Millet Sevgisi ve Milliyetçilik

Mustafa H. Kurt

Milletini sevmek gibi fıtrî bir sevginin yolu özellikle de “milliyetçilikler asrı” olan bu devirlerde adeta bir mayın tarlasına çıkmış durumdadır.


MİLLETİNİ SEVMEK kavramı adı altında milliyetçilik icrası yaygın bir vakıayken, kişinin milletine yönelik sevgisi gerçekten de milliyetçilikten mi kaynaklanmaktadır? Veya millet sevgisinin perde gerisinde aslında insanın kendi ırkına bilinçli ya da bilinçsiz bir üstünlük atfı mı yatmaktadır?

Böylesi sorular çoğu zaman can sıkıcı olsalar da, konu iman ve insanlık kalitemiz için göz ardı edilemeyecek bir önemi ifade etmekte. Öyle ki, insanlar -ve özellikle de ehl-i din- için hayli tehlikeli bir yangın; din ve iman hakikatlerinin gönüllerde karşılık bulmasını engellemeye aday sinsi bir fitne; milletini sevmek ve bir adım ötesinde de milliyetçilik adıyla hükmünü öyle kolay icra edebilmekteki… İnsanın nesebini sevmesi gibi olağan bir duygu, kimi zaman nelere ve kimlere alet edilerek nice ameller heba edilmekte. Dahası, ‘pergelin ayağının’ yanlış yerde konumlanması çizilen dairelerin yanlışlığını netice verdiği gibi, ‘o daireleri’ çizmek için harcanan nice emeği de ziyan etmekte.

Hele ırkçılıkla ilgili sınırları çizen kendi pergelimizin doğru sabiteyi görmekte sıkça zorlanması ise; milliyet, nesep, unsuriyet, kavim gibi kavramların halihazırdaki kullanımlarıyla “kavram karmaşasına” bariz örnekleri netice vermekte..

O halde, anlam kaymasına uğratılmış kimi kavramları öncelikle aslî manalarıyla anlamlandırmaya çalışmak faydalı olacaktır. Zira kavramları ayrı manalandıran tarafların ortak zeminde buluşabilme şansları, malumdur ki daha baştan darbe almış demektir.

Bu itibarla, bir insanın milletini sevmesiyle milliyetçi sayılamayacağı gerçeğini özellikle ve öncelikle vurgulayarak ‘zeminimizi sabitlemek’ yerinde olacaktır. Zira herkes bu zeminde sabittir ve kendi aslı, ailesi, akrabaları, kavmi ve milletiyle en başta “fıtraten” alakadardır zaten!

Ne var ki, bu fıtrî sevginin yolu özellikle de “milliyetçilikler asrı” olan bu devirlerde adeta bir mayın tarlasına çıkmış durumdadır.

İşte bu yazı ile, söz konusu yolda “mayın” haline getirildiğine inandığım bazı kavram ve algı yanlışlıklarını ise, biraz da üstünkörü, alt başlıklarla ele almaya çalışacağım.

1. “Milletini sevmek ve adaleti muhafaza dengesi”

Bir insanın nesebine olan sevgisinde dikkat etmesi gereken en önemli noktalardan biri, hiç şüphesiz, o sevginin kişiyi adaletsizliklere sevk etmemesi olmalıdır. Mesela kendi soyundan olanları veya ecdadını her halükârda savunmaya çalışmak ya da onların hata ve günahlarını kabul edememek, kişiyi olaylara ve insanlara bakışında “kan bağına bağlı bir düşünceyle hareket etmek” gibi bir adaletsizliğe sevk eder. Dahası, ‘ayrıcalıklı’ gördüğü bu kan bağına dahil olması hesabıyla kendisinde de bir üstünlük olduğu vehmine kapılan kişi, bu sebeple zihniyet inşasında ağırlıklı olarak kendi soyunun faziletlerini ve sevaplarını nazara verir. Bu yolla da kendi ene’si yanında neredeyse ‘ataların da kutsanması’ faaliyetine yaklaştığından habersiz şekilde, o ataların ya da soydaşların muhtemel zulümlerine dahi kalben ortak olmuş olur.

Ve işin sonunda ise, nefsi gibi milletini ve ecdadını da muvazeneli bir tutumla ve hatası-sevabıyla ele alamayarak bu konuda en başta adaleti ve “hadd-i vasatı” elde edememiş olur.

Nitekim, "Kişinin soyunu, sülâlesini sevmesi taassup (asabiyet) sayılır mı?" şeklindeki soruya Hz Peygamber aleyhissalatü vesselamın: “Hayır” şeklinde cevap vermesi ve bu tek kelimelik cevabın ardından da bu konudaki, milletini sevmek ile adaleti muhafaza arasındaki şu ‘ince çizgiye’ dikkatlerimizi çeken ikazının gelmiş olması, bu açıdan hayli yol göstericidir: "Lâkin kişinin kavmine zulümde yardımcı olması taassuptandır.”[1]

Ama gelin görün ki, o asabiyete saplanmış bir kişinin nazarında ise millî gördüğü şeyler uğruna kan dökülmesi, temel hakların yasaklanması, çoğunluk için ferdin feda edilmesi gibi davranışlar, “adaletle davranmaya” oranla asıl lazım olan, olumlu, savunulacak ve ‘örnek’ davranışlardır.

Oysa ferdin kendi rızası olmadıkça toplum için feda edilebileceği fikrine itiraz eden ve “hakkı güçlüde değil de sadece haklıda görmek” diye özetlenebilecek adalet tavrından yana olan bir adalet aşığının bu konudaki ikazı, aslında “adalet ve fikr-i milliyet” kavramlarının birbirleriyle zıtlığını da izah eder niteliktedir:

“Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takib etmediğinden zulmeder. Adalet üzerine gitmez.”[2]

İşte tam da bu “adaletli bakışla” ilgili sapmadandır ki, günümüzdeki anlamıyla “fikr-i milliyete” sahip bir insan en çok da kendi ırkına hitap eden bir din anlatımına aşinadır ve ille de böylesi dini söylemlerden hoşlanır. Üstelik hitabında herhangi bir ırkı öne çıkarmayan söylemleri kabullenme konusunda bile adaleti (bu yüzden) sağlayamadığından, söz konusu söylemlerin varlığından pek hazzetmez!... Ne var ki bu fikir yapısı, dinin aslında ‘geleneksel figürlerden’ biri kılınması yanında inanan milletler sayısınca ayrı fikirlerle ‘sentezlenmesinin’ de ilk adımlarındandır.

Ve bu ise, açıkçası ümmetin “tek bir millet” kılınması hedefinden uzaklaşmasının bir diğer adıdır!

Kısacası, milletimizi elbette sevebiliriz ama eğer diğer halklara/milletlere bakışımız söz konusu olduğunda vicdanımızı bu sevginin müdahalesinden koruyamazsak, hele hayat felsefemizde unsuriyet ve milliyet esaslarının ağırlığı söz konusuysa; o zaman bu konuda adaletsizliklere hatta zulme sapma tehlikesiyle de yüz yüzeyiz demektir.

Bu itibarla, “Kendi nefsi için istediğini mümin kardeşi için de istemeyen (kâmil) mümin olamaz”[3] hakikati ile milliyetçiliğin gerekleri, açıktır ki, adaleti ve hakkaniyeti temin etme yolunda mümini birbiriyle çelişir yollara sevk edecektir!

2. “Aslî Milletini” unutmak!

“Eğer unsur lazım ise, unsur için bize İslamiyet kâfidir.” (Bediüzzaman)

Bir müminin bırakın milletini sevme “hakkı” olduğundan bahsetmeyi, aslında milletini sevmekle “yükümlü” olduğu gerçeği müminler için tereddüt yaşanmaması gereken konulardan biridir belki de..

Ancak bu yükümlülük “millet” kavramını öncelikle nesep-soy olarak ele alıp almamamıza bağlıdır! Çünkü Kur’ân’ın cihanşümul “millet-i İbrahim”[4] kavramı orada dururken, üstelik hadis-i şeriflerde aksi düşüncelerin (örneğin “âsâbiyet-i cahiliyye” gibi) ikazlarla ifadesi söz konusu iken; Kur’ân terminolojisindeki milliyet ya da millet kavramlarını sırf ‘dil ve nesep birliği’ olarak ele almanın insanı büyük bir yanılgıya sevk edeceği açıktır.

Zira, “Ve ben atalarım İbrahim ve İshak ve Ya'kub’un milletine girdim” ” [5]; ya da “Sen onların milletine tâbi oluncaya kadar senden ne Yahudiler ne de Nasranîler asla hoşnut olmazlar.”[6] meallerindeki ayet-i kerîmeler gibi örnekler, hele “(Ey) Rabbimiz, kafirler kavmine karşı bize yardım et!”[7] gibi bir ayetin bizatihi varlığı; Kur’ân’da millet kavramıyla ilgili baskın mananın “din birlikteliği” anlamında kullanıldığını göstermektedir. Millet kelimesinin günümüz Türkçesindeki “ırk” anlamıyla kullanımı ise, belki ulus-devlet fikirlerinin toplumumuzda hükmünü icraya başlamasıyla ancak tarihlendirilebilir. Ki, Osmanlı Devletine ait son dönem resmî belgelerde kişileri tanımlayan bilgiler arasındaki “Milliyeti:” hanesinin karşılığı olarak, mensup olunan din isminin zikredilmesi de, bu gerçeği tasdik eden tarihî bir delil niteliğindedir.

Ancak, kimi ehl-i dinin ve özellikle de (Risale-i Nur’daki “kudsî İslamiyet milliyeti” gibi tabirlere rağmen) kimi ehl-i Risalenin “o asıl milletini” sevdiğini söylemekle birlikte nesebi ve ırkıyla övünen söylemleri de kullanıp ön plana çıkarabilmesini, bizi nice zamandır birçok hayırdan alıkoyan en mühim hatalarımızdan biri olarak görmemiz gerekiyor.

Üstelik de bunun bir adım sonrasında milliyetçi söylemlerin inisiyatifi ele aldığı bir sır değilken.. Hem de Risalelerdeki, Hadislerdeki ve Kur’ândaki millet kavramıyla ilgili “İslam olmak-olmamak” vurgusunu türlü yorumlarla yine de bir milliyetçiliğe dayanak kılmak, vicdanları fazlasıyla kanatıyorken...

Oysa yukarıda da belirtildiği üzere, insanın nesebiyle alakadar olması ve onları sevmesi fıtratından gelen bir hissidir. Hem bırakın ataları; bugün kullandığımız manasıyla milletini (nesebini) en başta anne-babasıyla sevmiş olur insan.. Öyle ya, nesebî yönden insanın en yakını ebeveynidir ve birinci dereceden “milleti” olan kendi ailesidir en başta!

Ne var ki İslam’ın tam da bu konudaki öncelikli yaklaşımı dahi “asırlık alışkanlıklarımızı” sarsıcı niteliktedir!

Zira sadece milletimizle olan bağımızı değil, neseben en yakın akrabalarımız ve en yakın milletimiz olan ailemizle olan yakınlığımızı dahi Kur’ân öncelikle “iman veya küfür kategorilerindeki konumumuza” göre belirlemektedir!

Örneğin Hz. Nuh aleyhisselama daha önce ailesinden kimsenin helak edilmeyeceği vahyedilmesine rağmen asi oğlunun nasıl olup da helak olduğunun beyan buyrulduğu ayet olan: "Ey Nuh, o senin ehlinden değildir. Çünkü o sâlih olmayan bir amel sahibidir" [8] ayetini; ya da “Ey müminler! Küfrü imana seçiyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi dost edinmeyiniz!” [9] ve “Allah'a ve ahiret gününe imân eden hiçbir kavmi bulamazsın ki, Allah'a ve Resûlüne muhalefet eder kimseleri sevsinler. Velev ki babaları veya oğulları veya kardeşleri veya kabileleri olsunlar.” [10] mealindeki ayetleri hatırladığımızda; üstelik söz konusu ayetleri de "Ancak müminler birbirinin kardeşidir" [11] gibi ayetlerle ve bu manadaki hadislerle birlikte ele aldığımızda; İslam’a göre bir insanın aile ve milliyet bağları için öncelikli kıstasın din olduğu gerçeği de ortaya çıkmış olacaktır.

Yani İslam bir insanın sadece kimlerle hangi milliyetten olduğunu değil, ailesine kimlerin mensup olup-olmadığını belirtirken dahi o kişinin iman/küfür durumunu temel ve belirleyici unsurlardan biri kılmaktadır. Ki; "İki farklı dine mensup olanlar birbirine mirasçı olamazlar"[12] şeklindeki Nebevî fermanda da görülebileceği üzere; İslam Hukukunda aile mirasından pay elde edebilmenin şartı, “o aileye”, yani o aileyle aynı dine, kısacası “aynı millete” mensup olmaktan geçmektedir. (Ancak nikah mevzusu bu hükmün dışındadır. Din farklılığının, tıpkı İslam aile ve miras hukukunda özel bir hüküm sahasına sahip olması gibi, aralarında nikah akdi kurulamayacak yakınlarla ilgili açık Kur’ân hükmünün kapsamına etki etmeyen özel bir ‘hükümsüzlüğü’ de bulunmaktadır. Örneğin Kur’an’da kendileri ile evlenilmesi yasak olan kadınlar zikredilirken “sütanneler” mutlak olarak gelmiş, onlar için herhangi bir din kaydı konulmamıştır.[13])

Bu itibarla, İslam’ın millet ve hatta aile tanımlamasındaki ağırlıklı ve öncelikli belirleyiciliğin kan, ırk, nesep veya genle değil de, “İki milletin insanları birbirine mirasçı olamazlar."[14] hadisindeki “millet” kavramında da görülebileceği üzere “İslam olmak ya da olmamakla” ortaya çıktığını hatırlamış oluyoruz.

Ve işte asıl ‘sorun’ da sanırım burada ortaya çıkıyor…

3. “Faziletli atalarımıza ne şekilde sahip çıkabiliriz?”

Bugün İslam’ın aile ve millet tanımlamasında “din” olarak beliren öncelikli kıstasını kabul eden pek çok ehl-i dinin, daha çok hal lisanıyla da olsa: “Madem inananlar milletindenim ama diğer yandan da fıtraten nesebimle alakadarım; o halde atalarımdan olan örnek bir Müslümanı sevme ölçüm ne olacak; yoksa faziletli bir Müslüman da olsa akrabamı veya atamı sevmem, milliyetçilik midir?” dediklerine şahit olabilmekteyiz. Ya da bir diğer şekliyle, “Atilla’dan ya da Tonyukuk’tan bana ne, ben ırkçı değilim, kıstasım İslam’dır; ben Fatihlerin, Yavuzların nesliyim ve onlarla gurur duyuyorum” şeklinde düşünmenin bir sakıncası var mıdır acaba?

İşte tam da burada, unsuriyete ve atalara duyulan fıtrî yakınlığın meşru ve caiz olan kısmı ile bu hissin ‘haddi aştığı’ hali arasındaki tehlikeli çizgiye dikkat çekmek gerekiyor. Ki ‘hadleri aşan bu hal’ ise, en başta, ortak kan bağına mensup insanlara ihsan olunan iyilikleri ve faziletleri onlardan bilme yanlışına düşmek; ve bu yolla o akraba ve ataların iyiliklerinden (ortak kan bağından ötürü) insanın kendine de pay çıkarması şeklinde özetlenebilir.

İşte bundan dolayıdır ki, her ne şekil ve isim adı altında olursa olsun bu hal ise aslında: “Fenalığı nefsinden ve iyiliği Allah’tan bilmek” [15] şeklindeki Kur’ân hükmüne muhalefet etme divaneliği gibi sakıncalı bir anlayışı bünyesinde barındırmaktadır!

Üstelik bu anlayışla onların faziletlerini üstlenerek ene’nin sadece kendiyle değil, milletini nazara vermek suretiyle daha genel boyutta böbürlenmesinin yolu da açılabilmektedir.

O halde, mümin ve mübarek kimselerle aynı kan bağından gelmem, bana o kimselerin faziletlerini (milletim adına) üstlenme ve bu yolla da onlarla övünme hakkı vermemektedir. Zira unutmamalı ki, mümin atalarımızın vesile kılındıkları o hayırların müsebbibi -haşa- sahip oldukları genler veya ‘üstünlükler’ değil; bilakis, “iyiliği Allah’tan bilmek” fermanınca bizatihi Cenâb-ı Hakk’tır.

Fatihler, Yavuzlar, Alpler, Erenler eğer örnek Müslüman olabilmek gibi iyiliklere mazhar kılınmışlarsa; bu, -ayetin beyanıyla- bir ihsan-ı ilahidir kısaca... Vesile kılındıkları hayırlar ise onların azimleri, ihlasları ve “nasipleri” ölçüsünde “lütfedilmiş” birer nimettir elbette.

Nitekim, Bediüzzaman Said Nursi’nin de vurguladığı üzere insanın hayır ve güzellikleriyle iftihar etmeye hakkı pek bulunmamaktadır. Ve belki daha da önemlisi, böyle bir hal aslında kişinin Uluhiyet, Rububiyet, kader, kaza, hayır-şer gibi, imanla ilgili kimi temel başlıklarda gösterdiği zafiyetleri haber veren bir alarm niteliğindedir:

“..mü'min herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenab-ı Hakk'a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes'uliyetten kurtulmamak için "Cüz'-i ihtiyarî" önüne çıkıyor. Ona "Mes'ul ve mükellefsin" der. Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve kemalât ile mağrur olmamak için, "Kader" karşısına geliyor. Der: "Haddini bil, yapan sen değilsin."

“ Evet, Kur'ân'ın dediği gibi, insan, seyyiâtından tamamen mesûldür. Çünkü, seyyiâtı isteyen odur. Seyyiât, tahribât nevinden olduğu için, insan bir seyyie ile çok tahribât yapabilir. Müthiş bir cezaya kesb-i istihkak eder: bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat, hasenâtta iftihara hakkı yoktur; onda, onun hakkı pek azdır. Çünkü, hasenâtı isteyen, iktizâ eden rahmet-i İlâhiye ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. Suâl ve cevap, dâî ve sebep, ikisi de Hak'tandır. İnsan, yalnız duâ ile, İmân ile, şuur ile, rızâ ile, onlara sahip olur.” [16]

Hal böyle iken, bırakın nefsimizin “bize ihsan edilen” iyilik ve hasenatla iftihara yeltenmesini, soydaş olduğumuz müminlere ihsan edilmiş iyiliklerle dahi iftihar edip onlarla da mağrurlanmaya yeltenmesi bizler için büyük bir fitne olup çıkmaktadır… Öyle ki, bu küllî kapasiteli gururlanma; kişinin kendi kavmi için hep fazileti ama başka kavimler hakkında şerri veya basitliği zihninde bir çırpıda normalleştirmesi pahasına bir sahiplenme ve gururlanmadır ne yazık ki!

Bu sebeple, aynı kan bağına sahip olduğum faziletli müminlerin nail oldukları ihsanlar ve hayırlardan dolayı onlarla soy vurgusunu öne çıkararak övünüp iftihar etmem demek, “Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takib etmediğinden zulmeder. Adalet üzerine gitmez.” ikazına göre beni hem diğer mümin kavimler hakkında dengeli ve adaletli bakış açısından, hem de o hayırları Cenâb-ı Hakk’tan bilme şuurundan uzaklaştıran pek dehşetli tehlikelerdir!

Üstelik böyle bir yaklaşımı ırkçılık olarak tanımlayan düşüncenin bu şekilde tanımladığı ırkçılığı bazen farklı doz ve söylemlerde -örneğin ‘kişinin faziletli atalarını ve soydaşlarını sevmesi’ adıyla- yapmasını "müspet milliyetçilik" olarak tanımlaması da, görülebileceği üzere durumu çözüme kavuşturmamaktadır ne yazık ki...

4. Risale-i Nur’da “Müspet Milliyet” Meselesi ve “Muhatap Problematiği”

“Yaşasın ittihad-ı millî!.. Ölsün ihtilaf!.. Yaşasın muhabbet-i millî!..” (Bediüzzaman)

Peşinen belirtmek gerekiyor ki, Bediüzzaman’ın kullandığı “müspet milliyet” tabirini “müspet milliyetçilik” şeklinde okuyarak milliyetçiliği ve özellikle de Türk Milliyetçiliğini ‘meşrulaştıran’ dayanaklardan biri kılmaya çalışmak; en hafif tabiriyle “sıkıntılı” bir okuyuştur!

Hal böyleyken, Risale-i Nur’un çağımızla ilgili kimi kritik meselelere yönelik mesajlarını algılayabilme noktasında önümüzde nicedir bir takım başka “sıkıntıların” belirdiği de muhakkaktır. Örneğin delillerden yargıya ulaşmayı esas almak yerine “ön kabulleri doğrulatacak deliller arayışındaki” bir okuma şekli, ya da ele aldığımız bahisleri kendi hayat felsefemiz ve dünya görüşümüz veyahut siyasi-meşrebi tercihlerimiz gibi çerçevelerden okuyor olmak gibi hatalar, bu konuda akla gelen öncelikli sıkıntılardandır.

Bu anlamda, Risale-i Nur’u anlama noktasında düşülen önemli hatalardan biri ise; “müspet hareket” metodunu şiar edinen Bediüzzaman’ın zaman zaman o şiarın gerektirdiği üslubun dışına çıkmak zorunda kaldığı zamanlarda kullandığı “mukteza-yı hale mutabık” kimi ifadelerinin sanki herkese ve her hâle aynı derecede hitap ediyormuşçasına ele alınması şeklinde özetlenebilir.

Söz gelimi, Bediüzzaman’ın sürgün yıllarında bir provokasyon ve zulme mahal verilebileceği endişesiyle imzasını “Kürdî” yerine köyüne nispeten “Nursî” olarak atması ya da hemşerileriyle Kürtçe yerine çoğunlukla Türkçe sohbet etmesi gibi örneklere bakarak; Bediüzzaman’ın ‘müspet milliyetçilik’ adı altında resmî ulus-devlet sistemi ve politikalarını desteklediğini hatta teşvik ettiğini düşünmek, sözünü ettiğimiz “muhatap” sıkıntısına verilebilecek ibretli örneklerden biridir.

Nitekim Risale-i Nur'un gereği gibi anlaşılması yolunda aşılması gerekli birtakım engellerin sıralandığı önemli bir değerlendirmede geçen şu dört engel ve onlardan biri olarak da “muhatap” meselesinin vurgulanmış olması, konumuz açısından ayriyeten dikkat çekicidir:

  • Risaleleri, Eski Said-Yeni Said ayrımının getirdiği afakî ve enfusî değişimi ihmal ederek ele almak.

  • Farklı mecralardaki kişilere yönelik ifadeleri, o mecralarda olmayan insanlara da matuf kılmak.

  • Risalelere bütüncül bir bakış açısıyla muhatap olamamak.

  • Kişilerin Risalelere, Risalelerin bildirdiği tarzda değil de kendi paradigmalarıyla, kendi düşünce yapıları ve tarzlarıyla bakmaları.[17]

Bu şekilde özetleyebileceğimiz bu dört anlama probleminden biri olan “muhatap” meselesiyle ilgili gelecek izah ise, konunun önemini gözler önüne sermektedir:

“Yeni Said, "yalnız ve yalnız imana hizmet hususu" üzerinde yoğunlaşmış; "hayat-ı içtimaiye-i siyasiye"den uzak durmuştur. İzahı bu yazının hacmini aşan bu haklı ve hikmetli tavrına mukabil, cumhuriyet idaresince bilmecburiye "hayat-ı içtimaiye-i siyasiye"ye muhatap kılındığı anlar olmuştur. Meselâ, mahkemelere çıkarılmış, birçok tazyike uğramış, hakkında birçok soru ve iftira ortaya atılmış; tüm bunlara karşı iman hizmetini ve Kur'ân hakikatlerini müdafaa için mukabelede bulunma dıırumunda kalmıştır. Bu mahiyetteki mektup ve müdafaalarında doğrudan Risale-i Nur'daki Kur'ânî derslerin ve imanî hakikatlerin muhatabı olan, hakikat taliplerine yönelik "söylem'den farklı bir üslub kullanmaktadır. Îmanî ölçülerden uzak, dünyevîliği yol edinmiş bu "ehl-i hüküm"e karşı konuşmaya mecbur kaldığında, deyim yerindeyse, onların anlayacağı dilden konuşur Said Nursî, Bir örnekle açıklarsak, bir talebesine, meselâ Abdullah Çavuş'a veya Hâfız Ali'ye konuşması ile, bir mahkeme reisine, bir emniyet müdürüne veya İçişleri Bakanı Hilmi Uran'a konuşması bir değildir. Çünkü muhatabı bir ve aynı değildir. Bu fark, hikmeten olması gereken bir farktır. İkinci durumda, muhatabının kabul etmediği imanî ölçülere doğrudan atıfta bulunmaktan ziyade, onun dünyasını dolduran "Türklük," "devletin bekası," "asayişi muhafaza" gibi hususlar sözkonusu edilerek konuşulmaktadır. Sözgelimi, Türklüğü meslek edinen bir ehl-i siyasete, Türklere asıl şerefini kazandıran İslâmiyeti ders veren eserlere ve müellifine cephe almanın, mesleğiyle ne derece uyuştuğu sorulmaktadır. Devletin bekasını meslek edinenlere, imansız bir gençlik vücuda getirmeye çalışıp, imanın talimine yönelik eserlere düşman olmanın anarşist, kural tanımaz bir nesli netice vereceği; eğer dâvâlarında samimi iseler Risale-i Nur'a cephe almamaları gerektiği söylenmektedir. Bu bakımdan, özellikle lâhikalarda ve mahkeme müdafaalarında rastlanan bu "söylem," Nur Talebeleri için, "ehl-i dünya"ya, hususan "ehl-i siyaset"e nasıl muhatap olunacağının usul ve üslubunu sunar. Fakat, onlara yönelik bu sözleri, doğrudan Risale-i Nur'un asıl muhatapları için söylenmiş olarak okumak, meselâ Risale-i Nur'un telifini Türklük, devletin bekası veya asayişi temin gibi sebeplerle açıklamak, karşımıza ikinci anlama problemini çıkarmaktadır.” [18]

Bu önemli hususun ifadesinden sonra, Risale-i Nur’daki “müsbet milliyet” ve “menfi milliyet” tabirlerine dönecek olursak, yukarıda da değinildiği üzere bu tabirlerin sırasıyla “milliyetçiliği” ve “ırkçılığı” değil; “Kudsî İslamiyet Milliyetini” ve “Milliyetçiliği” ifade ettiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Nitekim, “Ben Felillahilhamd müslümanım. Her zamanda, kudsî milletimin üç yüz elli milyon efradı vardır.” [19] diyen bir Üstad’ın; ya da, “Milletimiz de yalnız İslâmiyet'tir. Zira Arab, Türk, Kürd, Arnavut, Çerkez ve Lazların en kuvvetli ve hakikatlı revabıt ve milliyetleri, İslâmiyet'ten başka bir şey değildir.” [20] diyen bir İttihad-ı İslam aşığının bu minval üzere söylenmiş pek çok sözünü ve de tarihçe-i hayatını bir yana bırakıp da örneğin: “Yaşasın ittihad-ı millî!.. Ölsün ihtilaf!.. Yaşasın muhabbet-i millî!..” [21] tarzı sözlerini aşağıda gelecek alıntı da geçtiği şekilde: "Yaşasın Türklerin millî birliği! Yaşasın Türklük sevgisi!" vb. şekilde okuyabildiğimiz takdirde; işte ancak o zaman müspet milliyet tabirinin müspet milliyetçilik anlamını taşıdığından söz edebileceğizdir!

“Eski Said'in milliyet anlayışını, Türkiye adlı bir millî devletin (diğer bir deyişle, ulusdevletin) temelini oluşturan ırka, kavme dayalı milliyet anlayışıyla iltibas etmek, çok net bir yanlışlıktır; ve hususan Eski Said'in mesajını bulanıklaştırmaktadır. Bir kez daha vurgularsak, Eski Said din üzerinde temellenen, esasını inanç birliğinin oluşturduğu bir devletin çatısını oluşturan "kudsî İslâmiyet milliyeti"ne atfen konuşmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti ise, dinin yerine Türkçülüğün ikame olunduğu, "milliyet" ile de Türklüğün kasdolunduğu bir yapıdır.

Bu yapının "millî"liği "kudsî İslâmiyet milliyeti"ni ifade etmemekte; bilakis İslâm milleti yerine ırka dayalı bir milliyet anlayışını ikame çabasını yansıtmaktadır. Dolayısıyla, böylesi bir yapının aşıladığı "milliyet" tanımı hiçbir şekilde aynen alınıp Eski Said'in tefekkürüne uyarlanamaz. Meselâ, Eski Said'in "Yaşasın ittihad-ı millî! Yaşasın muhabbet-i millî” sözü, bir kavme hasredilerek okunamaz. Açıkçası, bu sözü "Yaşasın Türklerin millî birliği! Yaşasın Türklük sevgisi!" diye okumak imkânsızdır. "Yaşasın Kürtlerin millî birliği! Yaşasın Kürtlük sevgisi!" diye okumak da imkânsızdır. Bu söz "Yaşasın Arapların millî birliği! Yaşasın Araplık sevgisi" diye de okunamaz.

Aynı şekilde, Eski Said'in "Kimin himmeti milleti ise..." diye başlayan meşhur sözü, "himmetini Türk veya Kürt kavmine hasretme" şeklinde anlaşılamaz. Zira bu sözün hemen altındaki paragrafta, milleti "kudsî İslâmiyet milliyeti" olarak açıklamaktadır.” [22]

Nitekim Bediüzzaman, anlaşılacağı üzere (resmî ideolojinin öngördüğünün aksine) Türk milletini “millî kavramların sınırları içinde değil, bilakis hala ümmet tarifinin kapsamı içinde tasavvur etmekteydi.”[23] Oysa yeni rejimin Türkleştirmeyi bu tasavvurun aksi şekilde “o millet kavramının yeni seküler ve dünyevî formülü” olarak tercih etmesi,[24] bu konuda günümüze dek ulaşan birçok sorunun da temel hareket noktasını teşkil edecektir.

Üstelik “milliyetçilik öncesi devirleri karanlık devirler olarak gören ve bu suretle “uyuyan güzel” kompleksinin bir tezahürü şeklinde tanımlanabilecek olan milliyetçi tarih yazımına” göre de, ‘millî şuurdan yoksun ve murdar’ bir halde bulunulan devirlerden uyanmamızı sağlayan ‘sihirli öpücük’, milliyetçi önderlerin gayretleriyle millî şuura kavuşturulan kitleler şeklinde gerçekleşmiştir.[25] Dolayısıyla, buradaki anlamıyla bir ‘millî şuura’ izin vermeyen İslam’daki “asıl millî şuur olan ümmet anlayışı” da; yine o ‘gayretli önderlerin’ çabalarıyla yerini çoğu zihinde “millî ve mânevî değerler” terkîbine bırakmış durumdadır.

Hem de söz konusu millî değerler ile manevî değerlerin gerekleri birbirini reddetmeyi gerektirirken!

Sözgelimi, bu konuda önemli bir vurgu olarak Şerif Mardin’in dilinde yer bulduğu üzere; en önemli kültürel bağın ve değer kaynağının din olduğu devrede, (örneğin taşra ve merkez arasında olduğu şekliyle) kültürel dünya arasındaki farkı örtmekteki “kapatıcı” fonksiyonu, din oldukça başarılı şekilde gerçekleştirmiştir. Ancak zamanla din, karşısında bir takım ideolojik rakipler ve yeni değer kaynakları bulduğu zaman, arka planda yatan ayrılıklar, uçurumlar, farklılıklar tekrar ön plana çıkmıştır. Milliyetçilik ise, bu yeni inançlardan biri, belki en önemlisidir.[26]

Bu sebeple “tıpkı yeni yayın vasıtaları ‘Araplığı’ bölücü bir unsur olarak ortaya çıkarmaya yardım ettiği gibi, daha önce taşradaki kişinin kimliğini tanımlaması için ikinci planda kullandığı Türk sosyal müesseseleri de”[27] böylelikle ümmet kavramı karşısında önem kazanmıştır.

Ne var ki Bediüzzaman’ın bir “Müslüman milliyetçiliğini” dahi reddettiği söylenilebilecek şu izahında ise; milli bağların toplum ve insan ilişkilerinde İslam kardeşliğinin öngördüğü bağı asla kuramayacağı yine açıkça ifade edilmektedir:

“Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dâhilîsinden ileri geliyor; teavüne, tesanüde sebebdir; menfaatli bir kuvvet temin eder; uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek bir vasıta olur.

Şu müsbet fikr-i milliyet İslâmiyet'e hâdim olmalı, kal'a olmalı, zırhı olmalı.. yerine geçmemeli. Çünki İslâmiyet'in verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek; aynı kal'anın taşlarını, kal'anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev'inden ahmakane bir cinayettir.” [28]

O halde, tesis olunan yeni rejimin milliyet fikriyle Bediüzzaman’ın sahip olduğu milliyet anlayışının birbirlerine olan mesafelerini, belki yerleşmiş ön kabullerimize rağmen ciddiyetle gözden geçirmek zorundayız.

Zira yukarıdaki metinde herhangi bir tasvip ve teşvik belirtilmeden üstelik ikazlarla ve de “İslamiyet’e hadim olması gereken uhuvvet-i milliye” diye sözü edilen bağın yerine başvurulması gereken asıl müspet milliyetin Bediüzzaman’a göre “Kudsî İslamiyet Milliyeti” olduğu; onun zıddı olan menfî milliyetin ise ırkçılıktan ziyade bizzat milliyetçilik olduğu, Risale-i Nur’un pek çok bahsinde temel dinî kaynaklarla delillendirilmiştir. Bütüncül bakış açısının temel şartlarından biri olduğu bu delilleri görebilmek ise, aynı zamanda alışılagelen fikrî ön kabulleri ve şartlı okumaları terk edebilmeyi gerektirmektedir.

Söz gelimi, fikr-i milliyette var olduğunu söylediği zevk, lezzet ve kuvvet gibi birtakım özellikleri tanımlarken Bediüzzaman’ın nefsâni, gafletkarane ve şeametli (uğursuz) gibi olumsuz değer biçmeleri kullanmış olduğu açıktır. Üstelik bu ifadelerin hemen sonrasında ise “fakat” diye bir ikazla fikr-i milliyetin iki kısım olduğunu belirterek, bizzat “müspet milliyet” hakkındaki tarifini yapmıştır:

“fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfî'dir, şeâmetlidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adâvetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhâsemet ve keşmekeşe sebeptir.” [29]

İşte bu tarifinden sonra izahına devam eden Bediüzzaman, aşağıda zikrettiği şu ayet ve hadisten çıkardığı önemli bir dersin sayesindedir ki, yukarıdaki tarifinde birinci kısmını “menfi” olarak tarif ettiği fikr-i milliyetin “müspet” olan ikinci kısmı hakkında da açık tanımlamalarda bulunmuştur. “Müsbet ve mukaddes İslamiyet milliyeti” veya “Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti” [30] şeklindeki bu tanımlamalarıyla ise gözler önüne serilmiştir ki; müspet milliyet milliyetçilik değil, İslamiyet milliyetini benimsemenin ta kendisidir:

“İslâmiyet, Câhiliye asabiyetini kesip atar.” [31]

“Ve Kur'ân'da ferman etmiş: Kâfirler kalblerine câhiliyet taassubundan ibâret olan o gayreti yerleştirdiklerinde, Allah, Resûlünün ve mü'minlerin üzerine sükûnet ve emniyetini indirdi ve onlara takvâda ve sözlerine bağlılıkta sebat verdi. Zâten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah ise herşeyi hakkıyla bilir.” [32]

“İşte şu hadis-i şerif, şu âyet-i kerîme katî bir sûrette menfî bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti kabul etmiyorlar. Çünkü, müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti, ona ihtiyaç bırakmıyor.” [33]

Ama ne yazık ki fikr-i milliyetteki o “nefsanî zevke, gafletli lezzete ve uğursuz kuvvete” kapılma tehlikesinden olsa gerek; bu fikrin insanı düşüreceği hallere karşı Bediüzzaman aynı nazarlarımıza şöylesine açık, kesin ve sarsıcı bir uyarısını sunma gereği de duymuştur:

“İ'lem Eyyühel-Aziz! Asabiyet-i cahiliye, birbirine tesanüd edip yardım eden gaflet, dalalet, riya ve zulmetten mürekkeb bir macundur. Bunun için milliyetçiler, milliyeti mabud ittihaz ediyorlar. Hamiyet-i İslâmiye ise, nur-u imandan in'ikas edip dalgalanan bir ziyadır.” [34]

5. Sonuç

Bir müminin fazilet sahibi soydaşını veya ecdadını sevmesinde, asıl milleti olan İslam milleti içerisinde tefrikalara ve fitnelere -ayrıca ilk bölümlerde değinmeye çalıştığımız kimi yanlışlıklara- sebebiyet verilmediği sürece herhangi bir sakıncanın bulunmadığına inanıyorum... İşin sakıncası, başka ırklara mensup müminleri de içine almasına hükmedilmiş olunan bir kardeşliğin kimi nazarlarda kendi ırkından müminlerle aynı derecede bir “öz kardeşliğe” evirilemiyor olmasıdır... Ve özellikle de, çoğunlukla kendi soyuna ait ecdat kıssaları üzerine bina edilmiş bir dinî anlatımın o soydan olmayan müminler için aksülamel olabileceğinin fark edilmemesinde; üstelik böylesi bir dini söylemin ümmet bilinci yerine “yeni çağın millet anlayışlarına” hizmet ettiğinin kabul edilememesindedir sakınca...

İşte bu vaki tehlikelerden dolayı bir Müslümanın bu konuda sanırım en başta demesi gerekiyor ki: Ben İslam milletindenim ve “ailemi/yakınımı/nesebimi sevmek” şeklindeki fıtri duygumu “o asıl milletimi sevmek yolunda” bir hareket noktası kılarak onu “müspet hale” bürümek gibi bir imtihana da tabiyim…

Bu konuda benden beklenen işte budur aslında.. O kudsî milletime de yöneltmem gereken sevgimin büyük çoğunluğunu nesebime yöneltmek suretiyle milliyet şuurumu “menfî milliyet” seviyesine düşürmek yerine; fıtrî milliyet sevgimi gereken miktarıyla İslam milliyetine sevk ederek o şuuru “asıl müspet milliyete” dönüştürmeliyim!

Yani tıpkı ene’me olan aşkın muhabbetimin mukaddesata yönelmesi gereken sevgimde beni geri bıraktırması gibi; nesebime olan caiz miktarı aşmış muhabbetim de İslamiyet milliyetine yönelmesi gereken hislerimi sahiplenerek bana bu “müspet milliyet imtihanını” kaybettirmektir!

Bu suretle, Kur’ân’ın tabiriyle “şuuben ve kabâile” (kavimler ve kabileler) şeklinde yaratılmamızdaki “teârüf ve teâvün” (tanışma ve yardımlaşma) hikmetlerinin arasında, –haşa- herkesin kavmini ön plana çıkarmasıyla farklı dini telakkiler oluşturmaya sebep olmak vs. gibi bir ‘hikmetin’ asla bulunmadığı da tekrar ortaya çıkmış olacaktır.

Hem, “tanıma-tanışma ve yardımlaşma” gayesiyle ayrı ırklar halinde yaratılmış olmanın hikmeti hakkında şu noktaları tam da burada hatırlamak faydalı olacaktır:

“Nasıl ki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir. Tâ ki; her neferin muhtelif ve müteaddid münasebatı ve o münasebata göre vazifeleri tanınsın, bilinsin.. tâ, o ordunun efradları, düstur-u teavün altında, hakikî bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri, a'danın hücumundan masun kalsın. Yoksa tefrik ve inkısam; bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasamet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir.” [35]

Diğer türlü, bir an “Cemaatlerin rabıtasını "unsuriyet ve menfî milliyet" bilmek”[36] şeklindeki fikrin aslında medeniyet-i hâzıraya ait felsefenin özelliklerinden biri olduğunu unuttuk diyelim; ve de İslam’ın milliyetçiliğe cevaz verdiğini, hatta bunu teşvik ettiğini söyleyen anlayışların doğruluğunu yine bir anlık da olsa kabul edelim; o takdirde fikr-i milliyet anlayışına mensup kimselerin başka neseplere ait “herhangi bir kavim-İslam” türü sentezlerini de mantık ve tutarlılık adına kabullenmemiz gerekmektedir! Ancak daha önce de değinildiği üzere, bu teorik olarak bu haliyle bile mümkün değildir. Çünkü Türk-İslam’ın çıkarı Kürt-İslam’la, Arap-İslam’ınki Fars-İslam’la çatışacaktır vs... Yani tıpkı farklı ırk, kültür, inanç milliyetçiliklerinin birbirini reddetmeleri gerekliliği gibi; hangi ırk, renk ve meşreple sentez iddiasında olursa olsun aynı dinin (İslam’ın) farklı milliyetçiliklerle ‘sentezleri’ de böylesi başka milliyetçilikleri temel olarak samimiyetle kabul edemezler, ederlerse kendi fikirleriyle çelişkiye düşmüş olurlar!

Üstelik, günümüzde –özellikle de Anadolu gibi bir “kavimler yurdunda” yaşayan- kavimlerin soylarının birbirine karışmış olduğu gerçeğinden hareketle; kan bağına dayalı bir fikr-i milliyet davasının mantıksızlığı meydandadır. Zaten, “Menfî milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayd birisi, mecbur olmuş, demiş: "Dil, din bir ise; millet birdir." sözleriyle Bediüzzaman’ın da değindiği üzere; o fikri savunanlar, bu mantıksızlığın farkına vardıklarından dolayı buna karşı bazı ‘çözümler’ üretmeye çabalamışlardır. Ancak buradaki bu ‘parlak çözüme’ karşı Bediüzzaman’ın vermiş olduğu şu mühim cevabı (daha önce değindiğimiz “anlama problemlerini” ve “Menfî milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki” hitabını da nazara alarak) okumak belki daha faydalı olacaktır:

“Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil; belki dil, din, vatan münasebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zâten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir.” [37]

Nitekim Bediüzzaman’ın değinmeye çalıştığımız milliyetçilikle ilgili fikirleriyle aslında “ehven’üş-şer bir milliyetçiliği” nazara verdiğini savunan M. Bozdağ ise; söz konusu “dil” ve “vatan” gibi öğelerin Bediüzzaman’a göre hangi şartla İslam milliyeti için “destekleyici” bir rol oynayabileceğini şu ifadelerle dile getirmektedir:

“Milliyetçiliği reddetmeyen, ama bunu yine de ihtiyaç duyulan önemli ve yeterince birleştirici yaklaşım olarak görmeyen Bediüzzaman, getirdiği müsbet milliyet yaklaşımı ile milliyetçiliğin bütün sakıncalarının yok edilebilmesi için din bağını temel almak, bu bağda odaklaşmak kaydı ve ırk bağı şiddetle reddedilmek şartıyla, dil ve vatan bağının destekleyici unsurlar olarak kullanılabilmesini önermektedir.” [38]

Ama ne yazık ki, müminlerin nicedir maruz kaldığı en büyük illetlerden birisi de tam olarak budur işte: Bahsi geçen vatan ve dil gibi bağları, müspet milliyeti “destekleyebilecek” rollerinden kopararak İslam’la ‘sentezlenebilen’ hatta ‘sentezlenmesi zorunlu’ bir yapıya bürümeye kalkışmak! Yani İslam’ı herhangi bir kavmin telakkileriyle -güya- sentezleme düşüncesi! Hem de İslam’ın herhangi bir senteze -haşa- ihtiyacı varmış gibi...

Oysa Bediüzzaman’ın bu tehlikeye yüz yıl önce dikkat çektiği sıkça söylenmesine rağmen onun şu sözlerinin yeteri sıklıkta nazara alınmadığı meydandadır:

“Milletimiz de yalnız İslâmiyet'tir. Zira, Arab, Türk, Kürd, Arnavut, Çerkez ve Lazların en kuvvetli ve hakikatlı revabıt ve milliyetleri, İslâmiyet'ten başka bir şey değildir.” [39]

Zira bu ikazı dikkate alabildiğimiz takdirde, hep sözü edilen o tehlikenin de aslında Müslümanların kendilerini tek bir millet kılacak olan İslamiyet Milliyeti bağından uzaklaşmaları olduğunu dile getirebileceğizdir belki. Bir diğer ifadeyle, aslında tek bir millet olan Müslüman kavimlerin menfi milliyet dava ederek İslam Milliyeti yerine milliyetçiliğe bağlanmaları; Kur’ân’ın öğretisine zıt bir surette ayrı milletler haline gelmelerini de kaçınılmaz kılmış ve kılacaktır.

Ne var ki, bir önceki alıntının devamında yer alan: “Nasılki az ihmal ile tavaif-i mülûk temelleri atılmakta ve onüç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i cahiliyeyi ihya ile fitne ikaz olunmaktadır. Ve oldu gördük...” şeklindeki sözleriyle Abbasi, Selçuklu ya da Endülüs’ün küçük beylik ve devletçikler şeklinde onlarca parçaya bölünmelerine atıfta bulunan Bediüzzaman’ın; on üç asır evvele ölmüş olan asabiyet-i cahiliyyeyi diriltme pahasına ümmeti parçalara bölen bir “fitneye” dikkat çeken o ümmet aşığının, “Ve oldu gördük...” ifadesi ise, tam da Osmanlı coğrafyasının “tavaif-i mülûk” haline dönüşmesindeki ana etkenlerden biri olan milliyetçiliğe yönelik haklı bir kahrı da sanırım bünyesinde barındırmaktadır...

Ama şükürler olsun ki, düştüğümüz bu elîm hataya rağmen zihnimize çizmemiz gereken kurtarıcı proje ise, Araplar ve Türkler özelinde ümmete de bir hitabe olan Hutbe-i Şamiye’de aslında tarifini çoktan bulmuştur bile:

“Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeğe, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlahiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşâallah nesl-i âti görecek.” [40]

Dualarımızın, fikrimizin ve uğraşımızın bu “ulvî vaziyete girme” yönünde olması dileğiyle...


[1] İbn Mâce, 10.Bl., Fitneler, Hadis no: 3949.

[2] B.Said Nursi, Mektubat, Envâr Neşr., İst.1989, s.54.

[3] Buharî, İman, 6; Müslim, İman, 71; Nesaî, İman ve Özellikleri, 19.Bl. Hadis no: 4930.

[4] Sûre sırasına göre, bkz.: Bakara S., 2/130-135, Al-i İmran S., 3/95, Nisa S., 4/125, En`am S., 6/161, Yusuf S., 12/37 vd.

[5] Yusuf S.-12/38.

[6] Bakara S.-2/120.

[7] Bakara S. 2/286.

[8] Hûd Sûresi-11/46.

[9] Tevbe Suresi 9/23. Bu ayet-i kerimedeki hükmün şartı olan “küfrü imana tercih etmeyi” konu edinen kimi tefsir bilgilerinde de görülebileceği üzere; bu hüküm “anne-baba ve yakınlara ilgi-sevgi gösterip onlara yardım etmeyi buyuran ayetlerle birlikte düşünüldüğünde, buradan mümin olmayan yakınlarla her türlü ilişkiyi kesme manasının çıkarılması imkansızlaşacaktır. Gerek bu ayette gerekse başka ayetlerde, inkârcı da olsalar İslâm’a ve Müslümanlara zarar vermeyen, onlara sevgi ve saygıyla muamele eden insanlara, hele bu nitelikteki yakınlara iyi ve âdil davranmayı engelleyen bir anlam bulunmamaktadır.” Bkz: Kur’ân Yolu Türkçe Meal ve Tefsir’den atfen DİB, Kur’ân-ı Kerim Tefsiri, https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir/Tevbe-suresi/1258/23-24-ayet-tefsiri, Erişim Tar. 20.09.2020.

[10] Mücadele Suresi 58/22. Bu Ayet-i Kerîme’nin izahıyla ilgili olarak, bir önceki dipnotta Tevbe S. 9/23. ayetiyle ilgili zikredilen değerlendirmeyi de destekleyen yorumlar çoğunluktadır. Örneğin Hamdi Yazır’a göre müfessirlerin birçoğu bu ve benzeri ayetlerdeki “sevmeme ve karşı olma manasını” kelâmi bir nükte üzerine oturtarak bunu şu mânâ ile tefsir etmişlerdir: "Sevmemeleri gerekir, sevmemelidirler.", "İsterse onlar, babaları veya oğulları veya kardeşleri yahut hısımları olsun...". Üstelik bu ayetin işaret ettiği manaları anlama yolunda şu ayetleri de (birlikte) göz önünde bulundurmak son derece faydalıdır: "Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil davranmanızı yasaklamaz.. Allah, yalnız sizinle din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve çıkarılmanız için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla dost olursa, işte zalimler onlardır." (Mümtehine, 60/8-9); nitekim bu manayı destekleyen S.Kutub’a göre de, ilgili ayetlerden çıkarılabilecek olan “kan ve yakınlık bağları iman bağı ile çeliştiklerinde kopuverirler” şeklindeki hükmün icrasında Allah taraftarları ile şeytan taraftarları arasında bir savaşın olmadığı zamanlarda müşrik anne-babaya iyiliğin “emredilen” bir davranış olduğu unutulmamalıdır. Fakat “aralarında mücadele, sürtüşme, düşmanlık ve savaş varsa (ancak) bu durumda tek olan kulpla ve tek olan bağla ilgisi olmayan bütün bağlar kopar.” Tıpkı Sahabeler ve müşrik yakınlarında olduğu gibi... Bkz.: Fî Zilâl-il Kur’ân Tefsiri, C.14, Araştırma Yay., İst., tarihsiz, s.356. Bu konuda değerlendirilebilecek bir başka örnek olarak, Hz. Peygamberle akraba olsalar dahi iman dairesi dışında olan kimselerin Ehl-i Beyt’e dahil sayılmaması kuralı da dikkat çekicidir. Bkz.: “Onun dini ve şeriati üzerinde olmayan kimse ise onun âlinden, de değildir, ehlinden de değildir. İsterse nesep yoluyla onun yakını veya akrabası olsun.“ İ.Kurtubî Tefsiri (El-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an), Bakara Suresi 2/49 vd.

[11] Hucurat Sûresi-49/10. Buradaki “kardeşlik” tabirinin sadece din kardeşliği anlamı taşıdığı açıktır. (Ki Müslümanların birbiriyle evlenebilmesi en başta bu manayı ispatlamaktadır). İşte bu manadaki açıklık ise, dinin inanç birlikteliği kıstasıyla vaz ettiği söz konusu kardeşlik/aile bağının bilinen nesebi kardeşlik/aile kavramlarından ayrı ve farklı veçhe/veçhelere sahip bir kardeşlik bağı anlamı taşıdığını göstermektedir.

[12] Ebû Dâvud, Miras,10.Bl., Hadis no:2909; Tîrmizî, Ferâiz,15.Bl. Hadis no:2107; İbn Mace, Miras, Hadis no: 2729-30.

[13] Bkz: Diyanet İşleri Yüksek Kurulu, “Gayrı Müslim Kadının Bir Müslüman Çocuğu Emzirmesinde Sakınca Var mıdır?”, https://kurul. diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/836/gayrimuslim-kadinin--bir-muslumanin-cocugunu-emzirmesinde-sakinca-var-midir- Erişim tarihi: 19.09.2020.

[14] İbn Mâce, Miras, Hadis no: 2731. Haddizatında bu konuda şunu da söylemek gerekiyor ki; millet ve aile bağına mensubiyette dinin iman-küfür durumuna vaz ettiği belirleyici rol ana kıstas olmakla birlikte, (“Müminler kardeştir” ayetindeki kardeşlik tabirinin, aynı zamanda din birlikteliğinin kardeşlikte tek kıstas olarak ele alınamayacağına da delili olması örnekliğiyle) bu mensubiyetin fıkıh, akaid, aile hukuku, ümmet bilincinin te’sisi, biyoloji, geneoloji (soybilim) gibi farklı alanlara ve disiplinlere ait veçhelerinin bulunduğu da unutulmamalıdır.

[15] Nisa S. 4/79.

[16] Sözler, Envâr Neşr., İst.1996, s.463-464.

[17] Metin KARABAŞOĞLU, Tehlikeli Denemeler, “’Müsbet Milliyetçilik’ var mı?”, Karakalem Yay., İst.2004, s.86-87

[18] Aynu yer.

[19] Mektubat, a.g.e., s.419.

[20] Tarihçe-i Hayat, ‘Hutbe-i Şamiye’, Envâr. Neşr., İst. 1989, s.93.

[21] Tarihçe-i Hayat, ‘Divan-ı Harb-i Örfi’, s.82.

[22] KARABAŞOĞLU, aynı yer.

[23] İbrahim M. ABURABİ, Said Nursi ve Tasavvuf, “Önsöz”, Editör: İ.M. ABURABİ, (çev. Cüneyt M. ŞİMŞEK), Etkileşim Yay., İst.2009, s.14.

[24] ABURABİ, aynı yer, s.15.

[25] Ahmet YILDIZ, İktidar Her şey Değildir, “Milliyetçilik ve tarih: mutasavver ‘hal’lerin plastik geçmişleri”, Karakalem Yay., İst.2004, s.131.

[26] Şerif MARDİN, Türk Modernleşmesi, (Derleyenler: Mümtazer TÜRKÖNE/Tuncay ÖNDER), “Türkiye’de Irkçılık”, İletişim Yay., İst.1997, s.354.

[27] MARDİN, aynı yer.

[28] Mektubat, a.g.e, s.323-324. Bu metindeki müspet milliyet ifadesinden veya devamındaki değerlendirmelerden ‘dini değerlerle barışık bir milliyetçiliğin tasvibi’ manasının çıkarılmasının yanlışlığı hakkında şu da söylenebilir ki; bu müsamahalı ifadelerin öncelikli nedeni fikr-i milliyeti tasvip veya teşvik değil, bu fikre saplanmış zihinleri kazanmaya yönelik şefkatli bir uyarının tercih edilmiş olmasıdır. Ki, “Üçüncü Mebhas’ta” geçen bu uyarıdan önce “İkinci Mebhas’ta” geçen milliyetçilikle ilgili mühim uyarıların ve özellikle de: “fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var, gafletkârâne bir lezzet var, şeâmetli bir kuvvet var. Onun için, şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara “Fikr-i milliyeti bırakınız” denilmez.” şeklindeki gerçekçi sosyolojik-psikolojik tespitin bu görüşü ispatladığı söylenebilir. Bu minvalde, yukarıdaki metni sonuca bağlayan şu cümlelerde ise İslam kardeşliği yerine millet bağına dayalı birliktelik fikrinin Müslümanlar için olumsuz karşılandığı hayli açıktır: “uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek, aynı kal’anın taşlarını kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir”.. Yine bu bağlamda, toplumu bir arada tutacak esas/ortak bağın keyfiyeti tartışmalarında Bediüzzaman’ın “milliyet fikri” ile “manevi değerleri” bizzat kıyasladığı metinlerden birinde geçen ‘kalkınmada dinî mi yoksa millî düsturların mı tercih edilmesi gerektiği’ sorusuna verdiği (ve “Bir illetin teşhisi” adlı yazıda irdelemeye çalıştığımız) “itikad” vurgulu cevabı ise, özellikle dikkat çekicidir. Ki, somut figürlerle örneklendirilen bu mühim derste; bir tren karşısında onun ne olduğunu bilen bir çocuk treni sadece seyrederken; -iki ‘millî obje-kahraman’ olsalar dahi- Herkül ve Rüstem’i, o tren hakkındaki itikadsızlıkları sebebiyle düşecekleri korku dolu tepkiden ne Yunanlılık ne de İranîlik kurtaramamaktadır! Dolayısıyla, karşılaşılacak maddi-manevî her ‘canavar’ karşısında kurtarıcı düsturları milli bağlarda ve milliyetçilikte değil de sahih itikadda aramak esastır. Söz konusu bahis için bkz.: Tarihçe-i Hayat, Envâr Neşr., İst.1989, s.103.

[29] Mektubat, a.g.e., s.322.

[30] Emirdağ Lahikası-2, Envâr Neşr., İst.2006, s.223.

[31] Buhârî, Ahkam 4; Ebu Dâvûd, Sünnet 5; Tirmizî, Cihad 28, İlim 16; İbn Mâce, Cihad 39.

[32] Fetih S. 48/26.

[33] Mektubat, a.g.e., s.322.

[34] Mesnevi-i Nuriye, Envâr, Neşr., İst.2004, s.112.

[35] Mektubat, a.g.e., s.321-322.

[36] Sözler, a.g.e., s.408.

[37] Mektubat, a.g.e. s.326.

[38] Muhammed BOZDAĞ, "Ümmetin" yerine ikame edilen "millet", Köprü D., Güz-1995, S.52.

[39] Tarihçe-i Hayat, a.g.e., s.93.

[40] Tarihçe-i Hayat, a.g.e., s.98.

  21.05.2021

© 2021 karakalem.net, Mustafa H. Kurt



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut