TEKÂSÜR SÛRESİ BENİ OLDUM OLASI heyecanlandırır. Bunda sûrenin âlemin topyekün varlığıyla, Ehad olan Cenâb-ı Hakk’ın ilişkisine dair çok önemli ilkelerin vaz edilmiş olması; bunun insanın ölüm, ahiret ve çokluk-birlik arasındaki ilişkiyi nasıl kuracağı gibi noktalar üzerinden bizlere aktarılması en mühim amil olsa gerek.
Özellikle sûrenin başlarında geçen “kabirlere varıncaya dek…” ifadesi bazı müfessirlerce “ölünceye kadar” şeklinde yorumlansa da insanın ölüleriyle, onların çoklukları ve çoğalttıklarıyla övündüğü şeklindeki yorum bana hep daha dikkat çekici gelir.
Gelin şimdi sûrenin meâline birlikte bakalım:
“Çoklukla övünmek sizi, kabirlere varıncaya kadar oyaladı. Hayır; ileride bileceksiniz! Hayır, Hayır! İleride bileceksiniz! Hayır, kesin olarak bir bilseniz... Andolsun, o cehennemi muhakkak göreceksiniz. Yine andolsun, onu gözünüzle kesin olarak göreceksiniz. Sonra o gün, nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz.” (Tekâsür, 102/1-8) |
Sûrenin çokluk yarışı ve bununla oyalanmanın ahiretin kaybına yol açmasına dair uyarıyla ilgili olduğu görülür. Fakat bunun yanı sıra önemli bir detay daha verir bize bu sûre-i celîle: bilgi hiyerarşisini.
Bilinenle bilen ilişkisinde 3 temel durum vardır. Meşhur hikayedir, ateşi bilmek meselesinde birinci merhale ateşi teorik olarak bilmektir, bir nesne yanma sıcaklığına geldiğinde yanar, ortaya ateş çıkar. Ya da güvenilir birileri size bir yerde ateş çıktığını söyler ve siz de buna inanırsınız. Bu bir bilgidir. İkinci merhalede ateş görüş mesafenize girer. Daha evvel kulağınıza inanmıştınız, artık gözünüze de inanırsınız. Üçüncü merhale ise ateşin sıfatlarıyla muttasıf olmaktır. Yani onun ısıtmasıyla ısınmak, yakmasıyla yanmak… Burada da yanmanın derecesine göre bilginin nihayetsiz mertebeleri hâsıl olur. Ne kadar çok yanarsa o kadar çok bilir ateşi. Ateşle ateş olup ateşte fani olunca, yani kül, yani hiç olunca bilginin son mertebesine ulaşılmış olur.
Hakkalyakîn: Arif olana tarif gerekmez, olmayan tarifle anlamaz
Tekâsür sûresinde önce bir çeşit bir bilmeden bahsedilir, ardından ikinci bir bilme düzeyinden daha: ilmelyakîn ve aynelyakîn. Fakat hakkalyakîn düzeyindeki bilgi ise ismen zikredilmez. Ona sadece işaret edilir. “Sonra o gün, nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz”, buyrulurken bu cümlenin zımnında inkar edilen ya da kendisinden gaflet edilen sorgunun ve sonrasındaki azabın yaşanarak hakkalyakîn derecesinde tanınacağı anlaşılır. Burada şöyle bir incelik var. Hakkı, gerçeği, hakikati onu bilene tarif etmenin anlamı yok, bunu hakkalyakîn düzeyinde bilmeyenin ise tarifle öğrenebileceği bir şey değildir hakikat. Ancak olmakla bilinir, bilginin bu seviyesi bularak değil olarak tahakkuk edecektir.
Buradan sûreye dair şöyle genel bir yorum da yapılabilir: insanoğlu dünya hayatı içerisinde gaflete düştü. Bu bağlamda, Asr sûresinde “insan hüsrandadır” buyurulduğunu, Tîn sûresinde ise insanın önce ahsen-i takvimde yaratıldığı halde kendi amelleriyle esfel-i sâfilîne düştüğünün zikredildiğini hatırlayalım. İnsanın bu gafleti, esasen çokluk içindeki birliği, Bediüzzaman’ın Birinci Lem’a’daki ifadesini hatırlarsak, “sırr-ı Ehadiyyet(i), nûr-i tevhîd içinde inkişâf” ettiremediğinden insanoğlu balığın karnında, karanlık bir gecede, dalgalı bir okyanusta kaybolmuş gibidir. “Çok” bizi Bir’e götürecek aynalar iken, karşılıklı aynaların görüntüleri içinde kaybolmuş gibiyizdir. Bu içine düştüğümüz gaflet, aslında bir çeşit cehennemdir, ayet-i kerimede zikredilen “cahîm”i bir manasıyla böyle algılayabiliriz belki.
Cehalet cehennemdir, marifet cennet
Bu gaflet cehenneminden kurtuluşun reçetesi ise yine bu sûrenin içindedir:
“Nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz.”
Burada biz insanlara çokluğun kaynağının ilahi nimet olduğu, bunun herhangi bir övünme, üstünlük devşirme aracı olamayacağı ve bu çokluğun kaynağından gaflet etmeme dersi verilir. Gafleti giderecek en mühim düşünce çok’un Bir’den geldiğini, yine Bediüzzaman ve gelenekte pek çok âlimimizin şükrün tanımı olarak kullandığı cümleyi hatırlarsak, “nimette nimeti vereni görmek”tir.
Cenab-ı Hakk’ın Bir iken âlemi yaratması, bizlere varlık vermesi nimettir. Bu nimet şükür ister. Onun şükrü ise Tekâsür sûresinde işaret edildiği gibi nimeti vereni henüz bu dünyada iken bilginin en üst mertebelerinde tanımaya, bilmeye gayret etmektir.