ÖYLE KELİMELER var ki, zamanla aslî anlamlarından kopuk, hatta zıt bir biçimde anlaşılmaya başlamış bulunuyor. Meselâ, her işin ancak Allah’ın izin ve rızasıyla olduğunu bildiren "inşaallah," bugün atlatma ifadesi olarak anlaşılıyor. Nitekim, insan, "inşaallah" dediği birçok durumda, "İnşallahla, maşallahla olmaz" gibi tehlikeli mukabelelerle karşılaşıyor. Öte yandan, ‘yaratılmış olan’ anlamına gelen, bu itibarla Allah’tan gayrı herşeyi ifade eden "mahluk" kelimesi, bugün çoklarınca yalnız hayvanlara mahsus kılınıyor; ve ona insanın mahluk olduğundan söz edildiğinde, o bunu bir hakaret olarak algılıyor.
Böylesi kritik anlam kaymalarından bir kısmına, hadis ve fıkıh ıstılahında rastlamamız mümkün. Meselâ, hadis ‘rivayetleri’nden söz ediliyor; ama şu toplumda çokları ‘rivayet’i ‘doğru olup olmadığı şüpheli söylenti’ diye hafızasına kaydetmiş bulunuyor. Böyle bir dimağ, hadis rivayetlerinden söz edildiğinde, daha baştan, kendi rivayet tarifinin esiri olarak, bu ‘rivayet’leri ciddiye almayarak işe başlıyor. Hele "Bu hadiste tevatür var" deyin; onun bu yanlış anlaması katmerleniyor. Zira, tevatür, hakikat-ı halde bir hadisin ayrı ayrı birçok güvenilir kanaldan geldiğini; dolayısıyla onun Resulullah’a (a.s.m.) ait bir söz olduğunun kesin olduğunu ifade ettiği halde, bugünün birçok insanının dilinde tevatür ‘ortada dolaşan söylenti’ diye kodlanmış bulunuyor. Benzer bir durum, ‘sahih’ hadis ile ilgili. Sahih hadis, tevatürle, yani birden fazla güvenilir kanalla rivayet edilen hadisi ifade ettiği halde; sahih hadis ifadesi öyle anlaşılıyor ki, bir hadis için sahih değil dendiğinde, zihinlerde hemencecik "Yani, uydurma" kaydı düşülüyor. Oysa, meselâ tek bir güvenilir kanaldan gelen bir hadis rivayeti, ‘sahih’ hadis sınıfında yer almadığı gibi; kesinlikle ‘mevzu’ veya ‘uydurma’ hadisler sınıfında da bulunmuyor. Bilakis, tek bir güvenilir kanaldan gelen hadisler, ‘hasen’ hadisler olarak mü’minin hayatına yön veren nebevî haberler olarak ciddi bir değer taşıyorlar. Diğer bir deyişle, ‘sahih’ terimi, hadis ıstılahında, ‘uydurma’nın zıddı değil; dolayısıyla, bir hadis için ‘sahih değil’ deniliyorsa, bunun anlamı, ‘o hadisin uydurma olduğu’ değil. Ne var ki, zihinlerdeki bu yanlış kodlamalar, birilerince kendi çizgileri lehinde olabildiğince kullanılıyor.
Kullanılan bir diğer kavrayış problemi ise, ‘nafile’ ile ilgili. Nafile, fıkıhta, Resul-i Ekrem’in sünnetinin ‘farz’ ve ‘vacip’ olmayan kısmını ifade ediyor. Ama, nafilenin bugünkü Türkçe’ye yerleşmiş karşılığı, ne yazık ki, ‘boş yere yapılan iş,’ ‘faydasız iş.’ Durum bu olunca, nefislerin gemini koparan birileri bir sünnet-i seniyye için "O farz değil, nafile" dediğinde, bu kalblerde ve dimağlarda hemencecik ilgili sünneti terk gibi bir niyet belirebiliyor. Zira, "Farz değil, nafile" demek; farkında olunsun veya olunmasın, zihinlerde, "Onu yapmak gereksiz. Boşuna yapmış olursunuz" gibi bir anlamı çağrıştırıyor.
Oysa, bir kudsî hadis, sünnetin ‘nafile’ kısmını ya kötü niyetle, ya kavramı yanlış ve eksik anlama sonucu ‘gereksiz’ görenler için, yeterli uyarılar taşıyor. Buharî, Rikak 38’de kayıtlı bu hadis-i kudsîde, "Kulum, üzerine farz kıldığım şeylerden daha iyi bir yolla Bana yaklaşamaz" buyuruyor Rabb-ı Rahîm. Ardından, sıra ‘nafile’ye geliyor. Öyle ki, nafile, kulun Allah’ı hakkıyla sevdiğinin ve dolayısıyla Allah’ın sevgisini kazanmasının bir lâzımı olarak tezahür ediyor: "Kulum nafilelerle de Bana yaklaşmaya devam eder; nihayet, Ben onu severim. Onu sevince de işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden birşey isterse veririm, Bana sığınırsa onu korurum..."
(Şunu hemen belirtelim.‘Nafile’ terimi, hadisin aslında olmayıp, tercümede verilen bir karşılık değil. Bilakis, bizatihî hadis metninde "ve mâ yezâlü abdî yetekarrebu ileyye bi’nnâfili..." ifadesi yer alıyor.)
Nafile terimi, her nasılsa zaman içinde uğradığı anlam bozukluğundan kurtarılıp bu kudsî hadiste net bir şekilde ifadesini bulan aslî yerine oturtulsa, bugün en azından selîm kalblilerin yaşadığı bir dizi kafa karışıklığının çözüleceğini düşünüyorum. Sünnetin farz olmayan nafile kısmının, ‘Allah’a yaklaşma’nın ve ‘O’nun sevgisine ulaşma’nın bir lâzımı olması; Kur’ân’ın Resule itaati, Resuli ‘en güzel örnek’ bilmeyi, Resulün önüne geçmemeyi, Resule tâbi olmayı emreden bir dizi âyetiyle de tam bir mutabakat arzediyor.
Kısacası, sünnet-i seniyyenin nafile kısmını çiğneyerek O’nun muhabbet ve rızasına kavuşmamın mümkün olmadığı anlaşılıyor. Rabbinin, Kendisinin ‘işiten kulağı, gören gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı’ olmasını isteyenin, kesinlikle sünnet-i seniyyeyi O’nun dergâhında bir şefaatçi kılması gerekiyor.
Ve böyle olunca, nefsinin ve iltifat gördüğü çevrelerin yapıp ettikleri, yani ‘sünnet’leri uğruna, Resul-i Ekrem’in sünnet-i seniyyesini nazarlarda değersizleştirmek isteyenlerin kelimenin Türkçe anlamıyla ne kadar ‘nafile’ bir işle iştigal ettiği ayan-beyan ortaya çıkıyor.