Seminerler

 Bireyin kendini özne olarak inşası sürecinde bireysel kimlik kollektif kimlik etkileşimi

Gıyasettin Ekici

Aile içinde, sınıfta, dernekte, cemaat ya da cemiyet içinde bireylerin özne olmaları, özerk kimliklerini geliştirmeleri ve kendilerini koşulsuz ifade etmeleri teşvik edilmedikçe, yetkin ve özgürlükçü, katılımcı (demokrat) bir kültür kimliğinin oluşması da mümkün olmayacaktır. Böyle bir kültürün gelişmesi ve yerleşmesinde, her düzeydeki her bireye ve oluşuma ‘kendi evinin önünü süpürmek’ görevi düşer.


ÖNSÖZ:

Bir analist “Söylediklerimiz bilmediğiniz şeyler değildir, ama bildiğiniz şeyler de değildir” der. Benim söyleyeceklerim, bilmediğiniz şeyler de olmayan şeyler. Öyleyse neden bunları sizinle paylaşma ihtiyacı hissettim diye düşündüğümde ise şu cevabı bulabildim: Bazen yeni olan, eski ve bilindik bilgi parçalarının biraraya gelişindeki terkipte ortaya çıkar. Ve yeni terkiplerin, yeni düşünce uyanışlarının ortaya çıkması için insan zihinlerinin birbirlerinin kör noktalarını aydınlatarak, yanlışlarını eleyip doğrularını pekiştirerek ortak üretimler meydana getirmesi en sağlam yollardan biridir.

Hayat pratiğimizde, günlük yaşantımızda önemli izdüşümleri olduğunu düşündüğüm bir konu bu. İçinde yaşadığım toplumun insan malzemesinin iyi olmadığını hep düşündüm. Sonra bunun nedenleri üzerine düşünmenin, bir mum yakmanın gerekliliğine inandım ve bu sunum da bu çabanın bir parçası. Önemli olmasının nedeni şu: İnsanın niteliksel değeri ve bu değeri yükseltme çabası, bir başka ifadeyle tekemmülü, kendisiyle ilişkili olan herşeyi önceler. Ruhsal ve zihinsel gelişim, biyolojik, yani bedensel gelişimden daha karmaşıktır ve ondan farklı olarak kendi kendine gerçekleşmez. İnsanın kendi çabasını da gerektirir. Etrafımıza baktığımızda, ilişkilerimizi gözden geçirdiğimizde ise iletişim içinde olduğumuz insan kitlesinde (piyasa diliyle insan malzemesinde) bu değerin eksikliğiyle ilintili sorunların olduğunu görürüz.

Düşüncelerimi paylaşırken somut ve yaşantısal olana vurguyu kaydırmak ve hipotetik tartışmalardan uzak kalmak için teknik bir dil kullanmaktan uzak durmaya çalıştım. Bu nedenle de etimolojik nüanslarda oluşabilecek kayıpları, hatta hataları gözardı ederek daha çok ‘anlam ve yorum’ üzerinde durmanın yararlı olacağını düşündüm.

Böylece Kartezyen dualizmin uzantıları olarak ortaya çıkan ‘bilen özne’–‘bilinen nesne,’ zihin-beden, açıklama-anlama, yapma-bilme, evrensel olan-tikel olan vb. kutupsallıklara ve aralarındaki diyalektiğe zorunlu oldukça değindim.

Bir kavramsal çatı veya paradigma ile kendimi sınırlamak istemememe rağmen bu yaklaşım biçiminin dasein analitik yaklaşıma yakın olduğunu belirtmek isterim. Dasein analitik düşünce, bizi öngörülmüş, hazır reçete haline getirilmiş bir kavramsal çatıyı benimsemeye zorlamaksızın, verili fenomenlerin mutlak gerçeğinden yabancılaşmış ‘bilimsel’ soyutlamalar, türetmeler, açıklamalar ve hesaplamalar içinde yitip gitmeksizin, gözlemcinin dolaysız gözlemlediği şeyle başbaşa kalmasını öngörür. Dasein analisti görüş alanına giren herşeyi belirli hipotezlere, önkabullere göre değil, gerçekte en yalın halleriyle nasıllarsa öyle—dolaysız—tanımlamaya ve açıklamaya çalışır. (Bu dolaysızlığın sonucu olarak bilen-bilinen, özne-nesne içiçe birbirini tamamlar ve ayrılamazdır; ancak konunun bundan sonrası artık yukarıda tanımlanan sınırların dışına taştığı için buraya girmeyeceğiz.)

Bu anlamda şunu belirtmem gerekir: Birçoğumuz özne, öznellik, özne olma vs.den söz edildiğinde sevimsiz, fazla iddialı, benliğin fazla vurgulandığı bir hava hisseder ve temkinli yaklaşırız. Ancak, benim burada ‘özne olma’ derken kendi adına ve kendini mutlak bir merkez kabul ederek ‘bir küçük tanrı’ olmayı kastetmediğimi belirtmem gerekir. Burada, ‘özne olmak’ derken, adalet ve gerçeğe—hakikate—kendini katma ve kendisini merkezle olan ilişkisinde olması gereken yere taşıma konusunda aktif ve kararlı bir çaba içinde olunmasını kastediyorum.

Kimsenin efendisi olmak gibi bir niyetiniz yoksa, kimsenin kölesi olmamak konusunda da kendinizi daha güçlü ve kararlı hissedersiniz. Bu, kendi içimizde ve kendimize karşı dürüst olmanın—veya olmamanın—uzantısıdır. Yani, “Eğer gücüm varsa birileri bana köle olabilir, ben onların efendisi olabilirim” diye düşünüyorsak, bu, “Benden daha güçlü birileri olduğunda da ben onların kölesi olurum” şeklinde bir saklı kabulü içinde taşır.

Konu başlığının sıkıcı, sevimsiz, fazla akademik ve teknik olduğunun farkındaydım; ama özellikle tercih ettim. Burada bulunanların çoğu değişik derecelerde birtakım topluluklar, gruplar ya da cemaatlerle—yani kollektif yapılarla—bağlar taşıyor. Kollektif kimlik sosyal bir varlık olarak insanın zorunlu ihtiyacıdır çünkü. Ancak topluluk ya da cemaat yapıları içinde insanların bir tercihe zorlandıklarına hep şahit oldum. Bireyler kendisi olamamak ile cemaatin, grubun içinde (ya da üyesi) olamamak arasında bir tercihe zorlanıyorlardı. Böyle bir tercih zorunlu muydu, bireyler hem kendileri hem de o topluluğun bir bireyi ya da üyesi olarak var olamazlar mıydı? Ben böyle bir tercih konusunda bir travma yaşamadım, ancak burada bulunan ve bulunmayan birçok arkadaşımın bu süreç içinde travmatik yaşantıları olduğuna şahit oldum. Bunu önemsiyorum ve başlıkta buna atıf var.

Bir diğer husus, birçok yerde demokrasi kavramı geçiyor konuşmamda. Tamamında olmasa bile birçok yerde bu kavramı katılımcılık anlamında kullanıyorum; alternatif bir din gibi tanımlanan bir demokrasi anlayışı değil bu…

Özne-nesne ayırımı sadece aktif-pasif farklılığına dayanmaz. Belirleyicilik (inisiyatif) öznenin ikinci baskın özelliğidir. Öznenin fonksiyonları başlıca üç düzlemde ortaya çıkıyor: düşünce, duygu ve davranış alanları.

i. düşünsel düzlemde: tahkik

ii. duygusal düzlemde: vicdan

iii. davranış düzeyinde: irade

Öznenin işlevselliği: sorumluluk

Yukarıdaki şemada da görüldüğü gibi bu üç alanda da özne olmanın sonuç olarak ortaya çıkardığı şey, sorumluluktur. Şöyle de tercüme edebiliriz bunu: Kişi kendini ne kadar özneleştirmişse o kadar sorumluluk yüklenmiştir ve bu kaçınılmazdır.

Demokrasi ve özne ilişkisi:

Belli ilkeler etrafında temellenmiş olan liberal demokrasiler artık birçok nedenden ötürü sorgulanıyor ve yetersiz bulunuyor. Katılım, çoğulculuk, kamusal ve özel alanın ayrışması, farklı taleplerin birarada karşılanması, iradî kimlik seçimlerinin özgürce yapılabilmesi, temsil gibi olgular karşısında klasik liberal demokrasiler cevap vermekte zorlanıyor. Bütüncül toplumsal yapıların parçalanması, cemaatçilik dayanışmalarının giderek güç kazanması, teknolojik gelişmenin gerek birey olarak insanı, gerekse toplumları doğrudan etkilemesi bu süreci hızlandırıyor. Siyasal sistemin meşruiyeti sorununu gündeme getiren bu gelişmeler yeni bir demokrasi anlayışı arayışlarına yol açıyor. Ve bu sorgulama ve yeniden yorumlama süreci sadece demokrasi kavramını değil, onunla ilişkili ve onun çevresinde yer alan bir dizi kavramı da yeniden anlamlandırma eğilimi taşıyor.

Liberal demokrasinin ulusçuluk bağlamında pekiştirilmiş dokusu, aslında bir-örnekleştirme beklentilerinin bir uzantısıdır. Bir-örneklik ise, daha başlangıçta dışlayıcıdır. Kendi dışındakini ortadan kaldırmaya kararlı bir mantığı içinde taşır. Çoğunluk da son kertede bir-örnekliğin bizatihi kendisidir. Bu nedenle klasik liberal demokrasilerin çoğunluğun azınlık haklarını gözeten bir yönetsellikle bütünleşmesi, gerçekleştirilememiş bir ilke olarak kalmıştır. Tersine, demokrasiler zaman içinde bir tür çoğunluk diktatoryasına dönüşmüştür (Connoly, 1997). Yeni demokrasi önerilerinin kendisini en çok gösterdiği düzey de budur.

Demokratik rejimin normatif altyapısı olan insan hakları ve onun şemsiyesi olan hukuk devleti kavramları da yeniden yorumlanmaktadır. Artık hukuk devleti için ne sadece demokratik hukuk devleti, ne de sosyal hukuk devleti boyutları yeterli görülmemektedir. Bunlara ‘hukuk toplumu’ boyutunun eklenmesi, hukuk devletini temellendirmek için zorunlu görülmektedir. Bu boyut ise kuşkusuz toplumu oluşturan bireylerin tek tek dönüşümü ve değişimine tekabül eden bir hazırlık sürecini işaret ediyor. Bu noktada ortaya çıkan kavşak, siyasî, toplumsal, bireysel-ruhsal dönüşümün birleştiği bir düğüm oluşturuyor. (Siyasal boyutuyla diyalojik demokrasi, toplumsal boyutuyla küreselleşme, ruhsal boyutuyla bireysel tercih zenginliği ve gelişme olanakları... (ve biraz olumsuz boyutundan da söz edersek; çelinebilirlik, dezenformasyon imkanlarının artması vs.)

Bireysel kimliğimizin, kolektif kimliğimizin bir parçası olması yerine kollektif kimliğimizin bireysel kimliğimizin bir parçası olması gerektiğini; kollektif kimliğin birinci durumda durağanlaşacağını, kalıplaşacağını, ikinci durumda ise canlı ve kendi kendini besleyen iç dinamiklere sahip olacağını düşünüyorum.

Modernitenin kendi varlıksal gerçeğini aşkınlaştırma eğiliminin bir sonucu olarak devlet aynı anlayışla pekiştirilmiş, yanısıra liberal yapılar içinde demokrasi de aşkınsal amaçsal bir anlam kazanmıştır (bir tür din hüviyeti kazanma…) Bu durum demokrasinin her bağlamda denetimden uzaklaşmasına yol açmıştır. Günümüz demokrasilerinin dayanması gereken en önemli ögelerden birisi, özne kavramına eklenmesi gereken özel alan olgusudur. Kamu alanının mümkün olduğunca daraltıldığı, buna mukabil özel alanın bütün imkanlarıyla zenginleştirilerek geliştirildiği bir süreç, yeni bir demokrasinin temel dayanak noktası olmaktadır. İnsanın özne olarak kendini yeniden konumlandırması ve demokrasinin özneler arası bir süreç olarak tanımlanması ile yeni demokrasi anlayışları ve önerileri ortaya çıkmaktadır böylece. Liberal demokrasinin bir üst projesi olarak görülen radikal demokrasi de bu çerçevenin kendisinde somutlaştığı bir anlayışı işaret etmektedir.

Buna paralel olarak Giddens’in ‘demokrasinin demokratikleştirilmesi’ olarak tasvir ettiği ‘diyalojik demokrasi’ projesi var. Bu proje kamusal alanda öteki ile karşılıklı tolerans içinde beraber yaşamanın tek aracının diyalog olduğunu varsayar. Bunu yaparken de ötekinin kim ve ne olduğuna bakmaz, dolayısıyla da Giddens’in deyimiyle fundamentalizmin tüm tiplerine karşıt bir konum alır (Giddens, 1994:115).

Diğer taraftan günümüzde özellikle teknolojik gelişmenin giderek güç kazanmasıyla birlikte yatay (özneler arası) etkileşimin hızlandığı biliyoruz. Bu süreç demokrasi kavramının ağırlığını, temsil kavramından kopararak doğrudanlık olgusuna kaydırıyor. Bildiğiniz gibi temsili demokrasinin gelişmesinin ana nedeni günümüz devletlerinde insan topluluğunun nicelik olarak büyüklüğü, ülkenin genişliği ve yönetici olmanın belli bir ehliyet ve liyakat gerektirmesinden dolayı doğrudan demokrasinin uygulanamamasıdır. Yönetimin ehliyet ve liyakat gerektirmesi bugün de geçerliliğini korumakla birlikte, insan sayısının fazlalığı ve ülkenin genişliğinin doğurduğu güçlük ve imkansızlıklar artık teknolojik araçlarla azaltılabiliyor, aşılabiliyor. Ünlü siyaset bilimci Sartori de, teknolojik olarak ‘referandumlu demokrasi’nin mümkün olduğunu belirttiği Demokrasi Teorisine Geri Dönüş adlı eserinde şunu söylüyor: “Referandumlu demokrasiden ,temsili demokrasinin yerini alan bir makrodemokrasi anlaşılmaktadır. Gerçi şu ana kadar böyle bir demokrasi yoktur, ama teknolojik bakımdan artık olabilir...”

Yine bildiğiniz gibi, yurttaşlık, erken modern dönemin ve siyasal sistemin öne çıkardığı, ulusçuluk akımına ulanmış bir kavramdır. Çoğu kez yukarıdan inme bir yaklaşımla ve bir üst yetke tarafından tanımlanmış olarak içselleştirilmiştir. Yurttaşlık bu özellikleri nedeniyle bir-örnekleştirme sürecinin ayrılmaz bir parçası konumunda kalmıştır. Hukuksal bir statü olmaktan ziyade, yasal bir statüye tekabül etmiştir. Siyasî temsilin işlemediği, egemenliği halka veren demokratik teoriye rağmen uygulamada gücün, halk adına hareket eden devlete ve bürokrasiye geçtiği görülmüştür. Michel Foucault’nun modern devleti tanımlamak amacıyla kullandığı ‘Panopticon’ metaforu ve “Modern iktidar büyük gözaltıdır” sözü bu noktadaki açmaza getirilen eleştiriyi ifade eder. Oysa yeni vatandaşlık anlayışı, tüm farklılıkları benimseyen, bunları içeren yeni ve katılımcı bir sözleşme mantığına dayanan bir süreci öne çıkarıyor. Bu yurttaşlık tanımının iki dayanağından birisi anayasallık kavramı, öteki ise katılımcılıktır.

Bugün artık siyasetin gerçek öznesinin sonradan kuruluş amaçlarına ters düşerek insana tahakküm eden siyasal kuruluşlar değil, bizzat insan olduğu kabul görüyor. Devlet kendisine atfedilen ‘kutsallık’ sıfatından, ‘insanüstü’ niteliğinden soyutlanıyor. Devletin, insanın refahı, güvenliği ve mutluluğu için insan tarafından oluşturulmuş bir kurum olduğu görüşü benimseniyor.

Bu süreçle bağlantılı olarak yönetişim (governance), uluslarötesileşme evresinde devreye giren ve odaksal devlet anlayışını çözen yeni bir kültür niteliği kazanıyor.

Bu değişim ve dönüşüm sürecinin nasıl yürüdüğüne baktığımızda şunu görüyoruz:

Otoritenin merkezsizleşmesi, öznenin ön plana çıkması, demokratikleşme süreçleri bir yandan üst yapılardan, devletten ve bürokrasiden birey psikolojisine doğru gelişirken bir yandan da bireyden, bireyin zihinsel yapısındaki hazırlıktan başlayarak aile, okul, çevre, iş, bürokrasi ve devlet katmanlarına doğru iki yönlü bir yapılanma, yerleşme, pekişme süreci içinde olgunlaşıyor. Bireyi demokrasinin nesnesi değil öznesi olarak gören yeni demokrasi anlayışında bireyden başlayan süreç öne çıkıyor. Bireyin demokrasinin ve siyasetin nesnesi değil öznesi olabilmesi için ise sadece üst kurumların onu özne olarak konumlandırmaları yetmez. Bu öznenin tanımına aykırıdır. Özne edilgin değil etkin olandır. Dolayısıyla bu sürecin gelişmesinde bireye düşen görevler de vardır. Yeni demokrasi tanımında sözü edilen ‘öznelerin eşit ve özgür uzlaşısı’ için tarafların kendilerini özne olarak kabul etmeleri ve dahası inşa etmeleri gerekir (yöneticinin kulu, tebaası vs. değil, belirleyici ve hür özneler). Bu özneler, kendi özgürlüklerini korumanın ötekinin özgürlüğünü korumaya bağlı olduğu bilincine ulaşmış (katılımcı demokratik anlayışı özümsemiş ve içselleştirmiş) bireylerdir. (Burada tanımlananır aşırı bireyleşme ya da atomizasyon olmadığını da belirtelim.)

Peki bu nasıl gerçekleşir, gerçekleşebilir?

Bu bireylerin kendi içlerindeki demokrat kimlik inşasında elbette ki kişiliklerinin şekillenmeye başladığı ilk çocukluk yıllarından itibaren yaşadıkları tecrübeler ve bu tecrübelerin ortaya çıkması sürecinde iletişim ve etkileşim içinde oldukları temel figürler (ebeveyn, öğretmen, yönetici vb.) önemlidir. Bizler kendimizi erişkin bir bireyden erişkin bir özneye tekmil ederek bir ‘bilinçli’ inşa süreci yaşamaya çabalayabiliriz. Ama kişiliğimizin temel taşlarının konulduğu ve harcının atıldığı ilk—çocukluk—yıllarımıza geri dönerek kimlik inşa sürecimizin temellerine yeniden müdahale edemeyiz. Ancak çocuklarımıza bu imkanı tanıyabiliriz. Onların demokrat bir kimlik temeli üzerine demokrat bir özne inşa etmeleri çok daha kolay olacaktır. Antidemokratik tecrübelerin temeli üzerine demokrat bir yapı ve tefrişat çabasının çelişkilerini yaşamayacaklardır böylece.

Psikolojik süreçlerle sosyolojik süreçler çokça benzeşir ve birbirine tekabül eden gelişme basamaklarına sahiptirler. İnsanın ve toplumun tekamülünde çocuk alt gelişme basamağındaki bir ruhsal süreci temsil eder. Çocuk daima yönlendirilir. Yasaklar ve teşviklerle ceza ve ödüllerle kişiliği şekillenir. Toplumsallaşma sürecinde çocuk önce cezadan kaçarak ve ödülü gözeterek kurallara uyar. (Hiçbir çocuk ilk yasaklarını ahlâk kurallarına bağlı olarak oluşturmaz. Yalan söylemek onun için masum bir çözümdür mesela. “Yaparsam annem kızar, babam kızar, polis amca beni hapse atar”la başlar kurallara uyma.) Bu, taklit aşamasıdır. Ancak daha sonraki aşamalarda çocuğun niçin öyle davranması veya davranmaması gerektiğini ilkesel düzeyde kavramsallaştırması ve içselleştirmesi gerekir. Aksi takdirde sürekli kendisini kontrol eden bir mekanizmanın varlığı ve bu mekanizmanın olmadığı zamanlarda da kişinin kendi iç dinamikleriyle bunu sürdürememesi, kararlı olmayan, düzensiz, hatta kaotik bireysel ve toplumsal ilişkilere neden olur. İndirgemeci bir ifadeyle: Herkesin vicdanında bir zabıta olmadığı sürece, herkesin tepesine bir zabıta gerekecektir.

Örneğin, bir banka kuyruğunda beklerken, gelen insanların önce kuyruğun başına sonuna bakıp sonra başka bir çözüm bulabilir miyim diye ortalardaki boşluklara yanaşma çabalarına eşlik eden tedirgin tereddütleri çok tanıdıktır. Oysa hassas nokta şurasıdır: kişi “Dürüst olup kuyruğun sonuna geçmeliyim” diye düşünerek davranışını kontrol ediyorsa bu—tabir yerindeyse—ikinci kalite bir dürüstlük olacaktır. Doğru olan diğer bir ihtimalin akla gelmemesidir; geldikten sonra reddedilmesi değil. (Bediüzzaman’ın ihlas kavramını yorumlarken “İhlasa niyet, ihlası bozar ya da zedeler” demesi de yine aynı şeyi ifade ediyor) ‘İlkeselliğin içselleştirilmesi’ derken kastettiğim, budur. Çocukların gündelik ilişkilerinde böylesi davranış ilkelerine tanıklık etmeleri onların bu davranışları ve onun arkasındaki ‘empatik,’ ‘adil’ ve ‘katılımcı (demokratik)’ zihinsel işleyişe sahip olmalarının güvencesi olacaktır. Toplumsal yapıyı bir anda ve tümüyle değiştirmek mümkün olmayacağına göre anne-babaların evlerinde, öğretmenlerin, okul idarecilerinin eğitim yuvalarında bu bilinci işselleştirecek tarzda bir etkileşim kurmaya özen göstermeleri gerekir. (Örneğin benim okul zamanlarımda sınıf temsilcileri ekseriyetle atamayla belirlenirdi. Şimdi oğlumun okulunda daha çok öğrencilerin seçimiyle belirlendiğini görüyor olmaktan memnun oluyorum.)

Burada şöyle bir soru sorabiliriz: Bizim kültürümüz çoğulcu ve katılımcı mıdır?

Ben Osmanlı kültürünün çoğulcu ama katılımcı olmayan bir kültür olduğunu düşünüyorum (hatta bunu kültürel olarak çoğulcu ama siyasi olarak çoğulcu değil diye düzeltirsek daha da doğru olur). Peki TC kültürü için ne söyleyebiliriz?

Bizim demokrasi kültürümüz bu ceza ve ödüller içine iradesini hapsetmiş çocuk analojisine daha çok uyar. (28 Şubat sürecinde bir generalin ağzından, o zamanki hükümetle 28 Şubatçılar arasındaki ilişki için bu paternalist vesayetçi-velayetçi anlayışı çıplak haliyle ortaya koyan benzetmeyi duymak ilginçti. “Komutanlar kararlılıklarını göstermişlerdir. Çocuk terbiyesinde de bu çok önemlidir. Kararlılık ve bunun kesintisiz uygulanması…” vs. demişti.)

Diğer yandan hukuk sistemimiz, devletin ‘kutsallığı’ ve yüceliği üzerine kuruludur. Birey/insan, Türk hukuk sisteminin öznesi değil. nesnesidir. Dolayısıyla, yapan ve değiştiren değil, yönetilen ve yönlendirilendir. Türk hukuk sistemi bu nedenle, teşebbüse, yaratıcılığa, özgürlüğe değil, merkeziyetçiliğe ve buyurganlığa yatkındır. Bu nedenle de Doğu Ergil’in ifadesiyle ‘vatandaşına pek aldırmayan, ama vatanını çok seven’ devlet ricalinin demokrasi anlayışıyla yönetiliriz.

Bireyin hukuk sistemi ve siyasal sistem içinde özne olabilmesi, aile içinde, eğitim sistemi içinde, sokakta, kışlada karakolda, hastanede kendisini özne olarak algılama imkanı ve alışkanlığıyla doğrudan bağlantılıdır. Bütün bu alt sistemler içinde kendisine nesne muamelesi yapılmasına alışmış bireyin hukuk ve siyaset alanında özne gibi davranmasını beklemek gerçekçi olmaz.

Kişiliğimizin temel taşlarının konulduğu ve harcının atıldığı ilk—çocukluk—yıllarımıza geri dönerek kimlik inşa sürecimizin temellerine yeniden müdahale edemeyiz. Ancak çocuklarımıza bu imkanı tanıyabiliriz. Onların demokrat bir kimlik temeli üzerine demokrat bir özne inşa etmeleri çok daha kolay olacaktır.

Özne olma bilincinin aile içinde filizlendiği açıktır. 6 ay civarında Lacan’ın ayna evresi ile başladığını söylediği süreç içinde çocuk kendini ve ötekini farkeder ve özne olma süreci karşılıklı ilişkilerin niteliğiyle şekillenir ve aslında tüm hayat boyunca devam eder. (Andre Malraux, elli yıldır insanlara günah çıkartan bir papaza insanlık hakkında ne öğrendiğini sorar. Papaz cevap verir: “Öncelikle, insanlar düşünebildiğimizden çok daha mutsuz, ve sonra şöyle bir gerçek var ki, yetişkin insan diye birşey yok.”) Peki neden ülkemizde erişkin az? Çocukluğunun ardından ergenlik, delikanlılık, gençlik aşamalarını sağlıklı bir süreç içinde tamamlayarak kişinin bir erişkin olması için gereken şartlar olgunlaşmamıştır diyebilirim rahatlıkla.

Peki önce şartların, sonra da insanların olgunlaşması için ne yapmak gerekir?

Çocuk küçük yaştan itibaren hem kendisini ifade etmeye, fikrini açıklamaya ve ‘rey’ kullanmaya, hem de kendi hakkını talep etmeye ve takip etmeye alıştırılmalıdır. Aile içinde alınacak kararlarda tüm aile bireylerinin sürece katılmaları, onların daha katılımcı—demokrat—bir yaşama biçimine ve inisiyatif kullanmaya alışmaları, verdikleri kararların sonuçlarına katlanmaları ve kendilerinin de katılımcı oldukları kararlara daha çok uymalarını sonuç verecektir. Bu, çocuğa alacağımız bir ayakkabı veya çantanın ona sorulmasıyla başlar. Bu aynı zamanda çocuğun kararı kendisi verirken başkalarına da danışma ve bilgilenme sürecine alışması olacaktır. Çocuğunuzun elinden tutup ayakkabıcıya gittiniz: Çocuğa “Şunu al” dediğinizde o diğerinin rengini daha çok beğenmişse sadece renginden dolayı diğerini almak isteyebilir ve ak-kara, hep-hiç ikilemine kilitlenir. Yani zihni kategorik işlemeye başlar. Öte yandan başkaları tarafından seçenekleri kısıtlanmış bireyin psikolojisinde, geçersizleşen seçeneğin olumlu özelliklerine seçici bir dikkat gelişirken, geriye kalan seçenek için bu seçici dikkat olumsuz yönde olur. Kişi o seçeneğe mahkum olduğunu düşündüğü için refleks olarak olumsuzlukları algılar. Bunu hepimiz günlük hayatımızda sıkça yaşarız. Mağazada ister koltuk alın, ister ceket, satıcı hangisi daha uygun diye baktığınız ürünler arasında birini gösterip bu satıldı dediğinde ilk tepkimiz “Tüh, onun rengi daha güzelmiş, kaçırdım” şeklinde olur. Çocuğu da bir seçeneğe zorladığınızda aynı şey olur. Ama siz ona “Hangisini istersin?” diye seçim hakkı tanıdığınızda, büyük olasılıkla karar verme sorumluluğunun ortaya çıkardığı anksiyeteyi azaltmak/paylaşmak amacıyla o da sizden fikrinizi soracaktır. O zaman da “Onun rengi daha güzel ama bunun derisi daha sağlam, şunun da tabanı daha hafif ve ergonomik...” gibi çocuğun bir dahaki tercihinde kendisine rehberlik edebilecek değerlendirme tarzını öğrenmesini sağlayabilirsiniz. Bu iki farklı yaklaşım tarzı, iki farklı kişiyi şekillendirecektir.

Ne yazık ki bizim yerleşik kültürümüzde (birçok Doğulu toplumda olduğu gibi) ilk ilişki biçimi daha çok şekillendirici olmaktadır. Doğulu-Müslüman toplumların despot ve totaliter rejimlerce yönetilmelerinin kaynağındaki etkenlerden biri de budur kanaatimce. Analitik yaklaşım yerine kategorik değerlendirmeye yatkın; sorgulamanın, tahkik etmenin muhalefet, hatta başkaldırı kabul edildiği, itaatin meziyet olarak addedildiği bir geleneksel yapı baskındır... Meselâ, insanlar da ya iyidir ya kötü. “Şu huyu kötü, ama bu yönü iyidir” şeklinde değerlendirmeler daha seyrektir.

Özne bilincinin/demokratikleşme kültürünün oluşmasında bir diğer basamak okuldur. Türkiye’deki eğitim sisteminin iki zıt uçta iki farklı model üzerinde yapılandığını düşünüyorum: Devlet okullarında geniş ölçüde baskılanmış kişilikler üreten bir eğitim sistemi—ya da sistemsizliği—nedeniyle, daha çok ticarî kaygıların öne çıktığı ve özellikle varlıklı kesimin çocuklarının gidebildiği özel okullarda ise aşırı disiplinsizlik nedeniyle ilkeselliğin içselleştirilemediğini söyleyebiliriz. İnsan eğitiminde baskının özgüven eksikliğine, kişisel yeteneklerin gelişememesine, gelişim sürecindeki ilkel yapıların devam etmesi ve dolayısıyla çocuksuluğun devam etmesine neden olduğunu biliyoruz. Diğer yandan disiplinsizlik ve kuralsızlık—avamî tabirle şımartılma—da kişiliğin dağılmasına, bütünleşememesine, keyfiliğin ortaya çıkmasına, sorumluluk duygusunun gelişmemesine, başkalarını gözetmenin—empatinin—zayıf kalmasına neden olarak aynı ölçüde kişiye zarar verir.

Toplumsal dokuyu oluşturan irili ufaklı tüm yapı ve katmanlardaki işleyişi bu genel kurala dahil edebiliriz. Bir siyasî parti veya bir cemaat organizasyonunda da aynı durum geçerlidir. Cemaat içi ya da parti içi demokrasiyi (katılımcılığı) fiilen ortaya koymadan ülkenin demokratikleşmesi yolunda çaba sarf etmek tutarsız ve anlamsız olur. Bir sivil toplum kuruluşunda aykırı seslerin susturulması sağlıklı olmadığı gibi, hiç aykırı ses olmaması da sağlıksız bir yapıyı gösterir. Bu, oluşumu meydana getiren bireylerin özne olamadıklarının dolaylı bir ifadesi olur. Aslında cemaatler ve cemiyetler, sivil örgütler, örgütlenmeler çoğu zaman bu noktada bir ambivalans (zıt yönde duyguların içiçe geçtiği ikircikli bir durum) yaşarlar.

Bir çocuğun büyüyüp geliştiği halde annesiyle olan bağımlılık ilişkisini sürdürmesi ve özerkleşememesi nasıl ki sonraki hayatında sağlıksız ilişkilere neden olacak bir psikopatolojiyi yansıtıyorsa, aynı şekilde içinde bulunduğu oluşumun ‘resmî görüşlerini’ hiçbir şekilde yeniden değerlendirme ihtiyacı hissetmeksizin edilgen bir süreç içinde benimseyen birey için de durum aynıdır. Belki o oluşum içinde kaldığı sürece uyumdan söz edilebilir (maladaptif uyum); ama bu bireyin ‘dışarıyla’ olan ilişkilerinde insanlarla, toplumla, ailesiyle, patronuyla, öğretmeniyle sağlıklı ilişkiler geliştirmesi mümkün olmayacaktır. Aile içinde sürekli inisiyatifi kısıtlanmış, kendisi yerine hep babası, ağabeyi karar vermiş, kendi makul tercihlerini ifade etmeyi ve bunu elde etmek için mücadele etmeyi öğrenmemiş ve kendi hayatını hep onların tercihleri doğrultusunda belirlemeye alışmış bir genç kızın sokakta, markette, pazarda eşit, adil ve kararlı ilişkiler sergilemesi kolay olmaz. Ya da okuduğu okulda bir davranışı ya da kılık kıyafetiyle ilgili bir emrivakiyle karşı karşıya kaldığında kendisini etkin bir şekilde savunmasını beklemek akılcı olmaz. Örneğin Türkiye’deki başörtüsü meselesinde birincil muhatap durumundaki genç hanımlarda şunu gözlemlemiştim;

1. Dirençleri aile ve toplum içinde kırıldığı için direnç gösteremediler.

2. Süreç içinde direnç göstermeyi öğrendikleri oranda gerekirse aileye ve topluma karşı diğer haklarını savunmayı öğrendiler.

(Çok defa kendisine koşulsuz ve sorgulamaksızın itaat etmesini istediği ve baskı altına aldığı çocuğunun elinden tutarak gelen ve “Doktor bey, bu çocuk çok içine kapanık, utangaç, sessiz, kimseye karşı kendisini savunamıyor” diyen babalarla karşılaştım. Ama Türkiye’de kadınların durumu daha vahimdir. Aynı şekilde onların elinden tutup getirmiyorlar, fakat “Hanım bakkaldan iki yumurta alamaz, bana ayak uyduramıyor” deyip yeniden evlenmeye kalktıklarında bunun sorumlusunun kendileri olduğu hiç akıllarına gelmez. Akıllarına gelmeyen birşey daha vardır: kızlarının da aynı akıbete aday olacağı…)

Burada edilgen konumdaki bireyin (devlet karşısında vatandaş, baba karşısında çocuk, koca karşısında kadın vb.) duruşunun psikolojik kökenleri hakkında da iki laf etmek gerekir. Fromm’da özgürlük korkusu, Sartre’da özgürlüğe mahkumiyet gibi aforizmalarla ifade edilen seçim yapma sorumluluğunun ortaya çıkardığı kaygı (anksiyete) esasen bireyi iradesini devretmeye teşne durumda tutmaktadır. Varoluşçu terapistlerin üzerinde durduğu dört tür anksiyete kaynağından söz edilir:

1. ölüm

2. özgürlük

3. yalıtım(yalnızlık)

4. anlamsızlık

Dinamik varoluşçu yaklaşım Freud tarafından anahatları çizilen temel dinamik yapıyı korumakta, fakat içeriği temelden değiştirmektedir:

dürtü---anksiyete---savunma mekanizması

şeklindeki eski formül

Temel kaygıların farkına varma---anksiyete---savunma mekanizması

şekline dönüşür.

Sözü edilen özgürlük, ilk bakışta olumlu bir içeriğe sahip gibi görünmekle birlikte, korkuya yapışık olarak durur. İnsanın hayat tarzından, davranışlarından varoluşunun önüne çıkardığı bütün seçimlerinden bütünüyle sorumlu olması ürkütücüdür ve zeminsizlik, kararsızlık, belirsizlik ve boşlukta olma duygularıyla içiçedir. Bu sıkıntıyı hissetmemek için birey zemin, tutamak olarak iradesini sabitleyebileceği bir referans edinme eğilimindedir. Kişi, kendi varoluşunun bilincinde olarak ve kendi sorumluluğunu üstlenerek kendi inşa planını kurduğu ölçüde otantik ve özgürdür. Bunun aksini yapması kişinin Heidegger’in ‘das man’ (=onlar alanı, anonim kişi) dediği konuma düşer; kişisel sorumluluğunu terkederek kitleselleşir ve hiçleşir.

Bireyin hukuk sistemi ve siyasal sistem içinde özne olabilmesi, aile içinde, eğitim sistemi içinde, sokakta, kışlada karakolda, hastanede kendisini özne olarak algılama imkanı ve alışkanlığıyla doğrudan bağlantılıdır. Bütün bu alt sistemler içinde kendisine nesne muamelesi yapılmasına alışmış bireyin hukuk ve siyaset alanında özne gibi davranmasını beklemek gerçekçi olmaz.

Bireyin bu dört tür varoluşsal kaygı kaynağı karşısında derman araması kaçınılmazdır ve savunma mekanizmaları burada devreye girer. Bu işlevi üstlense de, bir savunma mekanizması olarak değil, ancak bir cevap olarak din bu dört temel kaygıya karşılık verir. Benlik, sorumluluğunu azaltmak ve sorumluluğun oluşturduğu sıkıntıdan kurtulmak için bu sorumluluğu ve korkuyu paylaşmak için birliktelikler kurma eğiliminde olur. Bu, bir tür karanlıkta elele tutuşmadır aslında (ya da, karanlıkta başkalarının da ıslığını duyma isteği…) Milliyetçilikten partizanlığa ve futbol fanatizmine değişik görüntüler altında türeyen tüm unsuriyetçiliklerin ortaya çıkışında bu ilkel savunma mekanizmasının da rolü var gibime geliyor. (Psikopatolojinin oluşumundaki durum/süreç bedenin hastalanmasında nihai nedenin hastalık etkeni değil, savunma sistemi-hastalık etkeni dengesinin savunma sistemi aleyhine bozulmuş olması ile benzerdir.)

Paternal-velayetçi-vesayetçi yapının tüm düzlemlerde güç kaybına uğraması cemaatler gibi sivil organizasyonlarda da özneler arası gönüllü ve diyalojik bir birliktelik oluşumuna zemin hazırlayabilir. Bu bir tür sosyal yapısöküm gibi düşünülebilir (ya da spontan olduğu için ‘yapısökülüm’ diyelim.) Bugün burada yaşanan birlikteliğin böyle olduğunu söyleyebiliriz. Bir örgüt, bir cemaat ya da bir kurum olarak değil; tüm katılımcıların gönüllü ve özgür olarak kendi adına katıldığı bir toplanma bu…

Bu süreçte ortaya çıkacak farkındalık (bilinç) sadece “Başkasının bana yapmasını istemediğim şeyi ben de başkasına yapmamalıyım” anlayışıyla sınırlı değildir. Bu bireyleşme/demokratikleşme bilincinin bir yüzüdür ve edilgen tarafıdır. Bu bilincin öteki yüzü, etkin tarafı ise aynı zamanda “Benim başkasına yapmayacağım şeyleri başkaları da bana uygulayamaz” kararlılığını ve cesaretini taşır. Başkasının talepleri, beklentileri, haklarıyla kendisininkileri karşılaştırmayı ve dengelemeyi öğrenir birey. Bireyin, kimliğindeki özne inşasını gerçekleştirmesiyle “Ben başkalarının kişisel tercihlerine, örneğin kılık kıyafetine karışamam; ama başkaları da benimkine karışma hakkına sahip değildir” yargısının özümsenmesi süreçleri birbirine bağlı ve birbirini belirleyen süreçlerdir. Uzun yıllar boyunca kölelikle mücadele etmiş olan Abraham Lincoln’ün bir sözü vardır: “Kimsenin kölesi olmak istemediğim gibi, kimsenin efendisi de olmak istemem” der. Bu söz anlatmaya çalıştığım bu iki yönlülüğe işaret eder. Bu söz “Kimsenin efendisi olmak istemediğim gibi, kimsenin kölesi de olmak istemem” şeklinde olsaydı, bu kadar anlamlı olmazdı. (Lincoln’ün hayatında ve sözlerinde bu iki kavram arasındaki karşılıklılığın farkındalığına ilişkin pek çok örnekle karşılaştım.) Şöyle de diyebiliriz: Kimsenin efendisi olmak gibi bir niyetiniz yoksa, kimsenin kölesi olmamak konusunda da kendinizi daha güçlü ve kararlı hissedersiniz. Bu, kendi içimizde ve kendimize karşı dürüst olmanın—veya olmamanın—uzantısıdır. Yani, “Eğer gücüm varsa birileri bana köle olabilir, ben onların efendisi olabilirim” diye düşünüyorsak, bu, “Benden daha güçlü birileri olduğunda da ben onların kölesi olurum” şeklinde bir saklı kabulü içinde taşır.

Ezcümle, aile içinde, sınıfta, dernekte, cemaat ya da cemiyet içinde bireylerin özne olmaları, özerk kimliklerini geliştirmeleri ve kendilerini koşulsuz ifade etmeleri teşvik edilmedikçe, yetkin ve özgürlükçü, katılımcı (demokrat) bir kültür kimliğinin oluşması da mümkün olmayacaktır. Böyle bir kültürün gelişmesi ve yerleşmesinde, her düzeydeki her bireye ve oluşuma ‘kendi evinin önünü süpürmek’ görevi düşer.

En son olarak:

Bu nedenlerle, bireysel kimliğimizin, kolektif kimliğimizin bir parçası olması yerine kollektif kimliğimizin bireysel kimliğimizin bir parçası olması gerektiğini; kollektif kimliğin birinci durumda durağanlaşacağını, kalıplaşacağını, ikinci durumda ise canlı ve kendi kendini besleyen iç dinamiklere sahip olacağını düşünüyorum.

  10.07.2005

© 2021 karakalem.net, Gıyasettin Ekici



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut