BİLENLER BİLİR. Mekke’de Peygamber aleyhissalâtu vesselamın kendi kabilesinin çoğunluğu İslâm’a karşı direnir, dahası iman edenleri baskı altında tutup gücü yettiğine şiddet uygularken, İslâm fidanı Medine’de kısa bir sürede boy verip Mekkeli bütün mü’minleri de gölgesine alacak derecede büyür ve İslâm tarihinin dönüm noktası olarak Hicret bu sayede vuku bulur. Medineli yeni mü’minler, Akabe biatıyla Mekkeli ilk mü’minleri yurtlarında barındırma sözü vermiş; geçimlerini temin yanında, kendi ailelerini korudukları gibi onları da korumayı taahhüt altına almışlardır.
Hicretin menzili Medine’de, İslâm’dan önce birbirine düşman olup İslâm sayesinde kardeşler olduklarını yeniden hatırlayarak kaynaşan Evs ve Hazrec’in farklı boylarından mü’minlerin yanında, henüz mü’min olmayan kişiler ve yanısıra üç Yahudi kabilesi vardır. Mü’minleri, müşrikleri ve Yahudileri ile Medine, tarihlere “Medine Vesikası” veya “Medine Sözleşmesi” olarak geçen bir anlaşmayla, Hz. Peygamber’in önderliğinde barış içinde birarada yaşamak üzere ahitleşir.
Ancak, ilerleyen zaman içinde bu sözleşmeyi çiğneyip, birarada yaşama noktasında güvenilmez olduklarını ortaya koyanlar zuhur eder. Şehirdeki Yahudi kabilelerinin en büyüğü Benî Nadîr de bunlardandır. Medine’deki ilk üç sene anlaşmaya riayetkâr davranmakla birlikte, zamanla Kureyş müşrikleri ile gizli ilişkiler geliştirmiş, süreç içinde zuhur eden münafıkların tesiriyle Uhud’da İslâm ordusunun zayıf kalması ve sonrasında mü’minlerin ciddi kayıplar vermesi akabinde de Müslümansız bir Medine hayali kurarak buna giden en kestirme yolun Hz. Peygamber’in ortadan kaldırılması olduğuna karar vermişlerdir. Benî Nadîr, ulaştığı bu nihaî düşünceyle, Resûlullah aleyhissalâtu vesselama karşı bir suikast planlar. Hesaplar yapılmış, planlar serilmiştir, uygulamaya ramak vardır. Ancak Allah’ın bu teşebbüsten kendisini haberdar etmesiyle Peygamber aleyhissalâtu vesselam davet edildiği yere gitmeyince, teşebbüs akim kalır.
Benî Nadîr, birarada yaşamanın en temel şartı olan ‘güven’ ve ‘ahde vefa’ konusunda ne kadar tekinsiz olduğunu bu teşebbüsüyle ortaya koymuştur. Bu güvensizlik içinde artık onlarla birarada yaşamak imkânsızdır. Hz. Peygamber sözleşmeyi çiğnemelerinin karşılığı olarak onlara ültimatom verir ve on gün içinde Medine’yi terketmeleri istenir. İlk başta bu talebe sıcak bakan Benî Nadîr, Kureyş’ten ve münafıklardan gelen destek vaadlerine güvenerek akabinde bundan cayar ve on günün sonunda hâlâ yerlerinden kımıldamadıkları için meskûn bulundukları mahal mü’minler tarafından kuşatılır. Onbeş güne ulaşan kuşatma süresince kendilerine bir yardım gelmediğini görüp bundan sonra da gelmeyeceğini anlayan Nadîr oğulları, kendilerine en başta söylendiği şekilde Medine’yi terketme şartıyla canlarının bağışlanmasını bizzat talep eder. Sonuçta, taşınır mallarını develerine yüklemeleri müsaadesiyle Medine’yi terkedip Hayber’e yönelirler. Taşınmaz malları; evleri, hurma bahçeleri ve tarlaları ise mü’minlere kalmıştır.
Benî Nadîr’in geride bıraktıkları nasıl paylaşılacaktır? Savaşarak elde ettikleri ganimetlerin nasıl paylaşılacağını Bedir gazvesi akabinde inen Enfal sûresiyle âlemlerin Rabbi mü’minlere bildirmiştir, ama şimdi savaşsız şekilde mü’minlere kalan Benî Nadîr mülkleri nasıl bir paylaşmanın konusu olacaktır?
Bu hadisenin akabinde inen Haşir, diğer adıyla Benî Nadîr sûresi, öncelikle ahdi çiğneyen Nadîr oğullarının ihanetinin esasen sürgünden daha ağır bir cezayı hak ettiğine, dolayısıyla Allah’ın onları iki dünyada ayrı birer cezayı daha onlara mukadder kıldığına işaret ettikten sonra, onların geride bıraktığı malların savaşla elde edilen ganimet sınıfına dahil edilemeyeceğini bildirir: “Allah’ın, onlardan peygamberine verdiği ganimetlere gelince, siz onun üzerine ne at, ne de deve sürdünüz” (bkz. Haşr, 59:6). Sonraki âyette ise savaşmadan elde edilen o mülklerin “Allah’a, Resûl’e, ona akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa ait” olduğu bildirilir ve bir sonraki âyetle “bir de hicret eden fakirler” bu listeye eklenir: “Ki yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'ın lütuf ve rızasını ararlar; Allah’a ve Resûlüne yardım ederler. İşte doğru olanlar onlardır.”
İlgili âyetler, savaşsız bir şekilde elde edilen bu mülklerin belirlenen özellikteki insanlar arasında nasıl paylaştırılacağı konusunda ise, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamı yetkilendirmektedir: “Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı şiddetlidir” (bkz. Haşr, 59:7).
Bu durum üzerine Resûlullah aleyhissalâtu vesselam Allah’ın peygamberine ve Mekkeli ilk mü’minlere yönelik o destansı yardımları sebebiyle bizzat Allah tarafından ‘Ensâr’ olarak adlandırılan (bkz. Tevbe, 9:100, 117) Medineli mü’minlerle bir toplantı gerçekleştirir. Bu toplantıda Ensâr’ın Medine’ye göç eden mü’minlere, yani Muhâcirîne nasıl iyilikler yaptıklarını, onları evlerinde nasıl barındırdıklarını, her hususta onları kendilerine nasıl tercih ettiklerini birer birer sayıp tâdat ettikten sonra şöyle der Resûlullah: “Muhacir kardeşlerinizin malları yoktur. İsterseniz, Benî Nadîr mallarından Allah’ın bana verdiklerini sizinle Muhâcirîn arasında bölüştüreyim, ama muhacirler yine evlerinizde oturmaya ve mallarınızdan faydalanmaya devam etsinler. İsterseniz, Nadîr oğullarının mallarını yalnızca muhacirlere vereyim de, onlar sizin evlerinizden ve mallarınızdan çıksınlar.”
Teklif açık ve nettir: Benî Nadîr’den kalan mallar Resûlullah tarafından bütün mü’minler arasında dağıtılsa, kendi paylarına düşecek kısım Muhacirîn’in kendi geçimlerini bizzat temin etmeleri için yeterli değildir. Ama bu mülkler sadece Muhacirîn arasında dağıtılsa, onlar kendi geçimlerini sağlayabilir duruma gelirler; bu durumda da onların geçimlerini temin ve tekeffül etme sorumluluğu Ensâr’ın üstünden kalkmalıdır.
Bu iki şıktan birini seçmeye davet edildiklerinde, Medineli mü’minlerin aklında üçüncü bir seçenek oluşur. Nitekim Evs’in ve Hazrec’in önderi konumunda iki isim, Hazrec’den Sa’d b. Ubâde ile Evs’den Sa’d b. Muaz bu şıklardan ikisine de razı olmadıklarını belirterek, üçüncü bir seçeneği uygulamaya koymasını Resûlullah aleyhissalâtu vesselamdan isterler: “Hayır yâ Rasûlallah! Sen Nadîr oğullarının mallarını sadece Muhâcirîn arasında bölüştür, ama onlar şimdiye kadar olduğu gibi yine evlerimizde oturmaya devam etsinler.” Orada bulunan bütün Medineliler de gönüllerinden geçen seçeneğin bu olduğunu, hep bir ağızdan “Razıyız ve boyun eğiyoruz yâ Rasûlallah!” diyerek teyid ederler.
Ensâr’ın sergilediği bu tutum, Hz. Peygamber’in “Allahım, Ensâr’a ve Ensâr’ın nesline rahmet et!” duasına vesile olduğu gibi, Medineli mü’minler gelen âyetler ile Allah tarafından da övülecektir:
“…Onlardan önce bu yurda yerleşmiş ve gönülden inanmış olanlar, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar; kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin bencilliğinden korunmayı başarırsa işte kurtuluşa erecekler onlardır. Onlardan sonra gelenler derler ki: ‘Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde iman edenlere karşı kötü bir düşünce ve duyguya yer bırakma! Rabbimiz! Sen çok şefkatli, çok merhametlisin!’” (Haşr, 59:9-10) |
Dolayısıyla Benî Nadîr arazisi herşeylerini Mekke’de bırakarak Medine’ye hicret etmiş olup geçimlerini temin edemez durumdaki muhacirler arasında paylaştırılır, geçimini bizzat temin edemez durumdaki Medineli iki fakir sahabi de bu paylaşımdan hissedar olur. Savaşmadan elde edilen ve bu sebeple ‘ganimet’ten ayrı olarak ‘fey’ diye tanımlanan mülklerin ve gelirlerinin kimler arasında dağıtılacağını bildirerek bu dağıtımda Resûlullah’ı yetkilendiren âyetler, mealce şöyle demektedir:
“Allah’ın, onlardan peygamberine verdiği ganimetlere gelince. siz onun üzerine ne at, ne de deve koşturdunuz. Fakat Allah peygamberini, dilediği kimselere üstün kılar. Allah her şeye kadirdir. Allah’ın o şehir halkından Resûlüne verdiği ganimetler, Allah’a, Resûl’e, ona akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa aittir. Tâ ki o mallar içinizden sadece zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın. Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan sakının ve Allah’tan korkun. Çünkü Allah’ın azabı şiddetlidir. Bir de göç eden fakirlere aittir ki, yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah’ın lütuf ve rızasını ararlar; Allah’a ve Resûlüne yardım ederler. İşte doğru olanlar onlardır.” (Haşr, 59:6-8) |
Bu üç âyetten ortada olanı, aynı zamanda Kur’ân’da ‘devlet’ kelimesinin geçtiği yegâne âyet niteliğindedir. Buradaki devlet, bugün kullanıldığı anlamıyla değildir elbet; kelimenin bugünkü devlet anlamında kullanımı ilgili çalışmaların gösterdiğine göre ancak Asr-ı Saadet’ten beşyüz yıl kadar sonra gerçekleşmiştir. Burada ise devlet kelimesi, imkân, servet ve zenginlik anlamını içerir. Tedavül, müdavele gibi özellikle ticarî hayatla ilgili olarak kullanılan kelimeler de aynı kökten türemişlerdir. İnen âyet, serveti, mülkü, imkânları ‘devlet’ diye tanımlarken, canlarını ve mallarını ortaya koymaksızın, yani savaşsız biçimde mü’minlere kalan bu mülklerin Allah tarafından Resûlullah’ın eliyle sadece Peygamber’le akrabalığı bulunanlar, yetimler, fakirler, yolda kalmışlar ve de fakir muhacirler arasında pay edilmesindeki murad-ı ilâhîyi, “Tâ ki o mallar içinizden sadece zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın” diye açıklamaktadır.
Öte yandan, daha geniş anlamda zekâtla ilgili olarak Kur’ân’da tekrarla ve ısrarla karşımıza çıkan emirlere baktığımızda, orada da muradın aynı olduğu görülür. Mülk Allah’ındır ve Allah yarattığı mülkünde ‘zenginin daha da zenginleşip fakirin daha da fakirleştiği’ bir düzene razı değildir. Bilakis âlemler Rabbi, yarattığı nimet ve imkânların “sadece zenginler arasında dolaşan bir devlet” olmamasını istemektedir. Feye dair hükmü de, zekâta dair emri de, infaka yönelik ısrarlı daveti de bu murada muvafıktır.
Bu murad-ı ilâhî dahilinde feyin âyette belirlenen gruplar arasında nasıl dağıtılacağı konusunda yine âyetle yetkilendirilen Resûlullah’ın Ensâr’a götürdüğü ‘geçimlerini temin yükümlülüğü sizden kalkmak üzere Benî Nadîr’den kalan mülkleri sadece muhacirler arasında paylaştırma’ teklifi ise, sözkonusu murada uygun biçimde, darda olanları sürekli infaka muhtaç tutmanın değil, bilakis kendi geçimlerini temin eder hale getirmenin esas ilke olduğunu ortaya koymaktadır.
Benî Nadîr hadisesi ve akabinde inen Haşr sûresi ile verilen mesaj açıktır: Resûlullah’ın örnekliğinde, yetkili ve yönetici mevkiinde olanlardan Allah’ın istediği, serveti ‘sadece zenginler arasında dolaşan bir devlet’ olmaktan çıkarmak, refahın topluma yayılmasını sağlamaktır.
Durum bu iken, eldeki birikmiş parasını haram olduğu halde ‘faiz’e yatırmış, yani kenara para koyabilir durumdaki şu veya bu düzeyde zengin kişinin döviz gelirinden az faiz geliri etme endişesine karşı; fakirin yediği ekmek, içtiği su, kullandığı elektrik ve doğalgazdan dahi aldığı vergiyle aradaki farkı tazmin etme, yani fakirden aldığı vergiyle zengine ‘hibe’de bulunma taahhüdü içeren bir uygulamanın, Kur’ân’da beyan buyurulan murad-ı ilâhîye uymadığı apaçık ortadadır.
Öte yandan, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın bu fey arazisini, kendilerini geçindirir hale gelmeleri için yerini yurdunu, malını mülkünü terkedip fakir ve yardıma muhtaç halde Medine’ye gelmiş Muhacirîn ile geçimine yetecek mülkü olmayan Medine’nin yerlisi iki sahabi arasında pay etmesi, fakiri sürekli yardıma muhtaç, yani sürekli fakir konumunda tutmanın değil, fakiri de izzetiyle kendi geçimini temin eder bir imkâna kavuşturmanın asıl nebevî yol ve yöntem olduğunu ortaya koymaktadır.
Şu günlerde, servet sahiplerinin haramlığı âyetle sabit faize para yatırmalarını temin etmek için devletin topladığı vergilerden ekstra ‘garanti ödeme’ sözü vermesine ‘hibe’ kavramı altında meşruiyet kazandırmaya çalışanları gördüğümde, Asr-ı Saadet’ten bu olay, bu sûre ve bu âyetler dolaşıp durdu zihnimde. Özellikle de 7. âyetin o cümlesi: “Tâ ki o mallar, içinizden sadece zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.”
Yazık ki, bu âyet bazı zihinlere ‘henüz inmemiş’ gibi gözüküyor…