cümleyi, bahsi, hatta bütünüyle Risale-i Nur'u kavramak imkânsızdır.

Zira, insan külliyeti küll oluş olarak anlarsa, âfâkî tefekkürde berzahlardan kurtulmak için bulabileceği yegâne yol, kâinatı aradan çeken 'vahdet-i vücud' veya 'vahdet-i şuhud' yolu olacaktır. Zira, "İkinci Şua"nın hem en ağır, hem de en kritik paragrafını, buna rağmen, aktaracak olursak:

"Tevhid sırrıyla, şecere-i hilkatin meyveleri olan zihayatta bir şahsiyet-i ilâhiyye, bir ehadiyet-i Rabbâniyye ve sıfât-ı seb'aca manevî bir sîma-i Rahmanî ve temerküz-ü esmâî ve "iyyâke na'budu ve iyyâke nestaîn"deki hitaba muhatap olan Zâtın bir cilve-i teayyünü ve teşahhusu tezahür eder. Yoksa, o şahsiyet, o ehadiyet, o sima, o teayyünün cilvesi inbisat ederek kâinat nisbetinde genişlenir, dağılır, gizlenir. Ancak, çok büyük ve ihatalı, kalbî gözlere görünür. Çünki; azamet-i kibriya perde olur; herkesin kalbi göremez. . ."

Anladığım kadarıyla, âhiret kardeşlerimin dile getirdiği önemli açmazın düğümü, işte buradadır. Bu bahsin hemen akabinde ise, açmazın çözümüne dair manidar bir ipucu verilmektedir:

". . . deta o zihayatın masnuiyeti arkasında muktedir, muhtar, işitici, bilici, görücübir zâtın manevî bir teşahhusu, bir teayyünü imana görünür. Ve bilhassa, zihayattan insanın mahlûkiyeti arkasında gayet aşikâr bir tarzda o manevî teşahhus, o kudsî teayyün sırr-ı tevhid ile, imanla müşahede olunur."

Bu bahis, Kastamonu Lâhikası'nın baş taraflarında yer alan bir mektupla birlikte okunduğunda, bu iki yol ile kastedilen daha bir rahatlıkla anlaşılacaktır. Bu mektuba göre, 'tahkikî iman'a erişmenin iki yolu vardır: (1) "velâyet-i kâmile ile keşf ve şuhûd ile hakikata yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhudîdir." (2) İman-ı bilgayb cihetinde sırr-ı vahyin fezyizle, bürhanî ve Kur'ânî bir tarzda akıl ve kalbin imtizacıyla hakkalyakîn derecesinde bir kuvvet ile zaruret ve bedahet derecesine gelen bir ilmelyakîn ile hakak-i imaniyeyi tasdik etmektir."

Doğrusunu söylemek gerekirse, yazımda bu kadar iktibasa yer vermek istemezdim. Ama Risale-i Nur'un bir bahsinin bir başka bahsi nasıl açtığını; keza, bir bahsi 'dikk

at ve teennî' ile okumanın lüzumunu gösterme bâbında, bunu yapmayı gerekli buldum.

İkinci Şua'da sözü edilen 'kalbî gözler'den kastolunan, Kastamonu Lâhikası'nda sözü edilen birinci yolun mensuplarıdır. 'Şuhudî iman' yolu diye özetlenen bu yolun gerçekten ehass-ı havassa mahsus olduğu; bu yolun en büyük ismi Muhyiddin-i Arabî tarafından da ifade edilmiş; dahası, 'ehass-ı havass'tan başka ellere düştüğünde ne derece yanlış, dahası tam tersi anlayış ve yaklaşımlara mazeret edildiği, velhasıl 'riskli, dolayısıyla hususî' bir yol olduğu, İslâm tarihinin bilhassa son bin yıllık diliminde açıkça görülmüştür. Bu yolda, kâinatı 'şeffaflaştırmak'tan ziyade yok sayma cihetine gidilmektedir. Çünkü, "şuhud-u kevniye"leri "hükm-ü imanî"leri ile çelişebilmektedir (bkz. Yirmidördüncü Söz, İkinci Dal).

İkinci yol, ne birincisi kadar zor ve riskli, dolayısıyla ne de o kadar hususîdir. 'Gaybî iman' yolu diye özetlemenin mümkün olduğu bu yol, İkinci Şua'dan yapılan ikinci iktibasta görüldüğü üzere, kâinatı şeffaflaştırır, yok etmez. Kâinat gene vardır, ama şeffaflaşmıştır; ve meselâ tek bir zîhayatın, hususan bir insanın yaratılışının arkasında, onu var eden, onda tecellî eden esmâ-i hüsnânın ve sıfât-ı kudsiyenin sahibi olan bir Zât-ı Zülcelâl'in varlığını imana göstermektedir. Bunun anahtarı ise, 'küllî' bir nazara sahip olmaktır. Kâinat küll'ünün her bir cüz'üne, bir 'küllî' nazarı ile bakabilmektir. Tek bir çiçeğe bakıp, o çiçeğin varolması için zerreden galaksilere tüm kâinatı istihdam eden bir Zât-ı Zülcelâl'i tanımaktır. İşte, 'ehadiyet' nazarı budur. Bu nazarla, âlemde her bir şey, 'bütün eşyayı kendi Hâlik'ına verir.' (bkz. Yirmialtıncı Mektup, Dördüncü Mebhas, Dördüncü Mesele).

Küllü kavramak zordur; bir anda herşeyi ihata etmeyi gerektirir. Küllî olanı kavramak ise kolaydır; zira, kendisi tek bir şey, meselâ küçük bir sinek olduğu gibi, bütün kâinatla da alâkadardır. Böylece, insan, hayatının her anında muhatap olduğu her bir şeyde herşeyin Hâlikını tanımaktadır.

Sorulan meselenin bir derece açıklığa ve çözüme kavuştuğunu sanıyor; bir sonraki yazıyı biiznillah 'reşha' mesleğine hasrederek bu konuya bir hâtime vermek istiyorum.

  01.01.2003

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut