Arşiv

 Ayşe Şasa: "Çare, İçe Doğru Cihad"

Nefsimizden kurtuldukça, aracın etki alanı bize hiçbir şey dememeye başlayacak ve biz o aracı aşmaya başlayacağız. Yani, bunun çaresi, içe doğru cihad.


DERGAH DERGİSİNİN Temmuz–93 sayısında, farklı bir “sinema” yazısı vardı. Neredeyse dört yıldır dergide “Yeşilçam Günlüğü” tutan Ayşe Şasa, bu kez sinemaya “esma–i hüsna” açısından bakmayı deniyordu. Şasa’nın dikkatini çeken vâkıa, bugünün sinemasının, tıpkı dayandığı medeniyet gibi, kahr, intikam, ölüm ve cebir üzerine kurulu olmasıydı. Bir anlamda, günümüz sinemasında “Allah’ın yalnızca ‘celâl’ isimlerini okunur gibidir” diyordu Şasa. Misaller de veriyordu; Mümit, Kahhar, Müntakim ve Cebbar gibi. Peki, “evrensel bir ibret aynası olarak düşünülebilecek sinema ve TV dünyasına Allah’ın ‘cemal’ isimlerini işlemek” mümkün olabilir miydi? Sinema, sözgelimi, Latîf, Cemîl, Rahîm, Rahman, Halîm, Bâsit, Müzeyyin gibi ilahi isimleri gönüllere ders veremez miydi? Bu soruları gündemimize getiren Şasa, “Böyle birşey mümkünse zaman içinde belki ancak müslümanlara nasip olabilecek birşeydir” diye de ekliyordu.

“Farklı” bir bakıştı bu; “sinema” ya belki de ilk kez, “esma–i hüsna” açısından bakılıyordu. Bu yönüyle, herşeyde ilahi isimlerin tecellilerini görmeyi ve her fiilimizle o tecellilere ayna olmayı ders veren Risale–i Nur’a da muvafık düşen bir bakış söz konusuydu. Dahası, bu yazıyı okuduğumuz günlerde, sonuçta bir arkadaşımızın önümüzdeki ay yayınlanacak bir yazısına vesile olan “Korku filmleri, Rabbimizin rahmetini, şefkatini, hikmetini, velhasıl isim ve sıfatlarını görmezden gelen bir ruh halini mi ele veriyor?” sorusuyla haşir–neşirdik. Yazı, bizim için, bu açıdan ilgi çekiciydi.

Şasa’yla, söz konusu tesbitinin perde gerisini konuşmayı daha o sıralar düşünmüştük. Ama her zamanki tembelliğimiz ve utangaçlığımız bizi aylarca oyaladı. O kadar ki, bu sırada Yeşilçam Günlüğü kitaplaştı. Sonuçta, otuz yıldır senarist ve yönetmen yardımcısı olarak “sinema”nın içinde olan Şasa’yla, kitabının yayınlandığı ay, kitabını okumamızın hemen akabinde görüşmüş olduk.

Kitapta, kısmen de olsa, Ayşe Şasa’nın hayat tarihçesinden kesitler bulmak mümkün. Bir Yahudi dadıya emanet edilen, sonra Protestan kolejinde okuyan, 18 yaşında sinemaya adım attığında ise “Marksist dünya görüşünü ekran aracılığıyla yaymayı görev tayin eden” Şasa, 1968’de senaryosunu yazdığı “Utanç” filminin eşliğinde, uzun bir “arasat” dönemi yaşamış. Bu filmde “kendi ruh çelişkilerini okuduğunu” yazıyor. Bu ise, “beni ağır bir kimlik bunalımına sürüklemişti” diyor. Bir dönem ağır bir sinir bunalımına yol açan, meslekten tümüyle çekilmemi gerektiren; bütün hayatım, bütün değer sistemim, bana etki etmiş tüm ideolojik yöntemlerle kıran kırana hesaplaşmamı gerektiren bu kişisel bunalım, 30 yaşımda başlayıp ancak 18 yıl sonra, 48 yaşımda nihayete erdi.”

Ayşe Şasa, bu süreçte, “30 yaşına kadar yürekten benimsediğini sandığı materyalist dünya görüşüyle asla uzlaşamadığı” sonucuna varmış. “Müslüman olduğuna açıklıkla karar vermiş.” Bundan sonradır ki, “sinemada yürünmesi gereken yolun apayrı bir estetik anlayışın sınavından geçmesi icap ettiğini” kavramış. Bu çerçevede, “Sanat, nefis araştırmasının bir parçasıdır” da diyor.

Kitabında olsun, İzlenim dergisinin Kasım sayısında yer alan görüşmede olsun, arayışının müslüman olmakla nihai bir mecraya vardığını söylüyor Şasa. Ne var ki, bu arayışın bu kez yeni ufuklara yelken açma istidadı taşıdığı anlaşılıyor. Nitekim, günlüğü yazdığı dört yıl boyunca kendini “müslüman” olarak tanımlayan ve bu tanıma uygun bir hayatı benimseyen Şasa’nın kitabının ilk sayfaları ile son sayfaları, yine de, önemli nüanslar barındırıyor. Başlangıçta Doğu–Batı, Türk sineması–Batı sineması eksenine “hapsolmuş” diyebileceğimiz tahlillerin yerini, özellikle son bir yıllık dönemde “ilham, keşif, fetih, aşk ve dua” gibi kelimeler almaya başlıyor. Bu kelimeler “medyanın ‘batınî’ şifresini çözmeye başladığı zaman” diyor Şasa, “pozitif bilim dua karşısında ne kadar yaya olduğunu farkedecek. Silahı aşk ve dua olan derviş kamera denen aracın profan ufkunu delecek, onu şuhud âleminin sırlarına doğrultacak.” Yine bu son bölüm içerisinde, herşeyin “tek bir fonksiyonda birleştiği” vurgulanıyor: “yaşanan zamanın her anında, Allah’ı tesbih etmek. Bunu her varlık kendi türünde, kendi varlık dairesinde yapıyor.”

Sohbetimizin, teybe almama ve not etmeme gafletinde bulunduğumuz giriş kısmında, kitabına dair izlenimlerimizi soruyor Şasa. Az önce sözünü ettiğimiz değişimden söz ediyor ve “İlk bölümlerde Kemal Tahir’in ruhu geziniyor” diyoruz. Bu tesbiti kendisi de doğruluyor ve o yazıları bir nevi “kabz” halinde yazılmış yazılar olarak tanımlıyor. Son bölümlerdeki rahatlamayı ve açılmayı ise bir “bast” hali olarak görüyor. Ve bu “bast”, yani genişleme ve açılma halini, Bâsit olan Rabbimizin bir ikramı olarak görüyor. Son dönemde sülûk ettiği tasavvufun bu genişlemede bir vesile olduğunu da zikrediyor. Sohbetimiz bu minval üzere sürüyor, ve söz dönüp dolaşıyor, görüşme talebimizin ilk sebebine dayanıyor. Soruyoruz:

Sinemayı, bu çerçevede Batı sinemasını esma–i hüsna ekseninde ele alan bir yazınız yayınlandı Dergah’ta. Bu konu ne şekilde dünyanıza doğdu, anlatabilir misiniz?

Bizler Batı sinemasından etkileniyoruz. Sinemayı öyle öğrendik. Batıyı izleyerek öğrendik. Bugün de sinema yapmak deyince Batı sineması düşünülüyor. O kategorilerde düşününce o dünyanın içinde düşünüyorsunuz. Çıkamıyorsunuz. Fakat biraz kendi kendinizi bulup, hüviyetinizi bulup meselâ İslâmî boyuta gelmeye başladığınız zaman, kendi yörüngenize oturuyorsunuz. Bu bahis o zaman ortaya çıktı ve zikir vesilesiyle ortaya çıktı. Zikreden insanları düşünürken çıktı. O zaman kendimize ait bir dünya olduğunu hissettim ve o dünyada birden farkettim ki, onlar dünyalarını hep ‘celâl’ isimleri üzerine inşa etmişler sanki. Yahudilikte bir “gaddar Allah,” “kabzeden Allah” kavramı var. Hıristiyanlıkta ilk günah fikri var. Bunların getirdiği bir Yahudi–Hıristiyan kasveti söz konusu. Batı sanatında müthiş bir kasvet var. Şahsen çocukluk dünyamda Yahudi ve Hıristiyan etkisi almış olduğum için fevkalâde kasvetli bir dünyadan çıkıyordum. Bu kefeni yırttıkça ve İslâmî dünyaya yaklaştıkça büyük bir ferahlama ve açılma hali oldu. Oradan gelen ilhamla, bizim kültürümüzde cemâl adların çok önemli bir yer tuttuğunu farkedince, bu iki gücün denge halinde olduğunu görünce, birden anladım ki, sinemada böyle bir boyutun olması gerekir. Bizim yapacağımız sinemada, bu, bütün dünyaya söz getirecek birşey olabilir.

Fakat yirminci asırda Batının gölgesinde sanat yapılıyor. Kendi ruh dünyamızı kurtarmak, kendi hüviyetimizi bulmak, ruh dünyamızı kendi temelleri üzerinde inşa etmek sorunu ile yüzyüzeyiz. Böyle yürüyecek. Yoksa, bizim kültürümüzün bütün yüzeyi, elden düşme Yahudi–Hıristiyan şablonlarıyla doludur. Türk edebiyatı ve bilhassa Cumhuriyet edebiyatı, bu şablonlar içinde deviniyor.

Bunlara alternatif ne olacak? Bakın, meselâ TGRT’nin filmlerini çok eleştiriyoruz hepimiz, baştan savma buluyoruz. Fakat orada bile, müslümanların sinema yapmasında, tuhaf bir şekilde daha ferah bir dünya çıktığını görüyoruz. Bu açıdan seyredin o filmleri, göreceksiniz, çok basit anlamda bile olsa, cemalî isimlerin gündeme gelmesi bakımından birşeyler var. Bize has şeyler var o atmosferde. Tabiî daha da geliştirilebilir. Derinleştirmek için ise, tefekkürü derinleştirmek gerekiyor.

Bunları yapabilmek, elbette tek başına olmuyor. Senarist daima rejisörle çalışır. Rejisör arkadaşları bu konuya angaje etmeye, birlikte düşünmeye çalışıyorum. Başka türlü olmuyor çünkü.

Yani, senaristle rejisörün beraberce o cemalî isimlerin cilvelerini görmeleri ve orada celâl–cemal dengesini hissediyor olmaları gerekiyor galiba.

Evet, dünyaları paylaşmak gerekiyor. Müşterek bir dünya inşa etmeniz gerekiyor. Konuşma yoluyla oluyor bu genellikle; müşterek bir dünya oluşuyor. O dünya üzerinde birşeyler yapmaya çalışıyorsunuz. Ama bir senaryocunun tek başına böyle birşey yapması çok zor. İmkânsız neredeyse. Adam hissetmiyorsa sizin yazdığınızı, elbette seyirciye aktaramaz. Dediğim gibi, çok yoğun bir dikkat ve bunu yaşamak gerekiyor. Şimdi küçücük bir kadro oluşturup bunları müştereken düşünmeye çalışacağım.

Tarkovski’den bahisle, bir ifadeniz vardı kitabınızda. “İnsanlığı kollektif suça itebilen düpedüz bir cürüm aracı olabilen sinema alıcısını, çağın karanlığına tam karşıt bir ibadet ortamı husule getirmek” için kullanmak.

Tarkovski’nin sineması, yoğun olarak, bana bir örnek teşkil etti. Bilhassa Kurban filminde çok mistik birşey var. Orada sanki birdenbire ekran bir ibadet vesilesi haline geliyor gibi geldi bana. Bizim sinemamızda da bence metafiziğin eşiğine gelmiş sinemacılar var. Eşiğine gelmiş, ama kendisi de farkında değil. Yavuz Turgul bence böyle. Kendisine soruyorum, “İlahî meselelerle ilgili değilim” diyor, ama bir hazırlık var, bir yere açılma çabası ve bunun sancısı var. Aynı şekilde Halit Refiğ. Bence, Refiğ’in şuuraltı şuurundan önde gidiyor. Halit ilahi şeylere biraz sınırlı bakıyor ama, İki Yabancı filminde hayli metafizik bir bunalım, bir çerçeve var gibi geldi bana. Ama bunlar başlangıç. Tarkovski’de ise açık–seçik görünüyor. Sinemanın o kadar kanlı, vahşi, pornografik bir çerçeveden çıkıp bu kadar ulvi bir çerçeveye girmesi, Tarkovski denen çok mübarek insanın çok Hıristiyanca ıztırap çekmesi ile ilgili birşey. Sürgünde öldü zaten. Acı çekerek, filmlerindeki insanlar gibi yaşamış bir adam. Bazı derviş arkadaşlarım “Bu adam mutasavvıf, bizim kategorimize rahat girer, mülhime, ilham basamağında” falan diye tartışıyorlardı. Müslüman olmadan mutasavvıf olunmaz, ama vahiy kültürüne yaklaşma çabası ortak bir zemin olarak onu oraya götürmüş. Bu bana çok büyük bir ümit verdi, çok büyük bir hayranlık duydum. Dünya sinemasında böyle başka filmler de varmış —Afrika filmleri, Mısır filmleri, İslâm kültürü ile yapılan filmler içerisinde.

Cemaatle izlenmeye çok müsait birşey sinema. Gene Tarkovski örneğini veriyorum, inançlı bir kitlenin perdeye dikkatini bu konulara çekmiş olarak baktığını düşünün. Zannederim bu çok enteresan.

Baudrillard’ın filan Batıda kitleye umutsuzca bir bakışı var. Kitle onun için karanlık. Bizim insanlarımızın, Zaman gazetesinden, Değişim dergisinden insanların ne kadar iyimser baktıklarını örnekledim. Karamsar değiller, medya karşısında. Bu budalalıktan ileri gelmiyor, bunun çok objektif temelleri var. Batıda yüzyıllardır ibadet etmeyen, kutsalla bağını koparmış bir kitle var. Burada hâlâ ümmet esprisi var. Dikey bir çizgi üzerinde günde beş defa mirac eden bir insanı, o insandaki ruhî mekânı düşünün, iç mekânı düşünün. Bunu şimdi nasıl kitleye indirgersiniz? Nasıl böyle bir bireyin atomize olacağından söz edersiniz? Bilakis, her an daha ulvî bir noktaya o insanı celbedebilirsiniz gibi geliyor bana. Bu sinemacı için büyük bir ümit. Farklı bir seyirciye de sahibiz Batıdan. Daha bunları yapmadık sinemada.

Bu iş çok aktif, çok yoğun bir dikkat istiyor; bir yoğunlaşma istiyor. Çünkü, bizi baskı altında tutan dünyanın imajlarını ve ideallerini önce yıkacaksınız. Tasavvufta, bildiğim kadarıyla, muhayyile ve tahayyülat diye ayırıyorlar. Muhayyile, hayal yapan, vehim üreten bir şey. Tahayyülat ise bilhassa Batının hiç bilmediği, insanın ilahi bir boyut üzerinde âdeta açık gözle rüya görme, hakikatı görme yeteneği. Batı bu yeteneğini tamamen kaybetmiş durumda. Yani tamamen rasyonelleştiği için kalbi kaybediyor. Ve tahayyülatı kaybediyor, tahayyülatın ilâhî basamaklarını kaybediyor. Bizim bu noktada bir avantajımız var. Kutsalla yürek bağımızı gayretle koparmamız bile çok yakın bir tarihe dayanıyor.Bütün irsiyetimizde bu yürek bağını taşıyoruz. Bu avantajımızı kullanırsak, Batının hiç bilmediği kalp gözüyle dünyaya bakma olayını dünyamıza getirmemiz mümkün olacak. İşte bu boyutu sinemaya getirirsek, o zaman belki meselâ Tarkovski’nin daha ötesinde bir yoğunluk gelebilir. Bu takdirde sinema sahte birtakım ilahların yüceltilmesinden çıkarılıp tevhid fikri etrafında işler hale getirilebilir.

Yalnız şunu da söyleyeyim. Bu söylediklerimin hepsi şu anda yuvarlak sözler. Hadi bakalım bunun pratiğini yap dedikleri zaman ben diyorum ki, tahayyülat seviyesinde bu yolun açık olduğunu görüyorum. Buna işaret ediyorum. Bize nasip olur veya olmaz, ama bizden sonrakilere olacağını biliyorum inşaallah.

(Sohbetin bu ânında, Ayşe Hanım, sinemaya gidip gitmediğimizi soruyor. Cevaben, uzunca zamandır gitmediğimizi, televizyonu da Tarkovski’nin Stalker’i gibi örnekler dışında, dolaba kaldırdığımızı söylüyoruz. Bunun üzerine televizyona uzanıyor sohbetimiz.)

Televizyon üzerinde tefekkür etmeye ayrıca çalışıyorum. Çok aşağılık bir araç; dünyevî boyut girdiği zaman. Derviş arkadaşlar, çok haklı olarak, “evrensel nefs–i emmarenin ifadesi” diyorlar. Ve nefs–i emmare kışkırtır, suç ortağı arar sürekli. O araç sürekli suç ortağı arıyor ve o tahayyülî boyutu aşağı çekiyor. Yani suç ortamı yaratmaya çalışıyor. Ancak belli bir mertebeye ulaşmış insanlar ekrana nazar ettiklerinde, o metafizik mesafeli bakışla bu araca baktığı zaman, böyle bir cerahat alanı gibi onu deşer, oradaki hastalığı görür ve bir şifaya doğru yönlendirebilir. Ama olgun bir mü’min yapabilir bunu. Çünkü eşyaya bile bir mesafe ile bakıyordur.

Bediüzzaman’ın bir dönem “ibret için” sinemaya gittiğini biliyor muydunuz?

Tamam ibret perdesi. Evrensel ibret perdesi. Ama içkinliğe kapılırsak, ki kesret karşısında bizi içkinliğe zorlayan bir yanı var, bu çok tehlikeli. Putperestliğe zorlayan bir yanı var, ama, bence burada mesele bizim nefsimize olan güvenimizle ilgili. Nefsimizden kurtuldukça, aracın etki alanı bize hiçbir şey dememeye başlayacak ve biz o aracı aşmaya başlayacağız. Yani, bunun çaresi, içe doğru cihad.

Aracın fethinden önce, kendi nefsimizi feth.

Evet, kendimizi feth.

Aracı fethetmek, bütün kanalları müslümanların eline vermek, kendi nefsimizi fethetmedikçe, açamadıkça bir çözüm ifade etmiyor.

Etmiyor, evet. Doğrusunu isterseniz aklım bir yere kadar geliyor, oradan öteye bunları aramızda konuşsak muhakkak çok güzel olacak. Batılının aklına gelen çarelerle bizim çarelerimizin farklı olduğunu zannediyorum. Bunu vurgulamak lâzım. İmkânlarımız bu kadar çoksa onları kullanmamız lâzım, ama önce bu imkânları farketmemiz lâzım.

Kitabınızın özellikle ilk bölümlerinde yoğun bir Doğu–Batı ayrışması var. İnsan, okurken, Batı insanının hiç mi kurtuluş ümidi yok diye düşünmeye başlıyor kimi zaman. Oysa Allah, Kur’ân’ın ifadesiyle, Doğunun da Rabbi, Batının da Rabbi olduğuna; ve insan her yerde insan olduğuna göre, Batı için de bir çıkış yolu mevcut olamaz mı?

Sözünü ettiğiniz hususlar, benim öfkemden ileri geliyordur. Oraya kendi iç karanlığımla beraber, öyle bir karanlık yüklüyorum ki… Sonra bilhassa tasavvufa girdikten sonra, zikir üzerinde düşündükten sonra bu mesele değişik bir hal aldı. Hu zikri, bana öyle geliyor ki, zaten bütün ikiliği kaldırıyor, duvarı yıkıyor. Ben–sen, ben–öteki, bunları kaldırıyor. O çerçeve içinde herşey “O”nun içinde eriyor. O zaman Batılının hiçbir zaman sahip olmadığı bir birliğe ve genişliğe ulaşıyorsunuz. Düşman da kalkıyor ortadan. Bu bakımdan dediğiniz rahatlama bende oldu. Kitabın ilk başlarında “Batıyla ilgilenmeyelim, bizim onlara söyleyecek lâfımız yoktur” deniliyor. Ama sonrasında, onlara bir şifa önerisinde bulunabiliriz diye düşünüyorum. Bu umut bende giderek çok güçleniyor. Bir çeşit ana tema haline geliyor. Ben Batının içinde yetiştim. Batılı dayağı yedim. Bunun nasıl dişe diş bir bunalım getirdiğini dışarıdan anlamak kolay değil. Bence, bizim insanlarımız o yüzden biraz lâkayt. Şu anda epey çok sayıda müslüman olmuş Batılı var. Benim böyle dostlarım var tek–tük de olsa. “O kadar karanlık bir noktadan canımızı buraya attık, şifa bulduk” diyorlar.

İsviçreli bir arkadaşım var, dünya çapında bir sanatçı, müslüman oldu. Bana çok ilginç birşey söyledi. Biz, dedi, kafamız artık Foucault’yu falan aştı, dedi. “Okurken böyle o kadar elektronik beyin haline gelmiştik ki, âdeta vidaların gıcırtısını duyuyorsunuz cümle kurarken. Beyin mekanik hale gelmiş” diyor. “Halbuki şimdi namaz kılmaya başladım. Kâinatın çevrimine bir kere uyuyorum, asla akılların alamayacağı bir sadeliğe ve birliğe ulaşıyor iç dünyam” diyor.

Yani âdeta kâinatla, çevresiyle barışıyor.

İşte gene bir genişleme var burada. Şimdi iki dünyayı yaşamış insanlar bunu çok güzel anlatabiliyorlar. Ben de, iki dünya arasında olmuş olduğum için, bu kıyaslamayı bir görev sayıyorum. Gerçekten bugün Türkiye’de de, Batıda da, Batının önerdiği ideallerle, normlarla yaşayan insanlar cehennemde kavruluyorlar. Ben bu cehennemde kavrulmuş insanlardan biriyim. Böyle kavrulduğum için zaten, labirentin ucunda ışığı gördüğüm zaman ‘bu kurtuluştur’ diyebiliyorum. Türkiye’de ‘Batılıyım’ deyip, Batıyı savunup asla Batının önerdiği değerlere riayet etmeyen, laçka davranan, dolayısıyla acı çekmeyen insanlar var. Sıkışınca Batılı oluyorlar, sıkışınca Doğulu, geleneksel…

Devekuşu misali. Yükü görünce kuş, uç denince deve.

Bizim insanımızın Batı karşısındaki büyük lâubaliliği buradan geliyor. Burada halkı da suçlayamam. Çünkü halk gerçekten masum. Bu konuda zihnî, entellektüel birşeyi ondan bekleyemeyiz. Fakat işte aydınlarda çok kızdığım husus, kendisi özel hayatında fevkalâde geleneksel şeyler içinde, ama lâfa gelince başka insanları ceberut bir şekilde Batıcılığa yöneltmeye çalışıyor. O Batı normlarını hiç tatmadığı için, bedelini ödemediği için ne kadar yakıcı olduğunu da bilmiyor. Birey birey diye bir lâf. “Bireyci olalım”. Haydi ol bakayım, komşunun boğazını sık bakayım göreyim. Sonuna kadar gideceksin. İnkâr ediyorsan İlâhî Varlığı, hakikaten inkâr et. Hiçbir noktada Allah diye bağırma, göreyim seni. Bunları yapmıyorlar.

Bediüzzaman, şu zamanda insanlara imanda manevî bir cennet, küfürde ise manevî bir cehennem bulunduğunu gösterme lüzumundan sözediyor. Bunu şu zamanın bir ihtiyacı olarak tesbit ediyor.

Bu çok önemli benim için. Çünkü ben bunu ikide bir söylüyorum. Söylediklerimi toplayacak olursam, Batılılar o kadar büyük bir cehennemden geliyor ki, neticede kurtuluşa yaklaşanlar da çok oluyor. Bu gelen arkadaşlarımız öyle, ve artık bir daha oraya dönemiyorlar.

Çünkü cehennemi görerek gelmişler. Oysa biz…

Evet, bizimkiler en azından A’raftan daha kötü bir yere gitmiyor.

Oysa A’raf’ta olmak bir meziyet değil. Bir hak var, onu görüyoruz, ama oraya girmiyoruz, dışarıdan bakıyoruz. Cehennemi görebilsek, belki A’raf’tan da kurtulacağız ve imanın cennetine gireceğiz.

Bakın, ben çok ağır bir iç sorgulamadan geçtiğim onbeş sene içinde, cehennemi tasavvur etmek ne kelime, zaman zaman görüntüler görüyordum. Çocukken elinde büyüdüğüm Alman yahudisi bana gaz odalarını anlatmış. Çok somut bir cehennem yaşama şansım oldu benim. En basitini söyleyeyim, bana ağır krizler geldiği zaman zihnim bulanıyordu. Bunu önlemek için antipsikotik ilaçlar veriliyordu, bu ilaçların şiddetli yan etkileri vardı. Meselâ vücutta kezzap dökülmüş gibi yanma yapıyordu. Ben böyle yatakta yatıyordum, öyle bir yanıyorum ki, yatağın altında elektrik kabloları var zannediyorum, bana işkence yapılıyor zannediyorum, kendimi temerküz kampında zannediyorum. Çocukluğumda o yahudi dadı bana hep onları anlatmış, bu sefer acayip zehir kokuları geliyordu. Neticede hakikaten çok korku verici, feci korku verici, son derece cehennemî şeyler yaşadım. Sonuna doğru, işte imana yaklaşmaya başladıkça da cennet güzellikleri görünmeye, gül ve sümbül kokuları gelmeye başladı. O zaman dedim ki, herhalde din kitaplarının anlattığı bu, böyle birşey.

Diyeceğim o ki, bu dünyadayken cehennemi bir hayli görebilmiş olmanın, yahut bazı şeylerine ulaşmış olmanın avantajını gördüm. Çünkü “aman” dedim, “buradan kurtarayım kendimi, bunu sonsuza dek yaşamak çok korkunç olur” dedim. Benim için çok büyük bir ikaz olmuştu ve hep demişimdir, hastalığım sırasında ne kadar bedbaht ve şanssız bir insanmışım diyordum. Başta yokuşu çıkıp da düzlüğe vardıktan sonra, dünyanın en bahtlı kuluymuşum dedim.

  15.05.2004

© 2021 karakalem.net, İnci Şirvan



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut