HAYAT APARTMANI, Aynalar Koridorunda Aşk, Ay Terapisi gibi psikolojiye farklı bir açıdan bakan kitapların yazarı psikiyatrist Dr. Mustafa Ulusoy’la psikoterapilerin insanın manevi ihtiyaçlarına ve gelişimine yardımcı olup olamayacağı bağlamında derinlikli bir sohbet gerçekleştirdik. Söyleşinin ilk bölümünde doğrudan ana konuya giriş yaptık, yani psikoloji ve maneviyat, irşad ve rehberlik meselelerini konuştuk. Ardından Ulusoy’un eserlerinde sıkça üzerinde durduğu ölüm ve aşk temalarını irdeledik. Son bölümde ise kendisinin ‘psikolojikleştirme’ olarak tabir ettiği temayül üzerinden biraz daha güncel problemlere eğildik.
Bu konularda daha detaylı bir bakış açısı edinmek isteyenlerin doğrudan Ulusoy’un eserlerini okumalarını tavsiye ederek sizleri bu tadımlık sohbetimizle baş başa bırakıyoruz.
Geçmişten başlayalım isterseniz. Eski zamanın şeyhleri, elbette başkaca vazifelerinin yanı sıra, bugünün terapistlerinin gördüğü işlevi görüyordu, diyebilir miyiz?
Öncelikle netleştirmemiz gereken şu var: Psikoterapi çok ama çok geniş bir alan. Dünya kadar psikoterapi ekolü mevcut. Freudyen kurama göre psikanalitik terapiden tutun, son zamanların gözdesi kabul-kararlılık terapilerine kadar envai çeşit terapi mevcut. Her bir psikoterapi ekolünün kendine has bir insan kuramı, insanın sorunlarını bir açıklama kuramı mevcut. Bunların insana, insanın sorunlarına bakışında ciddi farklılıklar var, hatta taban tabana zıt yönleri var.
Mesela benim ilgilendiğim varoluşçu psikoterapi ve kabul-kararlılık terapileriyle (acceptance and commitment therapy) psikanalitik terapiler arasında muazzam farklılıklar var. Varoluşçu psikoterapide varoluşun kendisi bizatihi bir muamma görülür. Varoluşun anlamı, ontolojik yalnızlık, varlığın maruz kaldığı fanilik, geçicilik ve nihai olarak ölümle sonlanmak varoluşumuzun üzerindeki ağır mı ağır yüktür. Bu yükler, doğduğumuz andan itibaren üzerimizdedir ve diğer zorluklar bunların yanında gerçekten ufak kalır. İş psikanalitik kurama gelince insanın sorunlarının kaynağı çocukluğa hapsedilir. Sanki insan anlam arayan, ölmekten tir tir titreyen bir varlık değildir, varsa yoksa anne baba arasındaki etkileşimdir. İyi çocukluk geçirenler mutlu, diğerleri mutsuz bir hayat yaşamaya mahkumdur. Otuz iki yıllık meslek hayatımsa bana çok defa tersini de gösterdi. Mutlu çocukluk geçirdiği halde mutlu olamayan çok insan gördüm, mutsuz çocukluk geçirdiği halde buna takılı kalmayıp hayatın sırrına vakıf olmuş çok insan da gördüm.
Tasavvuf kitaplarına bakarsak çok yoğun şekilde varoluşa ait temalarla dolu olduğunu görürüz. Âlem nedir, insan nedir, insanın kainatta görevi nedir, varoluşun özü nedir, insanın özü nedir, insan-zaman ilişkisi, ibnü’l-vakt yani insanın şimdiki âna odaklı yaşaması, insan-âlem ilişkisi, insan-Yaratıcı ilişkisi, insanın görünmeyen âlemle mesela meleklerle ilişkisi, insanın kalbiyle, ruhuyla, nefs-i emmâresiyle sağlıklı ilişkisi nasıl olur gibi bugünün varoluşçu terapistlerinin akıllarına bile gelmeyen kavramlarla meşgul olduklarını görürüz. Ben tasavvufun hem insanın sorunlarının menşei hem de bu sorunlara getirdikleri çözümler noktasında bugünün psikoterapi ekollerinin fersah fersah ilerisinde olduğu kanaatindeyim. Tasavvuftan bîhaber tüm terapistleri toplayın ve onlara kalp, irade, nefis, ruh, vicdan, sır, latife, akıl, zihin, emir âlemi, melekût âlemi nedir deyin, inanın bilebildikleri bir tek zihin olacaktır. Bugün psikoloji zihne (mind) ve beynin biyolojisine indirgenmiştir.
Tasavvufun çok ama çok daha ileride olma hakikatini bir kenarda tutarak yine de şu söylenebilir. Tasavvuf ehlinin şöyle çok önemli bir işlevi de vardı ve -eskiye oranla gerileme olsa da- hâlâ var. Psikoterapinin bir ayağını da “danışmanlık” oluşturuyor. İnsan evlilik gibi, ilişkiler gibi hayatın birçok alanında bir bilenden danışmaya, istişareye ihtiyaç duyuyor. Bu çerçevede şeyhler, mürşidler, müridlerine bu hizmeti de veriyorlardı. Bu anlamda tasavvuf ve tarikatların sahip olduğu derin insan, hayat ve ölüm bilgeliği ile ciddi bir danışmanlık hizmeti verdiğini hatta psikoterapilerden daha etkili bir danışmanlık hizmeti verdiklerini söyleyebilirim.
Neden daha etkili dediğinizi biraz açar mısınız?
Tasavvufta mürşidin müridleri üzerinde hayatlarına dair tespit, tavsiyelerinde daha etkili olmasının sırrının “me’hazdeki kudsiyet” olduğu kanaatindeyim. Kur’ân ve hadislerden anladığı hakikatlere istinad ederek konuşan bir mürşidin müridi üzerindeki tesiri çok daha büyük olacaktır. Mürşid, Kur’ân’ın emirlerine aracılık edecek, onları tebliğ edecektir. Burada esas iyileştirici faktör Kur’ân’daki sonsuz hakikatlerdir, mürşidin kendisi değil. Terapist ise kudsi bir kaynaktan mahrumdur, elindeki tek kaynak bağlı bulunduğu kuramdır. Hemen her kuram da dünyevidir, sekülerdir, dünyeviliğin yüzeyselliği, kuruluğu ve fakirliğiyle maluldür.
Bir noktayı daha eklemek isterim. Tasavvufun önemli yararlarından birinin sosyalleşme olduğunu söyleyebilirim. Gerek müridler arasındaki sosyal ilişki ağı gerek mürşid ile mürid arasındaki ilişki biçimi kişiyi güvenli bir alan içinde tutuyor. Güven duyduğu insanlarla ilişkide olmak da insanın çok önemli bir ihtiyacına karşılık geliyor.
Mürşidlerin psikoterapistlerden neden daha etkili olduğu sorusuyla birlikte düşünerek, bugünün terapistleri mürşidsiz postmodern çağın mürşidleri olmaya aday olabilir mi diye sorsak?
Mürşidi bir rehber, yol gösterici anlamında kullanırsak, terapistler için bir bağlamdan yoksun kalmış, nasıl hareket edeceğini bilemeyen, karmaşık sorunlarla âlûde seküler toplum için “dünyevi” bir mürşidlik görevi yapıyor denebilir. Her ne kadar terapi insana öğüt vermez, yol göstermez, ne yapacağını söylemez dense de pratikte her terapist danışanlarına öğüt verir, yol göstermeye çabalar, bazı davranışlarını değiştirmek için onu teşvik eder, itekler, dürter. Tabi arada şöyle bir fark var. Mürşid bunu Allah rızası için yapar, karşılıksız yapar, beklentisiz yapar. Bir karşılık olacaksa da Allah’tan gelen bir karşılıktır bu. Ama terapist için bu bir iştir, bir saatine dünyanın parasını talep eder.
Tasavvuf-psikoloji ilişkisine dair neler söylemek istersiniz?
Tasavvuf ile psikoloji arasında derin bir farklılık olduğuna inanıyorum. Psikoloji baştan sona seküler bir bilimdir. Gayesi insanı yaratıcısız tanımak, insanın kendini ‘iyi hissetmesi’ni sağlamaktır. Tasavvufun gayesi ise Allah’ı tanımak ve bilmek, iman hakikatlerinin inkişafı, imanın kuvvetlendirilmesidir.
Psikolojide insanın kendini bilmesi tek başına yegâne hedeftir. Tasavvufta ise insanın kendini bilmesi bizatihi tek gaye değil, insanı Rabbini bilmeye götüren bir araç veya yoldur, esas gaye Rabbin bilinip tanınmasıdır. Tasavvuf bu hedefine kalp ayağıyla bir ruhani seyrusülûke girerek ulaşır. Birisinin gayesi bu dünya hayatı iken diğerinin gayesi dünyayı sadece kalben terk ederek uhrevi hayattır. Biyoloji kaynaklı psikiyatrik tıbbi hastalıkları bir kenara koyarsak psikoloji ve psikiyatri için temel mesele insanın iyi hissetmesini sağlamaktır ki bu tümüyle dünyevidir. Tasavvufun temel problemi ise O’nun bahşettiği hayatı O’nun adına, O nasıl istiyorsa o şekilde yaşamaktır. Lütuf da kahır da eşit derecede Rabb-i Rahim’i tanımak ve bilmek açısından önemlidir. Sıkıntıya, derde tasaya, hastalığa da hoş geldin, baş göz üstüne demeyi amaçlar tasavvuf. İyi hissetme, bir gaye değil O’nun adına yaşamanın bir neticesi, bir meyvesidir.
Günümüz psikiyatristleri sûfîlerin öğretilerinden nasıl yararlanabilirler?
İnsanın anlamını, varoluşsal konumunu, derin içsel boşluk duygusunu, insan-kainat ilişkisini, hatta insanın kendisiyle kurduğu ilişkiyi sağlıklı bir hale koymanın yolunu yordamını sûfîlerden öğrenebiliriz. Özellikle insanın varoluşsal sorunlarının çözümünde sûfîlerden öğreneceğimiz çok şey var. Mesela bir psikiyatrist, çocuğu ölen bir insan karşısında dilsiz kesilir. Seküler dünya içinden verilecek tek bir teselli yoktur. Ama bir sûfî, bir tasavvuf ehli veya bir Kur’ân ehli, “vildânün muhalledûn”(*1) sırrını beyan eder; ölen çocukların cennetin çocuğu olacağını, ölen çocuğun toprağın altında kalmadığı hakikatini anlatır acı çeken anne-babaya ve o kalbe teselli verir. Özellikle ölüm, ölüm sonrası hayata dair kaygılar, endişeler konusunda psikoloji ve psikiyatri kadar kısır, çorak, suskun, cahil bir alan yoktur. Bizi ilgilendirmez der geçerler insanın en çok ilgilendiği konularla.
Tasavvufla psikoloji arasında derin bir farklılık olduğuna inandığınızı söylediniz ama yine de şunu sormak istiyoruz. Günümüzde “tasavvuf psikolojisi” tâbirinin de sıklıkla kullanılan bir tâbir olduğunu göz önünde bulundurursak, öncelikle böyle bir tâbir kullanılmasını doğru buluyor musunuz? İkinci olarak da sûfîlerin değil ama tasavvuf araştırmacılarının psikoloji biliminden alabileceği şeyler olduğunu söyleyebilir miyiz? Yani psikiyatristlerin sûfîlerden öğrenecekleri hususlar olduğu gibi tasavvuf araştırmacılarının da psikiyatristlerden öğrenecekleri hususlar vardır, diyebilir miyiz?
Tasavvuf psikolojisi tabirinde rahatsız edici bir yön görmüyorum, yeter ki içeriği tatmin edici şekilde doldurulsun.
Tasavvuf araştırmacıları psikolojiden yararlanabilir, yararlanmalıdır da. Bu alanlar sekülerizme teslim edilemez. Psikoloji ve psikiyatrinin bazı avantajları var. Bir tanesi, insana dair çıkarımlarının belli bir sistematiğinin olması cezbedici ve ehl-i dikkatin yararlanmasına açık.
Yine bir avantajı şu, özellikle terapilerin: Psikoterapide insanlarla birebir etkileşim halindesiniz, insanların dertlerini, acılarını, kederlerini birinci elden dinliyorsunuz. İnsanların hangi dertleri olduğunu, hangi acılar içinde boğulduklarını anlamada, bu dertleri kavramsallaştırıp çare üretmede çok münbit bir alandır psikiyatri ve klinik psikoloji. Mesela ölüm konusunu ele alalım. Buna mümin birçok insan da dahil, öldükten sonra toprağın altında olmaktan büyük keder duyuyorlar. ‘Nasıl nefes alacağım diye çok endişeleniyorum’ lafını çok duymuşumdur. Şimdi, toprağın altında olmaktan dehşet korkuyorum diyen bir insana cennette ebedi yaşayacaksın demek bir şifa olmayacaktır. Cennetten önce kabrin, müminler için cennet bahçelerinden bir bahçe olduğu, kabirde sadece bedenin olduğu, ruhun ruhlar aleminde diğer adıyla berzah aleminde yaşadığı hakikatini şifa olarak sunmak gerekir. Bu konuda Said Nursî’yi çok başarılı buluyorum. İnsanları çok iyi dinlemiş, çok iyi kulak vermiş. Onların dertlerini ince ince, ayrıntılı olarak idrak edip şifa sunmuş Kur’ân’dan. Risalelerinin birçok bahsine cennetten önce kabrin cennet bahçelerinden bir bahçe olduğunu dahil etmiş.
İnsanların yaşadıkları sorunları formüle etmede psikiyatriden yararlanmaya diğer bir örnek “anda kalmak (mindfullness)” kavramıdır. Birçok kaygılı insan anda kalamaz, geçmiş ve geleceğe takılı kalır, vehim ve vesveseler içinde boğulur. Bu boğulmanın teknik altyapısını mesela kabul-kararlılık terapileri çok iyi tahlil ediyor ama önerdikleri teknik hem seküler hem de zayıf kalıyor. ‘Anda kalmak’ kavramının tasavvuftaki karşılığı da ibnü’l-vakt kavramıdır. İbnü’l-vakt tasavvufta çok daha derin bir formda kavramlaştırılır. İbn Atâullah el-İskenderî’nin (ö. 1309) deyişiyle, “Vakit, kendi hükmüyle gelir ve kendisini dayatır. Bu dayatma esasında Allah’tandır ve bunu kabulle karşılamak icap eder.” Yine İskenderî, “Vakit, içinde Allah’ın izhar ettiğinden başka bir şey ortaya koymak isteyen kimsenin cehaletten hiçbir şey terk etmediğini” söyler. Vaktin çocuğu olan, geçmiş ve geleceğe bakmaz, şimdiyi, şu ânı âlem-i ebedîye nasıl yollayacağına, yokluğun ve hiçliğin elinden nasıl kurtulacağına bakar.
Bir tasavvuf araştırmacısı, anda kalmak kavramının psikiyatrideki ele alınışına, teknik altyapısına vâkıf olabilirse, tasavvufun kavramsallaştırmasının sadece kuramsal bir çerçevede kalması yerine bu teknik altyapıyı kullanarak pratik kullanımını insanlara sunma imkanı bulabilir.
Ölüm, Aşk ve İnsanın Bilinme İsteği
Kitaplarınızda işlediğiniz ana temaların başında ölüm ya da insanın sonsuzluk arzusu geliyor. Ölüm ya da ölümlülük düşüncesi psikolojik rahatsızlıklar için bir tedavi yöntemi olabilir mi?
İnsan varoluşsal bir çatışma içinde sürdürüyor hayatını. İnsanın dem ve damarlarına işlemiş sonsuzluk arzusu ile ölümün kaçınılmazlığı, her daim ayrılığa yani bir nevi ölüme maruz kalışımız arasındaki gerilim ve çatışma bizim en büyük çatışmamızdır. Bu çatışmayı çözmek için kişiler çeşitli yöntemler geliştirirler. Bunlardan biri ölümü inkar ederek yaşamaktır. Ölüm kişinin kendine yaslanarak üstesinden gelinmeye çalışılır. Bu ne demek? Kişi çok güçlü, her türlü sorunun üstesinden gelebilen, kırılmayan, incinmeyen, hep kazanan, hep ilerleyen bir insan olmayı amaçlar, yani çareyi kendine yaslanmada, kendini güçlü kılarak çareyi kendinde aramada bulmaya çabalar. Bu sahte bir “büyüklenmeci benlik” oluşumuna götürür insanı. Diğer uçta ise kendine değil de insanlara dayanma yer alır, bu da insanı bağımlı kişilik yapar. Bu iki uç arasında elbette ara formlar var.
Ölümü inkar mekanizması bir çok biyolojik olmayan psikiyatrik hastalıkta mevcuttur. Mesela sevdiklerimizi kaybetme kaygısının altını biraz eşelersek ölüm çıkar. Mesela kanserden niye korkarız? Azıcık düşünürsek ölüm korkusu başını gösterir. Ölümlülüğümüzün derin idrakine vararak yaşamak, ölümü inkar edici mekanizmalara başvurmadan yaşamak benliğimizi büyüklenmeci bir tutumdan vazgeçmede, nefsimizin arzu ve isteklerini, heva-hevesi ilah edinmeyi engellemede, bütün hataların başı olan dünya sevgisini terbiye etmede tasavvuf ehlinin başvurduğu temel terbiye usulü olmuştur.
Aşkı çokça ele alıyorsunuz eserlerinizde. Çoğunlukla da eleştirel yaklaşıyorsunuz. Aşk gerçekten bu kadar kötü mü? Kadim geleneğimizde aşktan bu kadar olumlu bahsedilmesini, örneğin Fuzuli’nin “Aşk imiş her ne var âlemde…” mısraını hatırlarsak, aşka biraz fazla vurmuş olmuyor muyuz?
Aşk elbette kötü değil. Yaratıcı’nın yarattığı en güzel duygulardan biri aşk. Lakin aşkla ilgili en büyük yanılgı şuradan geliyor: Aşk çok yoğun bir sevgi hali. Bu çok yoğun sevginin kuvvetli bir bağlılık ifade ettiği sanılıyor. Benim aşka itirazım buradan kaynaklanıyor. Aşk çok kuvvetli bir duygudur, çok kuvvetli bir sevgidir ancak iki varlık arasında kuvvetli bir bağ, rabıta anlamına gelmez. İki varlık arasındaki bağın sağlamlığı ile duygunun yoğunluğu arasında doğru orantı yoktur. Mesela annelerimiz bize aşık değildir, aşktaki gibi yoğun duygular beslemezler ama bize olan bağlılıklarıyla kimse boy ölçüşemez. Bize olan bağlılıklarının temelinde şefkat vardır. Aşkı zayıf bir bağlantı sebebi yapan, karşılık beklemeyen aşkın olmayışıdır. Bu yönüyle halis bir muhabbet denilemez aşka. Yeniden söylüyorum bu, aşkı kötü yapmaz; şefkat, merhamet gibi karşılık beklemeyen duygular karşısında daha zayıf bir bağlanma sebebi yapar.
İnsanın en temel sorularından birinin “Ben bu dünyada ne işe yararım” sorusu olduğunu söylüyor ve insanın “önemli biri olma” arzusuna vurgu yapıyorsunuz. Dünyanın en önemli işinin de “Allah’ın isimlerine ayna olmak” olduğunu belirtiyorsunuz. Bunu çeşitli yazılarınızda örneklendiriyorsunuz. Bunu idrâk edebilmek ve hayata geçirebilmek için psikoloji/psikiyatri ilminin imkânlarından da faydalanarak neler tavsiye edersiniz? İnsan “hususi isimlerini” nasıl keşfedebilir?
Hayat Apartmanı kitabından sonra bu soru bana çok soruldu. Şöyle basit bir cevabım var. Günlük hayatta en çok hangi işi yapıyorsanız o sizin hususi isminiz olabilir. Ben mesela hastalarımla uğraşıyorum benim hususi ismim Şâfî ismi. Aşçı akşama kadar yemek yapıyor, hususi ismi Rezzâk olabilir. Belediyede çalışan çöpçünün hususi ismi Tâhir, Mutahhir’dir. Bir iç mimar için hususi isim Munazzım olabilir.
İnsanın ve âlemin hakikatine dair fikirlerinizi Bediüzzaman’dan beslenerek oluşturduğunuzu söylüyorsunuz. Bediüzzaman’ın da aslında tasavvufun kavramlarından, özellikle de İbnü’l-Arabî’nin (ö. 1240) kavramlarından ya da bakış açısından etkilendiğini görüyoruz. İbnü’l-Arabî, Bediüzzaman ve Mustafa Ulusoy arasında bir köprü kurabilir miyiz? İnsana, âleme, Yaratıcı’ya dair tasavvufî hakikatleri, psikiyatri biliminin imkânlarından da istifadeyle yeni bir dille günümüz insanına aktardığınızı söyleyebilir miyiz?
İbnü’l-Arabî konusunda kendimi cahil addederim. Hayata, ölüme, varoluşa bakış açısına dair kısıtlı bir malumatım var. Benim yapmaya çalıştığım şu: İnsanın varoluşsal sorunları özel çalışma alanım. Psikiyatrik birçok durumun temel varoluşsal sorunlar olan ölüm, ölümlülük, değerli olma isteği, anlam, varoluşsal yalnızlık ile bağlantılı olduğunu söyleyebilirim. Bu sorunları iman dairesinde çözümlemek mümkün ve bunları imanî çerçevede çözümlemek isteyen hatırı sayılır sayıda insan var. İnsanın varoluşsal sorunlarının çözümü Kur’ân’da. Bu asırda bu çözümleri bizim gibi seküler eğitimden geçmiş asrın insanlarına kısa ama derin bir yol açarak anlatan Risale-i Nûr’dur. Risale-i Nûr’daki varoluşsal çözüme yönelik imanî ve Kur’ânî hakikatlerin psikiyatrik karşılıklarına temas ederek psikiyatri ile bir bağ kurma niyeti taşıyorum. Kitaplarımı yazarken hep böyle bir niyetle yazmaya çalışıyorum.
Vurguladığınız bir diğer husus insanın bilinme isteği. İnsanın halife oluşuyla bilinme isteği arasında bir ilişki var mıdır? İbnü’l-Arabî düşüncesindeki “Allah’ın kâinatı bilinmek için yarattığı” ve “insanın Allah’ın sureti üzere yaratıldığı” kabulünden hareketle insan da Allah’ın sureti üzere yaratıldığı için mi kendisinde bu kadar güçlü bir bilinme isteği var? Bu bilinme isteği ahlâkî bir şekilde nasıl karşılanabilir? Nasıl yönlendirilmeli?
Mevcudatın varoluş gayelerini açıklarken Nursî, bir ân-ı seyyâle, bir anlık bile olsa Mutlak Varlık’ın nazar-ı şuhûduna görünmesinin yaratılmak, var olmak için tatmin edici bir gerekçe olacağını söyler. O’nun nazar-ı şuhûduna görünmek tüyler ürpertici bir hakikat... Düşünsenize mutlak olan bir Varlık’ın sizin varlığınıza şahitlik eden nazarında resm-i geçit yapıyorsunuz, yani bilinip tanınıyorsunuz. Hem de eksiksiz bir bilinme ve tanınma… İşte insanın bu şekilde tanınma arayışı olduğunu zannediyorum.
Bunu biraz daha açar mısınız?
Bir hadis-i kudsîde Rabbimiz, “ben gizli bir hazineydim bilinmek istedim” diyor. Kainatta Yaratıcı’yı en mükemmel şekilde bilecek, tanıyacak, marifetullahta en kamil noktaya gelecek şekilde yaratılan varlık, insan. Yaratıcısı, insanı kendisini “bilme”si için yaratmış. Yaratıcının “bilinme” iradesi de bir “şuûnât” olarak insanda tecelli ediyor. İnsan da Yaratıcı tarafından bilinmek istiyor. Nefsülemirde, zaten Yaratıcı tarafından biliniyor insan. İşte insan, Yaratıcının kendisini bildiği hakikatine ulaşma ihtiyacıyla dolu, hem de sonsuz bir ihtiyaç bu, olmazsa olmaz bir ihtiyaç. Hayat boyu bunu arayıp duruyoruz. Allah’ı bizi sonsuz bildiğini tam tamına, en yakın bilme derecesiyle bilmek istiyoruz. Allah’ı bilmenin yolu bir açıdan O’nun tarafından bilindiğimizi ne kadar bilebildiğimizle orantılı gibi gelmiştir bana. Herkes imanı derecesinde O’nun tarafından bilindiğini hissedip tadıyor.
Psikolojikleştirme Hastalığı: Âleme nasıl bakmalıyız?
Psikolojiye çok büyük rağbet olduğunu görüyoruz son zamanlarda. Meslek sahibi pek çok insanın da ikinci üniversite olarak psikoloji okuduğuna şahit oluyoruz. Psikolojiye olan bu rağbetin sebepleri nelerdir? Dindar insanlar açısından düşünürsek psikolojiyi “nefsini bilmenin” ve oradan hareketle de “Rabbini bilmenin” bir yolu olarak görüyor olabilirler mi? Öte yandan psikoloji ilmini öğrenmek insanı tanımanın ve bunu olumlu veya olumsuz yönde kullanmanın (bazen manipüle etmenin) bir yolu olarak mı görülüyor? Dînî bir yaşantı benimsememiş olanlar için de psikolojinin dinin yerini aldığı, dinin doldurması gereken boşluğu doldurmasının beklendiği yönünde bir tespit yapılabilir mi?
Anlamsızlıkla ve kaygıyla boğuşan çağımızın narsist insanı kendi varoluşunun gerçekliğinden bile kuşku duyar. Kainat içinde diğer varlık kardeşleriyle yaşayan misafir bir varlık konumundan çıkıp kendi üzerine yoğunlaşan ve elindeki tek işe yarar şey bireysel olarak hayatta kalmaya indirgenen bir hayat algısıyla maluldür günümüzün tipik insanı. Sınır tanımayan nefsani arzularını tatmin konusunda açgözlü, kanaatsiz olan narsist, doğrudan tatmin talep eder, huzursuz, sürekli doyurulmamış bir arzu durumunda yaşar. Kişinin kendiyle tüm uğraşısı, kendini iyi hissetmeye çıkar. Yenilen yemekte, yürümede, gezip tozmada, kitap okumada bile, kendini geliştirmeye matuf görünen eylemlerde bile temel motivasyon kendini iyi hissetme, haz ve lezzet almadır. Anlık yaşamak, dikkatini tümüyle kendi kişisel icrası üzerine toplamak bu asrın bir hususiyetidir.
Ama bir türlü içsel boşluk duygusu kaybolmaz, hücrelere kadar yapışıktır bu duygu. Tam da burada psikoloji devreye alınır. Varoluşsal bir sorun olduğu, hayatın kendisinin bir muamma olduğu, insanın hayatının anlamını bulmak zorunda olduğu bu anlamın Yaratıcısı tarafından sağlandığı, O’na müracaat etmeden varoluşsal meselelerin çözülemeyeceği gerçeği gizlenmek isteniyorsa psikolojiden daha iyi bir seçenek yoktur. Artık her keder, her sonsuzluk özlemi, insanın ölümden fıtrî korkusu, vicdan azabı, kalbinin huzur arayışı, Mutlak’a duyulan sonsuz ihtiyaç, insanın sonsuz muhtaç, sonsuz fakir, sonsuz aciz olduğu gerçeği ‘psikolojikleştirilerek’ psikolojik bir açıklama kalıbına tabi tutulacaktır. Mesela bunların çoğu çocukluk yaşantıları, kişilik özellikleri ya da dışsal yaşantılar, aile, anne-baba ile etkileşim modelleri arasında un ufak edilerek, varoluşsal bir gerçeklikten psikolojik durumlara hasredilerek insanı Yaratıcı’ya götüren vesileler olmaktan çıkarılacaktır.
Psikolojikleştirmeyi biraz daha açar mısınız?
Psikolojikleştirmeden kastım şu: Mesela sosyal medyada sık sık, ‘ırkçılık psikolojik hastalıktır’ şeklinde iletiler görüyoruz. Bu tipik bir psikolojikleştirmedir. Irkçılık psikolojik bir hastalık değildir, ırkçılık bir kötülük sorunudur, şeytani bir meseledir, ahlaki bir meseledir. İnsana dair kötü, ahlaki olan meselelerin bile psikolojik bir mesele olarak görülmesidir psikolojikleştirme.
Tam bu noktada, her şeyin psikolojikleştirilmesinden bahsetmişken, psikoloji dizileri diye adlandırılan dizilerin bu kadar rağbet görmesinin sebepleri neler olabilir? İnsanlar, bazı ihtiyaçlarına cevap bulduklarını düşündükleri için mi bu tür dizilere yöneliyorlar? Öyleyse hangi ihtiyaçlarına karşılık buluyor olabilirler? Bu tür dizilerin olumlu ve olumsuz etkilerinden bahsedebilir misiniz?
Psikoloji dizilerinin tutmasının tam da biraz önce konuştuğumuz, günümüz insanının “psikolojik insan” yani her şeyi psikolojikleştirme saikiyle bağlantısı var kanımca. Bu diziler dikkat ederseniz, varoluş temalarına hiç temas etmez. Ölüm kaygısını bile çocukluk çağı travmalarıyla açıklar. Adeta her duygu, her davranışın fıtrî bir tarafı yoktur; psikolojik bir kuramla, psikolojik bir gerçeklikle bağlantısı varmış gibi anlatılır. Bu, insanı insandan uzaklaştırma çabasıdır. Kendi varoluşsal sorunlarından, varoluşsal gerçekliğinden uzaklaşmak isteyen insanlar için ‘babası yüzünden, annesi yüzünden, çocukluğu yüzünden, başına gelen şu olay yüzünden böyle oldu’ şeklindeki açıklamalara kuvvet ve destek vermektedir bu diziler ve bu açıklamalardan medet uman insanlar için de oldukça cazip gelmektedir.
İnsanlığın ve âlemin gidişatını nasıl görüyorsunuz? Karamsarlığa düşmemek için neler tavsiye edersiniz?
Bu asır Bediüzzaman’ın ifadesiyle “dehşetli asır”dır. Zor bir zamanın insanlarıyız. İmanı elde etmenin ve muhafaza etmenin son derece müşkil olduğu bir asırdayız. Ama Rabbimiz sonsuz rahmet sahibi olduğundan bu dehşetli asırda bize yardımını esirgememiş. Başta elimizde Kur’ân var. Efendimiz aleyhissalatuvesselamın yol göstericiliği var. Zihni seküler eğitimle şekillenmiş, Arapça bilmeyen, kelâm ilmi nedir bilmeyen, tasavvuf nedir bilmeyen, medresede okutulan ilimlerin hiçbirine vâkıf olmayan bizleri, en kısa yoldan Kur’ân’daki hakikatlere ulaştıracak, nefsimizi terbiyeye, kalb ve ruhumuzun yaralarını tedaviye vesile Risale-i Nûr bahşetmiş. Elimizde sonsuz hakikatlere, sonsuz şifaya sahip Kur’ân olduğunu unutmamanın, karamsarlığa düşmemek için en çıkar yol olduğunu zannediyorum.
Bir başka nokta, başkalarının dalaleti, küfrü ile meşgul olmadan kendi imanımızı inkişaf ettirmek, elimizden geldiğince başkalarına aktarmak için çaba göstermek de karamsarlığa düşmemek için elzem. Kötülükle ve kötülerle zihinsel meşguliyet insanda gerçekten bıkkınlık uyandırıyor.
Karamsarlığa düşmemenin önemli bir yolu da ahireti sürekli göz önünde bulundurarak hayatta olan bitene bakmak. Mesela Bediüzzaman’ın Birinci Dünya Savaşı’nda on binlerce insanımız öldü ve savaştan yenik çıktık diyenlere verdiği cevap bana hep iç açıcı gelmiştir. On binlerce insanı ölüp gitmiş telef olmuş insan olarak değil ahiret nokta-i nazarından bakılınca on binlerce evliya makamına ulaşmış insan olarak görür.
Yine Bediüzzaman zulme uğramanın, hastalıkla boğuşarak dünya yüzü görmeden ölmenin hep ahiretteki meyvelerini nazara verir. Umutsuzluktan kurtulmanın önemli bir başka yolu dünyevi musibetlerin uhrevi meyvelerini hatırda tutmaktır. Bir diğer nokta şerlerin içindeki hayırları görebilmektir. Zulümâtın içindeki nuru görebilmek müminin vazifesidir. Şer, tebeîdir. Kainatta şer tebeîdir, esas değildir. Bu da umutsuzluğa düşmemek konusunda elzem bir meseledir.
‘Gelecek şöyle güzel, böyle güzel olacak’ bakış açısını benimseyemiyorum. Şimdinin içindeki hayrı, güzelliği, iyiliği görmeyi önemli buluyorum. Bunu görebilmek için Kur’ân’daki hakikatler bize yol gösterecektir. Mesela bunun güzel bir örneğini On Üçüncü Ricâ’da,(*2) Bediüzzaman’ın Birinci Dünya Savaşı sonrası yanmış yıkılmış Van’a gelince kapıldığı elem ve kederden Hadid Suresi birinci ve ikinci ayetleriyle şifa buluşunda görüyoruz:
“Göklerde ve yeryüzünde olanların tümü Allah’ı tesbih eder. O’nun kudreti her şeye galiptir ve hikmeti her şeyi kuşatır. Göklerin ve yerin mülkü O’na aittir. Hayatı da ölümü de O verir. O’nun kudreti her şeye yeter.” (Hadîd, 57/1-2) |
İşte bu ayete istinaden yanmış yıkılmış Van’dan nazarını meyvedar ağaçlara çevirir ve ağaçların başlarındaki meyveleri tebessüm eder bir tarzda ona bakıp şöyle diyordur: “Bize de dikkat et, yalnız harâbezâra bakıp durma.”
Şu yazdıkları bana enfes bir çıkış yolu gibi gelir karamsarlığa düşmemek için:
“Van sahrâsının sayfasında misafir olan insanların eliyle yazılan ve şehir suretini alan sun’î bir mektubun, Rus istilâsı denilen dehşetli bir sel belâsına düşüp silinmesi neden seni bu kadar müteessir ediyor? Asıl Mâlik-i Hakikî ve her şeyin Sahibi ve Rabbi olan Nakkâş-ı Ezelî’ye bak ki, bu Van sayfasında, mektûbâtı kemâl-i şâşaa ile, eski zamanda gördüğün vaziyeti yine devam edip yazılıyorlar. O yerler boş, harap, hâlî kalmış diye ağlamaların, Mâlik-i Hakikî’sinden gaflet ve insanları misafir tasavvur etmemekten ve mâlik tevehhüm etmek yanlışından ileri geliyor.”(*3) |
Bu âlem geçici. İman ehli bu dünyada kazansa da kaybetse de her daim kazançlıdır. Bizim varoluşumuzun gayesi bu dünyayı kazanmak değildir, mümin bu dünyada ahireti kazanmayı hedefleyendir. Gerçek muvaffakiyet budur.
© 2021 karakalem.net, Mustafa Ulusoy ile söyleşi