PEYGAMBER ALEYHİSSALÂTUVESSELÂM’IN en büyük mucizesi elbette Kur’ân-ı Kerîm ve onun hayata geçirilmiş hâli olarak, bizatihi kendi hayatıdır. Lakin son günlerde dikkatimi çeken ve beni çok etkileyen bir büyük mucizesi daha var Rasulullah’ın: Medine’de on sene gibi kısa bir sürede tesis edilen İslam din ve hayat öğretisinin, yine çok uzun sayılmayacak bir süreçte İspanya’dan Türkistan’a kadar tahrif olmaksızın nakledilmesi.
Bu böyle olmasaydı şu an İslam dininin varlığından bahsedemeyeceğimiz gibi büyük ihtimalle kendi müslümanlığımız da pek mümkün olmayacaktı.
Bu mucizevi bilgi transferinin altında elbette en başta ilahi bir koruma var, fakat Cenab-ı Hak bu dünyada her işte olduğu gibi bu tasarrufunda da mahlukatını sebepler olarak aracı kılıyor, onlara Allah’ın dinine hizmet imkanı bahşediyor. Bu sebeplerin en başında hiç şüphesiz Rasul-i Ekrem’in sıdk ve ihlasta zirve olan ashabı geliyor. Nitekim henüz Hz. Ömer’in hilafeti döneminde İslam’ın İran ve Mısır gibi çok büyük ve zorlu coğrafyalara yayıldığını, taşındığını biliyoruz. Ardından onları takip eden tabiun nesli geliyor. Ashab Hz. Peygamber’i bizzat görerek Medine’de teşekkül eden İslam şeriatını yaşayarak öğrendikleri için onların döneminde İslam öğretisinin doğru şekilde, aslına ve ruhuna uygun şekilde nakli nispeten daha mümkün idi. Fakat tabiun dönemine gelindiğinde zorluklar iyice artmaya başladı, zira İslam’ı taşıması beklenen insanlar artık Medine’de doğmamış oldukları ve Rasulullah’ı görmedikleri gibi bir kısmı hiçbir sahabiye dahi yetişememişti. İslam’ı görerek öğrenmek git gide zorlaşıyordu.
Bu zorluğu müslümanlar, özellikle hicri ikinci asırda yaşayan ve ashabdan bir kısmına yetişmiş, tabiunun büyüklerinin rehberliğiyle aşacaktı. Hasan-ı Basrî (ö. 110/728) böyle bir önderdi örneğin. Kendisi Medine İslam’ını görerek öğrenmiş ve bu öğretiyi yaklaşık 50 günlük mesafede, bin kilometre ötede bulunan Basra’ya taşımıştı.
Süfyan es-Sevrî (ö. 161/778) ve Abdullah b. el-Mübarek (ö. 181/797) gibi öncü isimler aracılığıyla İslam’ın sahih yorumlarının batıllarından ayrıştırılarak saf bilginin katışıksız şekilde taşındığını görüyoruz bu dönemde. Bu sayededir ki, örneğin bir sonraki asırda Bağdat’ta Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/909), yaklaşık iki bin kilometre ötede yer alan Nişabur’daki çağdaşı Hamdûn-i Kassâr (ö. 271/884) ile farklı kelimelerle, aynı dili konuşacaktır. Biri tasavvuf ve fenâ diyecek, diğeri melâmet ve fütüvvet diyecek, fakat son tahlilde Hz. Peygamber’in ve İslam’ın hedeflediği müslümanlıktan, beklentisizlik ve ihlas üzerine kurulu bir dindarlıktan bahsedecektir. Bu, Bağdat’tan binlerce kilometre öteye, doğuda Tirmiz’e, Türkistan’a ya da batıda İşbiliye, Gırnata gibi binlerce kilometre ötedeki şehirlere gidildiğinde de farklı olmayacaktır.
Bu bana mucizevi geliyor. Dönemin iletişim ve haberleşme kanallarını düşünelim. Matbaa yok. Dağıtım yok. Fikirlerin, bilgilerin yayılması için tek yol insanların binlerce kilometrelik, ekseriyetle deve kervanlarıyla yapılan seyahatleri, rihleleri göze alması gerekiyor. Bu, işin fiziki zorluğu. Bir de yeni karşılaşılan toplumların sosyo-ekonomik ve siyasi yapılarının, kültür, felsefe ve geleneklerinin farklılıkları gibi zorluklar var ki bunlara rağmen İspanya’da anlatılan İslam ile Semerkant’ta anlatılan İslam’ın aynı olması hakikaten mucizevi görünüyor.
Muhammed Enes Topgül’ün geçtiğimiz aylarda yayımlanan kitabı Râvi, Rasulullah’ın öğretisinin tüm dünyaya doğru şekilde nakli mucizesinde başat rolü oynayan muhaddislerin bu işteki ciddiyetlerini gözler önüne seriyor.
Eser hicrî 165-243 yılları arasında yaşayan Semerkandlı muhayyel bir muhaddisin günlüğü üzerine inşa edilmiş. Kitabın ismi olan Râvi işte bu muhaddisi anlatıyor. Henüz 16 yaşındayken Semerkand’daki tüm hadis rivayetlerini toplayan Râvi yaklaşık 5 yıllık uzun bir ilim yolculuğuna, rihleye, çıkıyor. Kitabın büyük bir bölümünü bu yolculukta tuttuğu notlar oluşturuyor.
Hayatının olgunluk evresinde ise Abbasî hilafetinin başkenti olan Bağdat’a yerleşen Râvi’nin burada kurduğu hadis halkası ve Mihne döneminin çalkantılı siyasi atmosferine dair gözlemleri ise kitabın ikinci temel izleği olarak zikredilebilir.
Dönemin Bağdat’ında bir ilim otoritesi olarak temayüz eden Ahmed b. Hanbel’in yakın bir dostu olduğu da anlaşılan Râvi’nin özellikle Bağdat’taki serencamı üzerinden ilim-dünyevileşme-siyaset gerilimlerine dair genel bir panorama yakalamak mümkün.
Başa dönersek, Hz. Peygamber’in en büyük mucizelerinden biri olarak mesajının binlerce kilometre öteye ve yüzyıllar sonrasına, olduğu gibi aktarılması mucizesinin nasıl gerçekleştiğini anlamak isteyenler için Râvi kitabı güzel bir başlangıç. Eser daha çok ilahiyat öğrencilerine hitap ediyor, bir edebî kurgu olma iddiası da taşımıyor. Fakat diğer taraftan siyere, hadise, İslam tarihine az çok vâkıf olan genel okuyucu kitlesinin de eserden istifade edeceği muhakkak.
Râvi’nin, kendi tarihlerini bugünün okuruna daha rahat anlatabilmek adına diğer ilim dalları için de benzeri kurgusal metinler ortaya konması için ilham verici olduğunu düşünüyorum. Darısı tasavvuf, fıkıh, tefsir, kelâm gibi diğer ilim disiplinlerimizin başına…