*Bu sayfa, Risale-i Nur ekseninde yazılmış kapsamlı makaleleri paylaşmak üzere tasarlanmıştır.

Geçmişe Duyulan Özlem Olarak Hidayet: Büyük Misakın Uzantısı

Abdülhakim Murad

İSLÂM DİNİ, Hıristiyanlık ve Budizm ile birlikte, teorisi ve tarihsel alışkanlığı itibarıyla, dünyanın en önde gelen tebliğci dinlerinden biridir. Şayet “Kalk ve uyar!” Kur’ânî emri olmasa idi, büyük dünya dinlerinin en yenisi, Arap yarımadasında kendini çevreleyen coşkulu Hıristiyanlığa tedricen yaklaştıkça solup gitmesi mukadder olan, pek tanınmamış az sayıda Arap muvahhidinin oluşturduğu bir dinî grup olarak kalabilecekti. Ama bunun yerine, İslâm, tarihi ekonomiye ve topluma dair bir anlatıya indirgeme niyetindeki tarihçilerin hâlâ çözemediği bir tarzda, Mekke gibi ücra bir yerden çıkıp karşılaştığı daha müreffeh ve ileri medeniyetlerdeki siyasî düzeni ezip geçmiş; ve, daha da dikkat çekici bir surette, alışılmış kültür edinme kanunları ile, normalde fâtihlerini asimile etmiş olan daha derinlere kök salmış bir dinî düzeni dönüştürebilecek kadar güçlü bir tebliğ hareketi vücuda getirmiştir. Kurucusunun vefatından ondört yüzyıl sonra, Peygamberin misyonu, birbirinden epeyce farklı toplumlarda insanları kendine cezbetmeye devam ediyor. Bu bakımdan, İslâm’ın insanları kendine döndürmesinin gerçek niteliği, dünya tarihinin çok önemli sabitelerinden biri olmakla birlikte, hâlâ daha, hakkıyla anlaşılmış olmaktan hayli uzaktır.

Okumakta olduğunuz bölüm, bu karmaşık ve esnek dinamiği anlamlandırmak amacıyla, üç araştırma alanı boyunca ilerleyecektir. İlk önce, sosyologların ‘dönme’ adını verdikleri olgunun İslâmî kitâbî ve teolojik bağlamda ne anlama geldiği konusunda giriş mahiyetinde birkaç mütalaa sunulacaktır. İkinci olarak, İslâm tarihindeki en göze çarpan ihtida olayları, geçerli ilmî yorumların bir hülasası ile birlikte özetlenecektir. Son olarak, İslâm’a dönmenin, daha genel olarak bir dinden diğerine dönme olgusunun yerleşik teorik modellerinin içinde test edileceği bir örnek alan olarak internetteki yeni ‘siber-hidayet’ fenomeni hakkında henüz tam kemale ermemiş mülahazalar ortaya koyacağım.

İlki, elbette ki, teolojiye gelir. İslâm, başlangıç anından itibaren, mü’minlerin saflarını çoğaltmaya gayret etmiştir; onun kurucusu vesikası, aynı zamanda bir emirler manzumesi olan bir Allah kelamıdır. Mekke’nin ve çevresindeki kabilelerin taşkın putperestliğini kınayan Kur’ân’ın yaptığı ıslahat, altı yüzyıl önceki Nâsıralı İsa’nın altı asır önce yapmış olduğu ıslahattan daha keskindir. Zira, İsa’nın Yahudi muhatapları tek-tanrılı idiler ve dolayısıyla bütünüyle kınanacak durumda değildiler, oysa Hz. Muhammed’in tebliğini dinleyen topluluğun sahip olduğu her tür nitelikten arındırılması gerektiği açıktı. Bundan dolayı Kur’ân onun dolaysız tarihî bağlamında sunulan dinî görüşlerin elekten geçirilmesini veya en üst seviyeye çıkarılmasını tavsiye etmiyor; kayıtsız şartsız, onları reddediyordu. Bu bakımdan, başlangıçtaki İslâmî ethos ısrarla polemik yüklü ve ihtida-yönelimlidir. Hz. Peygamberin nübüvvetinin şahikası niteliğindeki Rahmet Dağındaki hutbe, Büyük Komisyonun* İslâmî muadili ile sona ermiştir: “Burada hazır bulunanlar, bu hakikatleri, burada bulunmayanlara iletsinler.”

Başlangıçtaki bu sitz im lebene rağmen, elimizdeki kaynaklar Hz. Peygamberin davetini kâfir Araplarla sınırlı tuttuğu kanaatinde değildir. Müslüman hafızası ile hatırlanırsa, Hz. Muhammed yalnızca ‘İsmail oğullarının kayıp koyunlarına’ gönderilmemiş; bir hadis-i şerifin beyan buyurduğu gibi, ‘bütün insanlığa gönderilmiştir.’ Gerçekte, Orta Çağların kelâm mütefekkirleri, sözbirliği halinde, İslâm’ın Allah tarafından murad edilmiş evrensel tek din olduğu kanaatini dile getirmişlerdir. Hz. İsa, bu klasik Müslüman görüşünde, görevinin sadece Yahudilere mahsus olduğuna inanıyordu; öyle ki Hıristiyanlığın Yahudi olmayanlara yönelik daha sonraki tebliğ faaliyeti, Allah’ın takdiri ile şirk ortamını İslâm’a hazırlık için kırmış olan bir preparatio evangelii (büyük müjdeye hazırlık)’tan ibaretti. Kur’ân , bazı modern tarihçilerin önerdikleri gibi hususî bir Arap kurtuluş tarihi inşa etmenin çok uzağında, göze çarpacak biçimde, Araplarla ilgilenmemektedir; hiçbir zaman onları münhasıran önemli bir geçmişin veya mukadderatın taşıyıcıları olarak övmemiştir. Rabbinik Yahudiliğin dinin kuruluş ortamına ulaşa-bilmesi en kolay olan bir tek-tanrıcılık olmasına rağmen, İslâm kardeş bir Sâmî halkı için Yahudiliğin yeniden yazılması niteliğinde değildir. Eğer Hz. Peygamberin misyonunun niteliğini yeniden inşa etme teşebbüsleri tam anlamıyla güvenilir ise (ki, modern tarihçilerin en radikalleri dışında herkes bunun böyle olduğunu kabul ediyor), o takdirde, İslâmî yayılmanın taşıdığı iştiyak itibarıyla tâ ilk zamanından itibaren kesin biçimde evrensel olduğunu gösterecek çok sayıda delil mevcut demektir. Hz. Peygamberin en yakınındaki tilmizlerinden ve sahabilerinden birkaçı, köken itibarıyla Arap değildi: hadisler, Süheyb-i Rûmî’nin, Selman-ı Fârisî’nin ve İslâm’ın ilk müezzini Bilâl-i Habeşî’nin isimlerini bize kadar ulaştırmıştır.

Bu yayılış bağlamına rağmen, Kur’ânî lügatçe ihtida için hiçbir terim ihtiva etmemektedir. Bu, Arapça islâm kelimesinin kendisinin bu kavramı bütünüyle içine alıyor olmasından dolayıdır. Kelime ‘güvenlik’, ‘kurtuluş’ ve ‘barış’ı ifade eden bir kökün etken biçiminin isim-fiilidir. Böyle olunca, İslâm’a girmek—aktif ortaç ile, Müslüman olmak—kişinin kendisini Allah’ın kurtarıcı eyleminin sınırları içerisine dahil etmesidir. İnsanlığın Yaratıcısı, Vedûd bir Rab olarak Allah, öteki dünyada bütün insanlık için felâhı dilemektedir. Kur’ân şunu tavsiye eder: ‘Ey iman edenler! Hepiniz islâm’a [silm] girin!” (2:208) ve “Allah kimin için hidayet dilerse, onun kalbini islâm’a açar” (6:125). Kur’ân’ın müstakim bir hayata dönme nosyonu, ani bir kırılmayı değil, bilakis, Müslümanın hayat boyu sürecek bir Allah’a dönme sürecini hak edip bu yolda mücahede etme gibi dinamik bir hal üzere yaşamasını ima eder. Kendisinden kurtuluş teminatı alınacak bir ‘Mesih’in İslâmî muadili yoktur, çünkü İslâmî kurtuluş öğretisi yapılan bir kötülüğü kefaretle ödeyen bir Kurtarıcının fedâkârlığı üzere dönmez, bilakis imanlı bir kalbin kendini kötülüklerden arındırıp Allah’ın inayetini doğrudan doğruya yaşayıp hissetme mücadelesini eksenine yerleştirir. Bundan ötürü, İslâm’a dönüş anlatılarının az sayıdaki ortak özelliğinden biri, bunun sonucu olan açık-uçluluk varsayımı ile birlikte, tedricîliktir. Bir yeni muhtediye söylenen geleneksel sözler şunlardır: “Muharebeyi kazandın, artık şimdi mücahede etmelisin.” Hıristiyanlıkla kıyaslanırsa, ‘yeniden doğma’ şeklinde veya kullanılan bir maddenin etkisinde gerçekleşen psikotropik türden bir dönüş, İslâm’a dönüşün mutad yollarından biri değildir; zira, modern muhtedilerin çok büyük kısmı, aklî delilin aslî bir rol oynuyor olduğunun hissedildiği yavaş bir özümseme ve benzeşme süreci yaşadıklarını belirtiyorlar.

Kur’ânî kurtuluş öğretisinin bu özgün Müslüman ‘dönüş’ tabirini, yani islâm’ı destekleyen daha ileri bir veçhesinin daha anlaşılması gerekiyor. İslâm olma süreci, beşerî kurtuluş tarihini sahası gök ve ruh olan bir Allah ile hükmünü yeryüzü üzerinde ve tende icra eden bir şeytan arasındaki muazzam bir yüzleşme olarak anlamadığı için, geleneksel olarak, Augustinyen conversio (dönüş)’ten daha az dramatik ve daha az etkileyicidir. İslâm’da aslî günah kavramı yoktur; ve İslâm’ın antropolojisi genelde Rabbinik Yahudiliğin antropolojisine, Latin Pederlerinin Hıristiyanlığına, ve dolayısıyla Thomas Aquinas’ın, Martin Luther’in ve Batılı geleneğin büyük kısmınınkine nisbetle çok daha yakındır. İslâm’ın, tam aksine, Matthew Fox’ın ‘aslî hayır’ adını verdiği şeye yakın bir akidesi vardır ve yaratılışın Allah’tan bütünüyle ayrılma olduğu inancını reddeder. Fıtratı itibarıyla bizatihî rahmetle donatılan insan, mahluklar içinde en yüksek mevkiyi işgal etmektedir. Öyle ki, bir hadis-i şerife göre, her çocuk gerçek fıtrat üzere doğar, ama anne babası onu bir Yahudi, bir Hıristiyan veya bir Mecusî yapar. Bu doktrin Kur’ân’da A’râf sûresinin 172. âyetinde teyid edilmiştir. Bu âyet-i kerime bütün ruhların, dünyaya neşredilmeden önce, Allah’ın huzurunda şahadete davet edildikleri Büyük Misaktan söz etmektedir. Âyet şöyle bir zamandan bahseder:

“Ve hatırla ki: Rabbin, Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini aldı. ‘Ben, Rabbiniz değil miyim?’ diye onları kendi nefislerine karşı şahit tuttu. Onlar: ‘Evet, Sen bizim Rabbimizsin. Biz buna şahidiz’ dediler. [Bunu, böylece hatırlatıyoruz ki] Kıyamet Gü-nü’nde, ‘Doğrusu, bizim bundan haberimiz yoktu!’ demeyesiniz.”

Mevlânâ, Allah’a dönmekten anladığı mânâyı tasvir ederken, bu gelenek içerisinde bütünüyle teamüle uygun konuşmaktadır:

“Bu [hayat]tan önce, meleklerle aynı bardaklardan içerken, ruhlar küreler üzerindeydi.

Ruhum onun ellerini çırpıyor, zira Senin sanatın onu aynı yere itiyor.”

Fıtratın yol göstericiliği ve ruhun esas itibarıyla günahsızlığı kanaatinde olan İslâm, insanlığa Allah’a yönelik ve O’na dair bu ilk şahadetini hatırlatmaktan öte birşey yapmamaktadır. İhtida, İslâm’a giriş, bir hatırlamadır (zikir); zaten var olanı inkâr etme değil, içeriye geri dönme ve teyid etmedir. Bu sebeple, bugünkü yeni Müslümanların büyük çoğunluğu kendilerini ‘dönenler’ (converts) diye değil ‘aslına dönenler’ (reverts) diye tanımlıyorlar. ‘Farkına varanlar=kabul edenler’ (recognisers) belki daha da sahih bir karşılık olabilirdi. İhtida edenler için İspanyolca’daki alışılmış deyim, reconocerse musulmán; yani, kendini Müslüman kabul eden, Müslüman olduğunun farkına varandır.

*

İnsan fıtratı ve dinî hayata ilişkin bu açıkça iyimser sade görüşle motive olan ilk Müslümanlar, muzaffer fâtihler olarak kadim dünyaya serpildiler. Bunu din tarihinin insanı en ziyade hayrete düşürücü hadiselerinden biri takip etti; kilise pederlerinin ülkelerinin büyük bir kısmı, tek-tanrılı dinlerin herhangi birinin kariyerinde kaydedilen yegâne topluca din değiştirme olayını tecrübe ettiler. Hıristiyanlığın asırlar önce yavaş yavaş kök salmış olduğu İskenderiye, Antakya ve Kudüs gib büyük patriklik merkezleri tedricen ama kalıcı biçimde yeni dine yöneldiler. Bu süreci kaydeden büyük bir tarihçinin dediği gibi: “600 yılında Nâsıralı İsa’ya Allah’ın Oğlu olarak iman etmiş bulunan erkek ve kadınların torunlarının hemen hepsi artık Allah’a ve O’nun Resûlü olarak Muhammed’e olan imanlarını ikrar ediyorlardı.”

Gazze şehri, tipik bir durumu aksettirir. Bu kentin Hıristiyanlaşması çok yavaş ilerlemişti, ama Arap fatihler oraya ulaştığında:

“Gazzeliler yeni dine dönme çağrısına iştiyakla karşılık verdiler [...], ve, mahallî ta-rihçilerin söylediğine bakılırsa, şehrin merkezindeki büyük kilisenin camiye çevrilmesini istediler. [...] Araplar geldiğinde Hıristiyanların hepsi İslâm’a dönmeye karar vermiş değillerdi; onlara, Gazze şehir merkezine yakın yerdeki aynı site içerisinde bulunan Porphhyry kilisesinde (442’de inşa edilmiştir) ibadet etme hakkı verildi.”

Bu süreçle ilgili olarak ortaya konulan keskin biçimde müzakere edilmiş açıklamalar arasında hakemlik yapma teşebbüsüne girişmeye yerimiz müsait değil. Yine de, aşağıdaki genel kabul görmüş bulgular hatırlanmalıdır. İlk olarak, Sir Thomas Arnold’un eseri The Preaching of Islam’ın 1896’da yayınlanmasından beri Hıristiyanlıktan İslâm’a dönmelerin hemen hepsinin zorlamayla değil, gönüllü olduğu kabul edilmektedir. Bundan dolayı, Müslüman İspanya’yı inceleyen modern bir tarihçi “Hıristiyanların Müslüman fâtihlerce din değiştirmeye zorlanmadıkları ve işkenceye maruz bırakılmadıkları konusunda tarihçiler âdeta ittifak halindedirler” kaydını düşmektedir. İkinci olarak, D. C. Dennett’in Conversion and Poll Tax in Early Islam’ın 1950’de yayınlanmasından beri de, tarihçiler ihtidaların çok büyük bir kısmının halifelerin gayrimüslim teb’alarından toplanan ayırımcı vergiden kaçmak için vuku bulduğu yolundaki daha önceki görüşlerinden vazgeçtiler. Vergilendirme oranlarının çok yüksek olmadığı, ve birçok olayda ihtidaya engel teşkil etmediği anlaşılıyordu. Üçüncü olarak, Richard Bulliet’in 1979’da yayınlanan Conversion to Islam in the Medieval Period adlı monografisi birçok ihtidanın fetihten hemen sonra değil, onu takip eden, Bulliet’in ‘İhtidalar Çağı’ adını verdiği üç veya dört yüzyıl içinde gerçekleştiğini göstermiştir. Bu bakımdan, bugün, Mısır ve Kuzey Afrika’nın dokuzuncu yüzyıl ortalarında sakinlerinin çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkeler haline geldiklerine, İran’ın ise biraz daha önce Müslümanlaştığına, öte yandan, onikinci yüzyılın başında İber yarımadası nüfusunun en azından beşte dördünü Müslümanların oluşturduğuna inanıyoruz. Bu üç keşif, 1979’da Levtzion’un ‘askerî fethi illâ da yaygın bir ihtidanın takip etmediği,’ bilakis İslâm’a dönüşün bir asır veya daha sonra gerçekleştiği yönündeki genellemesini destekliyor. Müslüman hanedanlar tarafından Orta Çağların sonlarında fethedilen Kuzey Hindistan, Anadolu ve Balkanlar gibi topraklardaki İslâmlaşma süreci ile ilgili çalışmalar da bu genellemeyi teyid etmektedir.

Levtzion ile Bulliet, ve genel olarak bu araştırma alanı, Müslüman yönetimlerin, meşruiyet iddialarını gösterişli bir biçimde dine dayandırmış oldukları halde, idareleri altındaki azınlıkların İslâm’a girmesi yönünde neredeyse hiçbir aktif çaba sarfetmediklerini kaydeder. İslâm’a dönüş, iddia edildiği şekilde tipik bir biçimde resmî baskının veya yerli Hıristiyan kurumlarının ya da diğer kurumların çökmesinin bir sonucu değil, Müslümanlar ile gayrimüslimler arasında artan sosyal etkileşimin bir neticesidir. Kısmen Arap kabile mensuplarının İslâm’ın nüfuzunu sağlamlaştırma arzusunun sonucu olarak, ilk fâtihler kendilerini askerî konak yerlerinden uzak tutmuşlardı; ve ancak bu yerler civardaki yerli göçmenleri sürekli biçimde buralara göçmeye cezbedebilen büyük şehir merkezlerine dönüşmelerinden sonradır ki, fâtihler ile fethedilenler arasında yaygın temaslar vuku buldu. Bu nedenle, ihtida süreci yavaş başladı, ve yeni muhtedilerin kendisi aydınlatılmamış kitlelerle temasın kilit noktası haline geldikçe, mütemadiyen hız ve ivme kazandı.

İhtidalar Çağının onbirinci veya onikinci yüzyılda kapanmasıyla, geri kalan ihtida etmemiş halkların İslâmlaşması çok daha yavaş ilerledi; ve bu ihtidalar da, genellikle, örtüşen iki sosyal grubun eseriydi. Bu gruplardan ilkini, dünyanın hakim medeniyetine mensup olmalarının müşterilerinin nazarında inançlarına ve hayat tarzlarına büyük bir prestij kazandırdığı seyyah tüccarlar oluşturuyordu. İkinci grup ise, kerametler ve şifalar sunarak, yerel dillerde eser yazıp şiir ve ilahiler terennüm etme iştiyakı göstererek, tedrîcî geçiş süreçlerine müsaade etme yönünde sürekli bir temayül sergileyerek, ilâhî olana karşı cezbeli bir aşk ilişkisini anlatıp savunarak imansızları cezbeden gezgin sûfî mistik ve velîlerinden müteşekkildi. Bosna’nın, Keşmir’in, Endonezya’nın ve Batı Afrika bölgelerinin ihtida etmesi büyük ölçüde İslâm’ın bu tabiatı itibarıyla devingen ve diyalojik takva biçimlerini besleme kabiliyeti ile mümkün olmuştur.

Bulliet modelinin ancak düzensiz olarak geçerli olduğu Hint alt-kıtasında İslâmlaşma vesilesi, özelde, sûfî mistikler idi. Hindistan’a yönelen İslâm akınlarını takip eden ilk üç yüzyıl pek az ihtidaya şahit olmuştur, ve Orta Doğulu ivmesi gerçekte hiçbir zaman güç kazanmamıştır. Bu, belki de İslâm ile Hinduizm arasındaki büyük kavramsal gedikten ötürüdür, belki de Hindu toplumunun keskin hatlarla tabakalaşmış ve sınıflara ayrışmış olmasından dolayıdır. Ki bu, nihâi siyasî iktidarın artık Hinduların ellerinde olmadığı zamanlarda bile, kendi âhengini ve dinî güvenirliğini koruma imkânını Hindistan’a vermiştir. Bununla birlikte, Richard Eaton ve diğerlerinin Hindistan’da Hinduların ihtidasının Müslümanların hükümranlığı altındaki alanlardan daha ziyade, Müslüman yönetiminin sınırları ötesindeki bölgelerde daha yaygın olduğunu gösteren araştırmaları sonucu, Arnold ve Dennett’in tezleri Hindistan deneyimi ile büyük ölçüde teyid edilmiştir. Müslüman siyasî egemenliğinin genişlemesi ve Müslüman dinine olan iltihakın gelişmesinin (burada genellikle aşağı kastlar arasında) birbirinden büyük ölçüde ayrı süreçler oldukları görülüyor. İhtidanın alışıldık kıvılcımı uzaktaki sultanların siyasetleri değil, Müslüman tebliğciler ile temas kurulması idi.

Uzak Doğuda, silahlı İslâm istilasına bağlı olmayan İslâmlaşma olgusunun, sözkonusu tezin daha ileri bir teyidini sunduğu ortaya çıkıyor. Hindu Hindistanı’nın sosyal, siyasal ve dinsel bakımdan birbirine sıkıca kenetlenmiş toplulukları İslâm ile ancak nice yüzyıllar devam eden bir süreç sonucu müşerref olmuşlardır, öyle ki bugün bile Müslümanlar yarımadanın ancak yaklaşık üçte birini oluşturmaktadır. Cava, Malaya ve Sumatra ise, bunun aksine, büyük ölçüde Hint kültürel yörüngesinde oldukları halde, daha az direnç göstermişlerdir, öyle ki bugün Endonezya nüfusunun yüzde 90’dan fazlası Müslümandır. Öyle görünüyor ki, bunun sebebi, deniz ticaret yollarının Müslümanların hakimiyetinde olduğu nazara alınırsa, bölgenin hepsi de nüfuslanmış birkaç bin adaya bölünmüş olmasının Müslümanların bu adalara ulaşmasını kolaylaştırmış olmasıdır. Bu sayede Müslümanların adalar halkıyla temas kurma imkânları artmıştır.

Bu bakımdan, bütün İslâm’a dönüş bölgelerinde, farklı bir model sezilmektedir. Birincisi, münhasıran dini yayma amaçlı misyoner kurumlarının olmayışıdır: Sûfî tarikatlar sık sık kültürel aracılar olarak hareket edebilmişlerse de, esas hedefleri kâfirlere karşı bir misyonla gitmek olan yapılar olarak kurulmamışlardı. İkincisi, ihtidaların ezici bir çoğunluğunun gönüllü olduğu görülüyor. Üçüncüsü, İslâmlaşmanın tedricî olma eğiliminde olduğu; bu sürecin ya Müslümanlarla temasa geçme yoluyla ya da kısmen İslâmîleşmiş unsurlarla karşılaşılması sonucu olarak gerçekleştiği, ve bu bakımdan A.D. Nock’ın ‘yapışma’ adını verdiği bir sürecin yaşandığı anlaşılıyor.

Ancak, karşılaşma ve yapışma modelleri birer sosyal çerçeve olarak ikna edici olsalar dahi, tek tek kişilerin İslâm’a girişlerindeki kesin sâiki ortaya çıkaramadıkları açıktır. Müslümanların öteki insanlar ile sosyal etkileşimi gerçeği, bizatihî bu ölçekte bir ihtida hareketinin açıklamasını teşkil edememektedir. Bu muamma, Müslüman olma tercihini potansiyel muhtedi adayları için pek cazibedar kılmayan bir dizi caydırıcı unsurun varlığı da gözönüne alınınca, daha da zor hale gelmektedir.

Bu caydırıcılardan biri, ihtida sonucu ortaya çıkabilecek sosyal dezavantajlar biçiminde cereyan etmiştir. Orta Çağdaki Şam veya Bağdat gibi büyümekte olan bir kente gelen ihtiraslı bir göçmen İslâm’ı sosyal hareketlilik hatırına benimsemeye imrenebilirken, Modern Çağ-öncesi Hıristiyan veya Hindu gruplarının, tipik olarak, dinden dönmeyi hemen toplum dışına itilme statüsünü icap ettiren bir hıyanet hareketi olarak addetmesi gerçeği gözönüne alındığında, muhtedi adayı içinde bulunduğu topluluktan gelecek şiddetli bir dışlanma bekleyebilir. İslâm hukuku, bunu sembolize edercesine, İslâm’a ihtida edenlere, inanmayan ebeveynlerinden miras alma hakkını vermeyerek, daha da ağır bir engel ortaya koymuştur. Orta Çağ muhtedilerinin çoğu için, bir topluluğa katılmak yolu ile gelen avantajlar, bir ayrım ile ortaya çıkan problemler karşısında çoğu kez güçlükle dengeleniyordu.

İkinci muamma ise, İslâm’ın dinî beklentilerinin çok şeyler isteyen niteliği ile ortaya çıkmaktadır. Küfür içinde kalacak olsa devam edecek olan derin cehaletine rağmen ihtidayı düşünen bir sekizinci yüzyıl Suriye köylüsü veya tüccarı, bu adımın acılı bir sünnet olma merasimini getireceğini biliyor olmalıydı. St. Paul, bu eski İbrahimî âdetin ‘İsa’nın şahsında’ artık tüm inananlar için bir zorunluluk olmaktan çıktığını ilan ederek, bu köylünün dedelerinin Hıristiyanlığa dönüşünü kolaylaştırmıştı. Ama İslâm bu tavizi vermedi.

Muhtedi adayına teklif edilen başka bir potansiyel gözdağı, dinin ibadet sistemi idi. İslâm, biri güneşin doğuşundan epeyce önce olmak üzere günde beş vakit namaz öngörüyordu. Yine İslâm, sıcak iklimlerde külfetli bir ödev olan Ramazan orucunu em-rediyordu. Yine bu din, yıllık gelirin onda birini, servetin de kırkta birini fakirlere vermeyi vacip kılıyordu. Yine İslâm, pahalı, sıkıntılı, ve Orta Çağlarda aynı zamanda tehlikeli bir görev olan haccı emrediyordu. Bu din, Hıristiyanların aşinası olmadığı, en çok bilineni de domuz etinin haramlığı olan, yeme-içmeyle ilgili bir dizi yasak da getiriyordu. Ayrıca bu din, İslâm hukukunun gayrimüslimler için izin verdiği alkol tüketimini Müslümanlar için yasaklamaktaydı.

Öyleyse, İslâm’ın başarısı gibi çarpıcı bir hakikati ne ile izah edebiliriz? Şu problemi de tekrar ifade edersek, gayrimüslimler nadiren İslâm’a dönme yönünde resmî bir baskıya maruz kalmışlardı. Onlar kendi ibadet ve eğitim yerlerini kendi ellerinde tuttular ve daha geniş olan İslâm dünyasında modüler cemaatler olarak varlıklarını sürdürdüler. İslâm’a dönme aile ve köyün âdet ve söylemlerinin terk edilmesini icap ettiriyor, sade ve hemen hemen münzevî itidal ile kendini belli eden camideki ibadet eksenli, yeni ve müşkülpesent bir cemaat hayatı tipinin kabulünü gerektiriyordu. Bulliet’in yaptığı gibi bu ihtidanın Müslümanlarla yaşanan sosyal temasın yaygınlaşması ile birlikte cereyan ettiğini söylemek, insanların, özelde Hıristiyanların niçin böylesine kolay bir biçimde İslâm’a döndüklerini açıklamamaktadır.

İslâm’ın başarısı gibi merak uyandıran bir gerçeği ele alırken, bizzat İslâm’ın niteliğini ve kökenlerini hatırlamamız faydalı olabilir. Daha önce de kaydedildiği üzere, Kur’ân kenara itilmiş ve zulme uğrayan bir zümre lehine, çok-tanrılı bir dünyaya karşı, ve aynı zamanda onun ardındaki Yahudi-Hıristiyan âlemine karşı bir argüman olarak ortaya çıktı. Bir Kutsal Metinler manzumesi olarak Kur’ân ve onu tamamlayıcı nitelikteki hadis külliyatları, bilinçli bir biçimde, belirli bir insan psikolojisine hitap eden bir ihtida söylemi oluştururlar. Kur’ân, ilk Müslümanları, kenara itilmişlik hallerinin uzun sürmeyeceği yolunda teminatlar vererek teselli eder: “Fakat Biz istiyorduk ki, yeryüzünde hor ve güçsüz görülen kimselerden yana çıkalım, onların dinde öncüler olmasını sağlayalım, onları [Firavun’un şeref ve itibarına] varis kılalım” (28:5).

Kur’ânî söylemin ve Siyerin bu ‘kurtarıcı’ eğilimi dikkate alındığında, İslâm’ın tarihsel olarak kenara itilmiş toplulukları cezbetmiş olması gerçeği şaşırtıcı değildir. Bugün Birleşik Devletlerde zenci muhtedilerin sayısı, beyaz dindaşlarından yirmi kat daha fazladır. Orta Çağların ilk dönemlerinde, Bizans’ın Rumca konuşan rahip sınıfına ve siyasî seçkinlerine çoğunlukla keskin biçimde yabancılaşmış olan Yakın Doğu halkları, muhtemelen benzer bir biçimde mukabele etmişlerdir. Hıristiyan teb’a, devlet tarafından baskıya uğramamış olsa da, marjinalleşmişti ve belki de devletin kendi dininden yardım istemişlerdi, ki bu da, artık şimdi yetki sahibi de olsa, bir teselli ve vaad söylemi suretinde ortaya çıkmıştır.

Bunlarla birlikte, bir de meydan okuma unsuru işe karışmış olabilirdi. Bu yakınlarda Hindistan’daki aşağı sınıflar arasındaki ihtidalar en azından bir sosyolog tarafından bir ‘protesto stratejisi’ olarak anlaşılmıştır. Protesto ihtidaları, Irwin Scheiner’in Christian Converts and Social Protest in Meiji Japan adlı kitabında bıkıp usanmadan topladığı delillerle belgelediği üzere, din sosyologlarınca kabul görmüş bir fenomendir. Scheiner Meiji Restorasyonunun bir sonucu olarak sosyal statüsünü kaybetmiş bulunan bir samurayın, bir protesto alâmeti olarak Protestanlığı nasıl benimsediğini izah eder.

Öyleyse, bu çıkarımlar makul gözükmektedir. İslâm’ı kabul etme kararının zorlu niteliğine rağmen, özelde Hıristiyanlar ve daha sonra Hindistan’daki kenara itilmiş Hindular, İslâm’ı büyük topluluklar halinde kabul etmişlerdir. Bu, bir tür kurtarma teolojisi olarak ortaya çıkmış olan, ve, hükümdar bir Müslüman olsun veya olmasın, sosyal itilmişliğe karşı erişilebilir bir araç temin eden Kur’ânî mesajın niteliği sayesinde mümkün olabilmiştir. Elbette ki buna biz, dinin kendi cazibesini ekleyebiliriz: onun, Hıristiyanî bilgilerle ve teslisçi ihtilaflarla, ya da Vedanta metafiziğine girerek kafası karışmış bulunan nice kimseyi cezbeden sade tevhidi... İşte bundan dolayı, Lamartine’in İslâm’ı “Pratik ve tefekkürî bir deizm. Ona inanmış olan kimseleri, yani mucizelerle dolu bir dogmatik sistemden bir başkasına değil, daha sade bir akide türüne dönen bir kimseyi başka bir dine döndürmek mümkün olamaz’ diye takdir etmiş olması bundandı. Dünyanın en eski veya en köklü Hıristiyan cemaatlerinin, İslâm’ı, bu dini onlara anlatanların güçlü ve etkileyici bir dinî karizmaları olduğunu görmeden hemencecik kabul etmedikleri de açıktır.

*

Bu klasik ihtida modellerinin günümüzde geniş bir uygulama alanının bulunup bulunmadığı hususu, açık olmaktan çok uzak bir husustur. Bu dinin sayısal bir artış gösterdiği gerçeği şüphe götürmez: Müslüman nüfusun dünya nüfusu içindeki oranının 1990 yılında yüzde 12.4, yirminci yüzyılın sonunda ise yaklaşık yüzde 20 civarında olduğunu gördük. Bu oran 2025’te tahminen yüzde 30 civarında olacaktır. Bununla beraber, bu oran çok büyük bir ölçüde, Müslümanların yaşadıkları Üçüncü Dünya topluluklarındaki fıtrî artışın bir sonucudur. Modern İslâm’ın tebliğ amaçlı olarak nerelere ulaşabildiğini ve bu tebliğin mahiyetini ortaya çıkaracak güvenilir istatistikler bulunmamaktadır. Bununla birlikte, bugün Batının geleneksel Hıristiyan ülkelerinin İslâmlaşma modelleri yaşadıklarında şüphe yoktur. Bunun demografik bakımdan en çok öne çıkan örneği, boksör Muhammed Ali, caz müziği sanatçısı John Coltrane ve aktivist Malcolm X gibi meşhur muhtedilerce tezahür ettirilen ve güçlendirilen, nüfusu bölgede dört milyonu bulan Afrikalı-Amerikan Müslüman cemaatidir. Onların ihtidası, pekâlâ, beyaz Hıristiyanlarca asırlardır sürdürülen kötü muameleye karşı bir protesto hareketi olarak yorumlanabilir. Bu süreç rap müziği gibi popüler zenci kültürü formları içine Müslüman temalarının yayılışı ile, keza kendi cami cemaatlerine halılar yerine sandalyeler üzerine oturma izni vermek suretiyle bir Hıristiyan kimliğinden bir Müslüman kimliğine atlama taşı olma fonksiyonu icra eden Nation of Islam gibi iki tarafı da birleştirmeye çalışan cereyanların yükselişi ile kolaylaştırılmıştır. Anlaşıldığı kadarıyla, günümüz Amerika’sındaki dinî manzaradaki bu mühim dönüşümün, daha önce özetlenen iki ihtida teorisini, yani sosyal bakımdan itilmişliğin protestosu ve tedricî yapışma teorilerini geçerli kıldığı görülüyor.

Yorumlanması daha güç olanı, çok daha küçük, ama kalıcı bir surette daha imtiyazlı etnik gruplar arasında yaşanan ihtidalardır. ?urada bile İslâm’ın farkına varılan ‘fakirlere yönelik öncelikli tercihi’nin 1981’de İslâm’a giren Fransız Komünist Partisi eski başkanı Roger Garaudy’nin veya İslâm’ı Üçüncü Dünyacılığın ve sömürgecilik karşıtı tavrın bir parçası olarak gören bale koreografı Maurice Béjart’ın durumlarında olduğu üzere İslâm’ı kabul etme saiklerinde düzenli olarak tasavvur edilmesine rağmen, günümüz Amerika’sında İslâm’ı kabul etmelerin belki de yüzde beşi, beyaz çoğunluk içinde cereyan etmektedir. Bununla birlikte, ayrıcalıklı bir maziden gelen her muhtedinin protesto jesti yapmaya açıktan ilgi gösterdiği de söylenemez. Kısmen bu sebepten dolayı, bu hareket, geçtiğimiz yıllarda birçok araştırmacının dikkatini çekmiştir. Beyaz muhtedilerin sayısı kayda değer değildir (İngiltere’de belki elli bin, Fransa’da ise yüz bin). Ne var ki, bir bütün olarak dünyanın, Batının imajı dahilinde gitgide yeniden şekillenmesi ölçüsünde, bu fenomenin İslâm’a dönüşün gelecekteki istikametini ve argümanlarını daha küresel bir düzeyde ortaya koyabilmesi de pekâlâ mümkündür.

Bu muhtedilerin en gözle en çok görülür faaliyet alanları internettir. İnsan yapısı eserler arasında en karmaşığı olan bu araç, İslâm dahil yerleşik dinlerin genellikle savunma konumunda kaldığı şekilsiz bir Babil Kulesidir. Bununla birlikte, internetin, bize, geleneksel İslâmlaşma teorilerini ele alabileceğimiz elverişli bir zemin sağlayan tebliğci bir savunmayı mümkün kılarak, Müslümanlarla diğerleri arasında yeni bir temas noktası olarak hizmet etmekte olduğuna dair işaretler vardır.

Günümüzde internet, Batıdaki dağınık Müslüman cemaatleri arasında, ev sahibi toplulukların değerleri ile olan bildik kültürlenme sürecini geciktirici bir niteliğe sahiptir. Web siteleri Amerika veya Avustralya’nın en ücra köşelerindeki tecrit edilmiş Müslümanlara kitap ve namaz tespihlerini sipariş verme, müstakbel eşlerin yerlerini tespit etme, vaazları gerçek zamanlı ses cihazı hatları ile dinleme, ve ilgi duydukları meseleleri çok sayıdaki Müslümanla tartışabilme imkânını vermektedir. Bir zamanlar kültürün yayılışında sabit bir faktör olan coğrafyanın bu topyekûn ilgası, göçmen ve azınlık gruplarının asimilasyonuna ilişkin geleneksel sosyolojik teorilerin doğruluğunu ciddi biçimde sorguluyor. Fenomenin ölçeği şu anda bile kayda değer niteliktedir: Kuzey Amerika İslâmî Cemiyetinin [ISNA] web sayfası (www.islamicity.org) Şubat 1999’a kadar devam eden iki yıllık süre içinde neredeyse yirmi milyon ‘hit’ kaydetti ve yeni yüzyılın ikinci on yılına gelindiğinde bunu bir milyar hedefine çıkarmayı amaçlamaktadır.

Aynı şekilde mesafenin de bertaraf edilmesi, ihtida sürecine çok mühim bir etkide bulunmaya başlamaktadır. Idaho’daki bir çiftçinin Hıristiyanlık dışındaki dinlere ilişkin bilgisi artık ilçesindeki kütüphanede bulunan kitap varlığı ile sınırlı değildir. Bir davayı savunanlarla kişisel temas sayesinde, hiçbir engele takılmaksızın ve utanıp sıkılmaksızın, bir küçük sörf ile, bilgisayar ortamına aktarılmış Kur’ân ve hadis indekslerine isim vermeksizin girebilmekte, Hıristiyanlık aleyhindeki polemik yüklü literatürü okuyabilmekte, ve sabırla, teknik bakımdan literatür Müslümanlarının çoğunluğunun inandığı biçimiyle, dinin makul derecede sahih bir tasvirini elde edebilmektedir.

Kaçınılmaz olarak, yeni bir fenomen kendi varlığını şu biçimde göstermiştir: internet muhtedisi veya ‘siber-muhtedi.’ Beşikten Müslümanlar tarafından kurulan birçok İslâmî web sitesi de bu fert için İslâm’ı öğrenmede materyal tedarik eder. Meselâ, Belfast İslâm Merkezinin web sayfası yeni Müslümanlar için kısa bir ibadet kılavuzu ihtiva etmektedir. ‘Basmakalıp söz ve yargıları’ parçalayan ve İslâm hakkında daha çok şeyler bilmek isteyen dini konularda kafa yoran web sörfçülerine ücretsiz telefon numaraları veren bir ‘Gayrimüslim Sayfası’ bulunmaktadır. Bir İngiliz sitesi “Biz gerek erkeklerden, gerek kadınlardan, çok değişik dinî ve sosyal geçmişleri olan birçok insanı İslâm’a döndürdük” iftiharı ile, videolarını çok sayıda kişiye ulaştırıyor. Amerika’da kendini, “Web sayfaları ile, elektronik posta ile, sanal sohbet ile, mesaj ilan tahtaları ile ve haber grupları ile İslâm’ı yaymayı hedefleyen bir online cemaatidir [...] Müslümanlar siber âlem kullanıcıları arasında İslâm’ı yaymada aktif olmalıdırlar” ifadeleri ile tanıtan bir Online İslâmî Tanıtım Ekibi bulunmaktadır. Hıristiyan-karşıtı bir site, Amerikan evangelisti Jimmy Swaggart ile tartışan bir Müslümanın video filmini içermektedir. Bir başkası İslâm’a dönen eski bir Uniat Katolik papazınca hazırlanan, Kitab-ı Mukaddes hakkındaki bir kitabın metnini sunmaktadır. Brezilya’daki bir site, benzer bir materyali Portekizce olarak sunmaktadır. Edmonton İslâmî Kaynaklar Sayfası ‘muhtedi meselelerinin’ bir seçkisini müzakere etmekte ve ‘Noel’e İslâmî bir Alternatif’ hususunda tavsiyelerde bulunmaktadır.

Göçmen gruplarca işletilen bu sitelere ilave olarak, bizzat muhtedilerce işletilen web siteleri de mevcuttur. Bunlardan bazıları içe kapanıktır ve açık bir tebliğci yönelimden mahrumdur. Sözgelimi, çeşitli ülkelerde birkaç bin muhtedisinin bulunduğunu öne süren İngiliz temelli bir organizasyon olan Murâbıtûn Dünya Hareketince işletilen altı site, açılıma pek ilgi duymayan özelliği ile, açık ki, münhasıran grup mensuplarına yönelik müzakere platformudur. Yine, hanım muhtediler için ve hanım muhtediler tarafından işletilen, ve İslâm’a yeni grenler için müzakereler ve yol gösterici dinî bilgilerle sınırlı olan bir anasayfa mevcuttur.

Bununla birlikte, muhtedi web sayfalarının çoğu, niyetleri itibarıyla hidayete vesile olmaya dönüktür. Bazıları bir alanda uzmanlaşmıştır. Porto Rikolularca idare edilen, tanımı gereği bir muhtedi sayfası olan Hispanik Müslümanlar Sayfası veya Singapur Müslüman Muhtedileri Cemiyeti gibi. İspanyol web sayfalarının çoğunun, İspanya’daki İslâmî teşkilatlara [Reconquista döneminde Hıristiyanlığa girmeye zorlanan] Moriskoların son torunlarının hakim olduğu gözönünde tutulursa, pek şaşırtıcı olmayacak biçimde, muhtediler tarafından idare edildiği görülüyor. Bundan ötürü, kendisi de bir muhtedi olan Madridli bir beyin cerrahı ve devletçe resmen tanınan İslâmî Direktörlüğün genel sekreteri, bu kuruluşun çok sofistike web dergisinin idaresini yürütüyor. Bu sitedeki bir sayfa Katalanya’da İslâm konusundaki materyallere ayrılmıştır, zira bu sayfayı derleyen Katalan bölgesindeki yüz tuhaf muhtediyi bilmektedir. İhtida yalnızca bir kaynak değildir, aynı zamanda hayli motive olmuş neo-Müslümanlar için şevk verici bir unsurdur da.

Kendilerini dinin geçmişteki tebliğci deneyimi ile ilişkili gören muhtedi sitelerinin tekerrür eden bir özelliği, geleneksel İslâm’ın Batıdaki beşikten Müslümanların çoğunun ihmal ettikleri bir veçhesi olan tasavvufa ilgi duyuyor olmalarıdır. Bu siteler sıralanamayacak kadar çoktur, ne ki birkaç örnek vermek için kaydedecek olursak, İtalya’daki Giardino della Cognoscenza sitesinin ismini vermek gerekir. Bu site geleneksel olarak ihtida-yönelimli Nakşibendî tarikatına mensup muhtedilerce işletilmektedir ve, aşikâr bir biçimde, gayrimüslim ‘arayış insanları’nı cezbetmek için tasarlanmıştır. Sanal ziyaretçiler, Nakşibendî tarikatı hakkında daha fazla şeyler keşfetmeye, onun dergâhlarını ziyaret etmeye davet edilmekte ve bunlardan onlarcasının adresleri verilmektedir. Site, onyedinci yüzyıl İstanbul’unda ortaya çıkmış olan, fakat şu an Batıda birkaç bin muhtedisinin olduğunu öne süren Cerrahî tarikatına mensup muhtedilerce işletilen başka bir İtalyan sitesine de link vermektedir. Cerrahî sitesi, Cerrahîlerin İtalya’daki ruhânî liderlerinin bir portresini ve kısa bir biyografisini sunmaktadır: ziyaretçiye, onun bir ressam olduğu ve Milano Üniversitesinde psikoloji dersleri verdiği, gösterilenin onun fotoğrafı olduğunu bildirilmekte, ve ziyaretçi bu zâtın manevi hayattaki vecizeleri üzerinde tefekküre davet edilmektedir. Beynelmilel ‘arayış insanı’ daha sonra Amerika Cerrâhî Tarikatının sitesine yöneltilir. Yeni Dünyadaki bu site tarikatta geleneksel olan insanî ve yardım amaçlı çalışmaların detaylarını verir ve Bosna, Almanya, Yunanistan, Fransa, Avusturya, Kanada, İspanya, Meksika, Arjantin ve Brezilya’daki diğer Cerrahî dergâhlarının adreslerini sıralar. Aynı şekilde, Şah Maksîdî web sitesini gezen bir ziyaretçiye tarikatın ABD’deki 34 dergâhının adresleri verilmektedir.

Bu siber-tarikat fenomeni, üyeleri geniş biçimde dağılmış olan ama elektronik olarak birbirleriyle ilişkiyi sürdürebilen sûfî tarikat, İslâm mistisizminin en kayda değer gelişmelerinden biri olarak görülmelidir. Siber-tarikatlar birbirinden çok uzak düşmüş grup mensupları arasında bir cemaat anlayışını teşvik eder, grup liderinin öğretilerini yayar ve aynı zamanda yeni müridler arama gibi bir sûfî geleneği de geliştirir. Bundan dolayı, Batılı arayış insanı Doğuya yapacağı keşif gezilerinden vazgeçebilir, sadece Batı ülkelerinde aktif olan otuz kadar sûfî tarikatının web sitelerinin hemen hepsini tıklayabilir. Manevî bir rehberi ziyaret etmeye muvaffak olamayan müstakbel üyeler, artık onun söylemlerini elektronik olarak takip edebilir, kitaplarını satın alabilir ve camilerdeki, dergâhlardaki ve konferans merkezlerindeki mühim toplantıları izleyebilirler.

Bu bol ve bereketli sûfî tebliğ faaliyetinin kenarında, kendilerini Müslüman olarak telakki etmeyen, ama sûfî öğretinin unsurlarını New Age inanç ve uygulamaları ile sarıp sarmalayan başka siber-tarikatlar da bulunmaktadır. Bu grupların patron azizi, şu anda Amerika’da en çok satan şair olan Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî’den başka biri değildir. Tarihteki Rûmî onüçüncü yüzyılın dinine sımsıkı bağlı bir Müslüman alimiydi, ne var ki onun seçmeci, bağdaştırmacı, bütün dinleri de memnun etmeye çalışan New Age’ci kisvesinde, Mevlânâ Rûmî, internetin liberal gurularından birine dönüştürülmüştür. Bu yolla, Batılı manevî arayışçı ‘Rûmî’den esinlenen flüt müziği’ni dinleyebileceği bir sayfaya girebilir veya onun şiirini takdir edenlerin oluşturduğu bir tartışma grubuna katılabilir, veyahut Rûmî’den mülhem dijital sanat eserlerini görebilir. İlhamının çoğunu Mevlânâ’dan alan gayrimüslim ‘Batının Sûfî Tarikatı,’ arayış insanlarını ‘Elektronik Sûfî Dersi’ne katılmaya davet etmektedir. Bu derste, bu insanlar, kim olduklarını kimse bilmeksizin, mevcut aidiyetlerini sorgulamaktan ziyade onları tamamlamak için tasarlanan dinî teknikleri öğrenebilirler.

Bazı tarikatların hem Müslüman hem de gayrimüslim üyeleri vardır. Bunların en başarılı olanlarından biri, Philadelphia Bawa Muhaiyadeen Kardeşlik Cemiyetidir. Sri Lankalı bir Tamil azizi ve münzevisi tarafından kurulmuş olan bu hareket, kısmen internet sayesinde, kurucusunun 1986’da ölümünden sonra da varlığını sürdürmüştür. Bu grubun huzur yüklü ve estetik bakımdan mükemmel olan web sayfasının misafirleri, sûfî geleneği içinde, müreffeh bir Philadelphia banliyösündeki Kardeşlik Mescidini ziyaret edecek olanların, şüphesiz yeni üyeleri cezbetmek için ideal bir fırsat olarak, sırf bitkilerden yapılmış bedava yemekler yeme imkânları olduğunu öğrenmektedirler.

Böylesi teknikler ile, Batılı ‘arayış insanı’nı evvelemirde İslâm’ı kabul etmek gibi en son düşünülecek bir fikri gönlünden geçirmeksizin bir sûfî grupla özdeşleştirmeye fırsat veren bir süreklilik kurulmaktadır. Bu, dinin mahallî kültürü, belirli ibadet biçimleri ve inançların benimsenmesi ile ilgili daha büyük bir aşinalığa; ve çoğu kez, vakt-i merhunu geldiğinde, resmen ihtida etmeye zemin hazırlar. Zenci Müslümanların durumunda olduğu gibi, bu model tamıtamına Nock’ın yapışma tezi kategorisinde yer almaktadır. Bu durumda, yeni ibadet sistemleri, daha sonra eski dinle yaşanan kesin bir kırılma ile onun yerini alan uygulamalar olmaktan ziyade, ilk etapta yardımcı bir unsur olarak kabul edilmektedir.

Bu çok kompleks manzara özetlenecek olursa: webde İslâm’a dönme esas itibarıyla iki temel zeminde cereyan etmektedir: ilki, Hıristiyanlığa karşı çoğunlukla yıpratıcı bir yaklaşım benimsemek suretiyle muhtedi kazanmayı amaçlayan göçmen Müslüman organizasyonlarca işletilen siteler, ikincisi ise muhtedilerce işletilen sitelerdir. Bu ikinci tür, tipik olarak tasavvufa yönelimlidir ve, müstakbel müridlere öğretmenin karizmasını göstermek için teknolojinin kullanımı dahil, ciddi, tehlikesiz ve tedricî basamaklar aracılığıyla, arayış insanlarını yeni dine alıştırmaktadır.

Bu makalede, tâbi olunan bu süreçlere herhangi bir biçimde akademik bir düzen atfetmeye çalışmak ve, Bulliet ve diğerleri tarafından tanımlandığı biçimiyle geleneksel İslâmlaşma süreçlerinin bu yeni araçta hâlâ işleyip işlemediğini, işliyorsa nasıl işlediğini ayırt etmek için, niteliği çok sade olan prototipik bir deney yapılmaya çalışılmıştır. Bu, mümkün olduğu kadar çok çeşit ve sayıdaki web sitelerinden yüz muhtedinin ihtida öykülerini toplamak suretiyle yapılmıştır. Böyle bir yaklaşım kesin sonuçlar vermez, zira kendi yaşadıklarını dünyaya coşkulu bir biçimde tasvir eden muhtedi illa da normatif olmak zorunda değildir. Bir mülakatçı veya anketçinin bulunmaması, genelde ihtida sürecinin mühim veçheleri olarak telakki edilen, ana babanın boşanması veya alkolizm gibi faktörlerin tutarsız bir biçimde nakledilmesine yol açabilmektedir. Bundan öte, web siteleri, kendi akidevî çizgileri ile çelişen bazı ihtida tiplerine ilişkin bilgileri gizleyebilmektedir. Ama, buna rağmen, İslâm’a dönmeye ilişkin geleneksel teorilere biraz ışık tutan bazı ihtiyatlı çıkarımlara ulaşılabilir.

Kalplerini internete açmayı tercih etmiş olan bu yüz muhtedi, oldukça heterojen bir grup oluşturmaktadır. Bunların dörtte üçü oldukça geniş bir sosyo-ekonomik sınıflar yelpazesi içinde yer alan Amerikalılardır. Bunların tamıtamına ellisi, Batılı muhtedilerin dörtte üçünün kadınlar olduğu şeklindeki genellikle belirtilen görüşü teyin eder şekilde, kadındır. Muhtedilerin yaş dağılımı, genel nüfustan manidar bir farklılık arzetmemektedir. Deneklerin seksen ilâ doksan kadarı 1993’ten sonra ihtida etmişlerdir. Bunlardan sadece ikisi, ihtidalarını bir Müslüman ülkedeki bir deneyimlerine bağlamışlardır. Beşi daha önce bir Hıristiyan misyoneriydi. Altısı, liberal ilahiyattan ve mahallî dua ve ibadet usulünden memnun olmayan muhafazakâr Katoliklerdi. Onbeşi Teslis inancı üzerindeki şüphelerden dolayı Hıristiyanlığı zaten terketmiş olan insanlardı. Üçü daha önce Yahudi idi, diğer dördü de Yahudiliğe dönmeyi düşündüklerini kaydetmişlerdi. Üçü Çinli idi, sekiz kadarı Afrika asıllı Amerikalı idi, üçü de Amerikan yerlisiydi. Yedisi veya belki de daha fazlası, bir Müslümanla evlendikten sonra Müslüman olmuştur. Altısı bir rüyadaki veya mânâ alemindeki deneyimlerini takiben Müslüman olduklarını haber vermişlerdir. Yirmidokuzu, ihtida süreçlerinde Kur’ân’ı okumanın bir kata-lizör rolü gördüğünü kaydetmiştir.

Daha çok tekerrür eden temalardan biri, olayı yaşayanın kendisi için ‘bir cevizli pasta dilimi yemek kadar kolay,’ nazik ve berrak, oysa ailesi, tanıdıkları ve daha geniş dairede Batı cemiyeti için ciddi ve problemli görülen bir adımı atmış olma duygusudur. Özellikle ABD’de İslâm’a dönüş sosyal olarak kabul edilebilir bir hadise değildir. 1979’daki İran rehine krizinden beri, Müslümanlara yönelik olumsuz telakkiler sürekli olarak artmaktadır. Öyle ki, bu yakındaki bir Roper kamuoyu araştırmasına göre, ABD’de ankete cevap verenlerin yarıdan fazlası İslâm’ı ‘kalıtsal biçimde Amerikan karşıtı’ olarak vasıflandırırken, 1997’de Amerikan İslâmî İlişkiler Konseyi ayrımcılık vak’alarında yüzde 60’lık bir artışı kayıtlara geçirmiştir. İslâmî bir kimliğe eşlik eden herkes tarafından ayıplanma duygusunun, sürekli olarak uğradıkları düşmanlığı ve taciz biçimlerini bize aktaran Amerikan muhtedilerinin büyük bir çoğunluğunun en merkezî endişesi olduğu görülüyor. Küçük bir İncil Kuşağı kasabasındaki bir Baptist papazının kızının beyanlarından alıntılanan bir örnek, problemin niteliğini gösteriyor:

“Bir öğle sonrası evime döndüğümde, pencerelerinden birinin kırıldığını ve arabala-rımdan birinin yanında sprey boya ile yazılmış TERÖRİST AŞIĞI yazısını gördüm. Polisin bana hiç faydası yoktu. Aynı gece internette Müslümanlarla sohbet ederken dı-şarıda silah sesleri duydum. Geri dönmüşler ve evimde sağlam kalmış öteki pencerele-rimin hemen hepsini halletmişler ve dışarıdaki evcil hayvanlarımı öldürmüşlerdi.”

Aynı muhtedi o güne kadar kendisine nazik davranmış olan komşuların başka bir dizi tacizini takiben kendisini hastanelik eden bedensel bir saldırıyı tasvir etmeye devam ediyor. Bununla birlikte o, ‘internette bulabildiği herşeyi okumakla ve webdeki gerçek arkadaşları ve ailesi vasıtasıyla elde edebildiği bu mütevazi bilgi sayesinde’, en yakın camiden ikiyüz kilometre uzakta oturuyor olmasına rağmen, olup bitenlerden fütur getirmediğini söylüyor.

Diğer muhtediler de ailelerin ve yerel cemaatlerin sergilediği aşırı reddetme sahnelerini kaydediyorlar. Örnekler, muhtedi çocuklara cin çarptığına inanan misyoner tipli ebeveynlerin ve İslâm’a dönmenin bir suç olduğuna inanarak polisi arayan diğer ana babaların öykülerini içeriyor.

İslâm’a yönelik bu hasmâne tavır gözönüne alındığında, geleneksel yapışma ve benzeşme teorileri problemli görünüyor. Ancak, ironik bir biçimde, aynı tavrın ihtida sürecinde önde gelen bir faktörü arzettiği gözleniyor. Kelime-i şahadetle İslâm’a girenler, başlangıçtaki arzularının İslâm hakkında birşeyler öğrenmek, duydukları aşırı nefretle Müslümanları Hıristiyanlığa ve/veya Yahudiliğe veyahut feminizme döndürmek olduğunu ifade etmektedirler. Örneğin, eski bir Katolik seminercisi, kaydettiğine göre, şöyle düşünüyordu:

“Bu Müslüman kavimlerin kökü kurutulmalıydı [...] Bu görevimi Müslümanları Hı-ristiyan inancına döndürmekle yapabileceğimi biliyordum [...] Ne var ki, Müslümanlarla iki yıl kadar süren tartışmalardan ve bütün Kutsal Kitaplardaki konuları araştırdıktan sonra İslâm’ı kabul ettim.”

Diğer bir Amerikalı ergenlik yıllarını kökten dinci radyo istasyonlarındaki ‘kehanet uzmanlarını’ dinleyerek geçirmiş. İşte hatırladıkları:

“Onların çeşitli komplo teorileri ile karışık paranoyakça kabulleri, İsrail’in ve dinî Siyonizm’in desteklenmesi ve ‘İslâmî tehdit’ hakkında ateşli vaazlar vermeleri, bende [İslâm’a yönelik] tuhaf bir cazibe uyandırdı.”

Onun tecessüsü şu biçimde devam etmişti:

“Ben AOL’daki dosyaları ve Usenet haber gruplarını ziyaret etmeye başladım. Ora-larda İslâm’a ilişkin tartışmaların çok merak uyandırıcı olduğunu gördüm. Müslüman-ların, medyanın televangelistlerinin tasvir etmeye çalıştıkları gibi kana susamış barbar teröristler olmadıklarını öğrendim.”

Onun basmakalıp kanaatleri tamamıyla yıkılmış, yakındaki bir mescitle irtibata geçmiş ve İslâm’a kabul edilmişti.

Eski bir Fransisken papazı aşağıdaki hikâyeyi anlatıyor:

“Bir gece televizyon seyrediyordum, tabiî ki yayıncılar Müslümanlar hususundaki tek yanlı yarım-yamalak haberlerini sürdürüyorlardı. İslâm’ı kendi kendime araştırmaya ve kendi hükümlerimi çıkarmaya karar verdim. Bulduğum şey, şeytanî medyanın kustuğu negatif imajların tam tersiydi. Ben, sevgide ve manevî hakikatte derin, ve Allah şuuru metanetli bir din buldum.”

Toplam yüz kayıttan sekizi, İslâm’a ilişkin olumsuz medya imajlarının ihtidalarına zemin hazırlayan tecessüsü ateşlediğini kaydetmektedirler. Bu, Paris’teki Puits d’Hermitage mescidinde resmî ihtida sorumlusu olan Mustafa Tougui’nin tecrübelerine uyuyor. O, öğrenim görmüş Fransız muhtedilerinin çoğunun mütecessis araştırmalarına, medyanın İslâm’ı menfi biçimde tasvir etmesinden kaynaklanan tecessüs ile başladıklarına inanmaktadır.

Bu reaktif muhtedilerin birçoğu, başlıca bilgi kaynağı olarak, internet erişimini zikrediyorlar. Bunlardan biri nasıl bir mukayeseli dinler web sitesi kurduğunu ve bunun sonucu olarak nasıl Müslüman olduğunu naklediyor. İsveçli bir mühendis, Kur’ân’ı okuduktan sonra dinin hikmetini kabul ettiğini, ama yine de hâlâ Allah’a inanamadığını naklediyor. Daha sonra o, yöredeki güzel bir yerin fotoğrafını çekerken klasik ‘kozmik şuur’ tipi bir deneyimi yaşamış:

“Akla hayret veren bir hissiyatla büyülenmiştim. Allah’ın, kâinat denilen muazzam vites kutusu içinde kendimi, bir vitesteki bir dişli veya ondan birazcık daha büyük bir par-çaymışım gibi hissettim. Bu, harikulâde bir şeydi. Daha önce kendimi hiç böyle, bütünüyle rahatlamış ama enerji ile dopdolu, ve hepsinden öte, gözümü nereye çevirsem bütünüyle Allah’ın varlığının şuuru ile dolu halde hissetmemiştim.

Bu coşkulu halde ne kadar kaldığımı bilmiyorum, ama nihayetinde bitti ve ben zahiren etkilenmemiş görünerek evimin yolunu tuttum. Ne var ki, yaşamış olduğum şey zihnimde silinmez işaret taşları bıraktı. O günlerde Microsoft firması Windows 95’i piyasaya sür-müştü [...] Paketin bir parçası Microsoft Network online hizmeti idi. [...] Çok geçmeden İslâm tartışma gruplarının, netin en ilginç parçası olduğunu öğrendim.”

Daha sonra bu denek tartışma grubunda Amerikalı muhtedi bir kadınla tanıştığını, bu kadının, altı ay içinde kendisinin hidayetine vesile olduğunu belirtiyor.

Amerikalı bir kadın şunları naklediyor:

“1995 yazında, internete girmeye başladım. Onda İslâm hakkında çok faydalı şeyler vardı. Sadece buradaki world wide webde postalanan şeyleri okumakla elde ettiğim bilgi, sonunda beni İslâm’a teslim olmanın eşiğine getirdi.”

Bu örnekler çoğaltılabilir. Ne var ki onlar, ihtidaların aslında güçlü Müslüman aleyhtarı hissiyatın geçerli olduğu dönemlerde hız kazandığı ve internetin de bu süreci kolaylaştıran bir unsur olduğu gibi tuhaf bir çıkarımı ima ederler. Bunu ispatlamak için daha başka araştırmalara ihtiyaç duyuluyor olsa da, meselâ cami yakma hadiseleri ile webdeki ihtida şahadetlerini birbirleri ile ilişkilendirmek mantıklı bir hipotez olarak kabul edilebilir. Bunun, İhtidalar Çağını yazarken “başarı İslâm’ın reklamıdır” şeklinde görüş belirten Levtzion’un düşüncesine meydan okuduğu elbette aşikârdır. Daha genel olarak, bu vâkıa, modern siyaseten-doğru kültürdeki zulme uğramış topluluklarla dayanışmayı ifade etme ve ‘basmakalıp söz ve yargılara meydan okuma’ yönündeki güçlü eğilime yaklaşmak suretiyle, sürüp giden eski protesto jesti temasını sürdüren ve uyarlayan bir ihtida stili için internetin gelişmeye açık bir zemin ve mecra teşkil ettiği sonucuna varmamıza imkân vermektedir.

Tamamına dikkat edildiğinde, ihtida olgusu, girift niteliği ile, sosyal teorilerin ortaya attığı basit tahlilleri boşa çıkarmaktadır. İlahiyatçıların (en azından bir Kadîr-i Rahîme inananların), kuşkusuz, dinlerin nasıl yayıldığı hususunda çok farklı görüşleri olabilir; ve bunlar da saygıyla dinlenmelidir. İhtida, ferdin kalbine ve kollektif insanî kimliklere temas ediyor, o yüzden basit rakam kalabalıklarına indirgenmemelidir. İster Müslüman ister Hıristiyan olsun, birçok ilahiyatçı, bu konuyu Auden’in emri ile kapatmamdan mutlu olacaklardır:

Ne istatistikçilerle düşüp kalk,
Ne de bir sosyal bilim ile uğraş.

  28.10.2007

© 2021 karakalem.net, Abdülhakim Murad



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut