Arşiv

 Kudsiyetin Ölçüsü

Sahabilerin kudsî livaü’l-hamde muhatabiyetindeki bu rahatlığın binde birine bile, laik devletlerin bayraklarına muhatabiyetimizde rastlanmıyor. Müthiş bir fetişizm çelmeliyor zihnimizi...


SAYGINLIĞI OLAN, hürmet ve itibar gören, bu bakımdan ‘dokunulmazlık’ boyutu da taşıyan kelimelerin başına sıklıkla gelen bir tehlike vardır. Kelimenin kalblerde ve zihinlerde edindiği güçlü konum, nâehilleri de onu kullanmaya yöneltir. Ne ki, bu, bildiğimiz anlamda bir ‘istimal’ olmaz, bilakis ‘suiistimal’ olur. Ulvî bir mânânın taşıyıcısı olan güzel bir kelime, kötüye kullanılır.

Nitekim, bugün hizmet, ihlas, şehit, gazi.. gibi kelimelerin ciddi suiistimallere uğradığı görülüyor. ‘Mirac’dan ‘tevhid’e, ‘ihlas’tan ‘tekbir’e kadar uzanan bir dizi kudsî kelime, bir ticarî firmanın ünvanına dönüşebiliyor. Yapılan her bir iş, içeriği ve niteliği sorgulanmaksızın, ‘hizmet’ zırhına bürünebiliyor. En mahrem yerlerini dahi teşhir eden kişiler bile ‘sanatçı’ olarak ‘topluma hizmet’ten söz ediyorlar. Aynı şekilde, içi boş bir topun peşinde koşup duran futbolcular da... Keza, her nasılsa, neredeyse ölen her insan ‘şehit’ olmuş oluyor. Kimi ‘görev şehidi,’ kimi ‘devrim şehidi,’ kimi ‘demokrasi şehidi’ vs. Bu insanlar kim idi, ne yaptılar, ne niyetle yaptılar, yaptıkları Allah adına mıydı.. bunlar sorulmuyor bile.

Çünkü ‘kutsal’ı kapı dışarı eden çağdaş medeniyet, insanın ‘kudsiyet’ boyutu olmaksızın yaşamasının imkânsızlığını da gösterir bir biçimde, yeni ‘kutsal’lar icad etmiş oluyor. Sözümona dini reddedenler, yalnızca yeni bir din icad ediyorlar—ilahî ölçülere dayalı semavî bir din yerine, kafalarına göre uydurdukları bir din.

Nitekim, dün Hak adına yapılanlar ‘hizmet’ oluyordu; bugün halk adına yapılanlar. Dün Allah adına ölenler şehit oluyordu; bugün devlet adına ölenler. Karl Popper’den Edgar Morin’e, E.F. Schumacher’den Wolfgang Smith’e birçok Batılı düşünürün* dikkat çektiği gibi, değişen birşey yok aslında. Allah’ı inkâr edenler, tabiatı ilahlaştırdılar. Allah adına iş görmeyi reddedenler, ya devlet, ya toplum, ya sınıf ya da ırk adına yapılanı kutsallaştırdılar. Mutlak’ı reddedenler ya aklı, ya bilimi ya da ‘izafîlik’i mutlaklaştırdılar. İlahileri reddedenler millî marşlar buldular. Türbeleri kapatanlar anıtkabirlerde yatıyorlar.

Kısacası, kelimenin gerçek anlamıyla kudsî olanı reddedenler, kendi belirledikleri bir ‘kutsallık’ halesiyle çıkıyorlar karşımıza. Bırakın daha soyut düzlemdeki kutsallaştırmaları, gündelik hayatta dahi bu yeni kutsallığın bir dizi örneği sergileniyor. Kudsî ölçülere göre oluşan her devlet yapısını yerin dibine batıranlar, laik devleti kutsuyorlar. Zekât emrine sırt çevirenler, vergilendirilmiş kazanca ‘kutsallık’ bahşediyorlar. Gazete sütunlarından meydanlara, televizyon ekranından kahve köşesine uzanan her yerde, garip ‘kutsallık’larla karşılaşıyoruz. “Halkımıza hizmet, bizim için kutsal bir görevdir.” “Bayrak bizim en kutsal değerimizdir.” “Bu maçı kazanmak bizim için kutsal bir amaç niteliği taşıyor.”

Seküler zihniyetin çelişkisini ele veren bu ‘kutsal ve laik’ tanımlar, öte yandan, inandığı bir semavî dinin kendilerini ‘kudsiyet’le tanıştırdığı insanlar için de müthiş bir kafa karışıklığını doğuruyor. ‘Kudsiyet’ tanımına sahip olan ama bu tanımın içini doldurmayı ihmal eden tenbel dimağlar, pekâlâ başkalarının ‘kutsal’ına kapılıp gidiveriyor. En azından, akılalmaz bir karışım gözleniyor.

Günahlarından yakınan bir insana, bir berber dükkanında verilen şu teselli, durumun bu boyutunu herhalde açıkça ele veriyor: “Bayrağa ve devlete saygıda kusur etmiyorsan korkma. En kutsal görev bu. Allah Kendine karşı işlenmiş kusurları zaten affeder.”

Seküler zihniyet içinde varlığı dahi başlıbaşına bir çelişki olan ‘kutsal’lığın ölçüsü, Allah’ın yerine ikame edilen şeydir—meselâ milliyetçiye göre ırk, sosyaliste göre işçi sınıfı, faşiste göre devlet, kapitaliste göre kâr getiren herşey! Her faşist için, devletin yaptığı herşey kutsaldır; devletin asarken de, keserken de bir bildiği vardır. Milliyetçiye göre, ırkının yaptığı her iş mübarek, ırkının yaşadığı yerler eşsiz, ırkının tarihi dokunulmazdır. Sosyaliste göre, emek kutsaldır; emeğin devrimi uğruna ölenler ‘devrim şehidi’ olur; bu uğurda hapse düşenler ise, zaman zaman bir kutsal fiile, ‘ölüm orucu’na başvurur.

Mü’mine göre ise, bir şeyin kudsî kılan, Azîz, Kuddüs, Sübhan ve Aliyy olan Cenab-ı Hakkın emri ve fermanıdır. Meselâ, Mekke ve Medine, taşından toprağından dolayı değil, Allah onları mukaddes ilan ettiği için mukaddestir—yoksa o toprak, özel bir maddeden imal edildiği için değil. Resulullah’ın sünnet-i seniyyesi bizim için kudsî bir mahiyet arzediyorsa, Allah onu ‘en güzel örnek’ ilan ettiği; “Allah’ı seviyorsanız, Habibine ittiba ediniz” buyurduğu içindir. Bir iş, ancak Allah adına yapılıyorsa, kudsîleşir. Bir insan, ancak Allah adına ölmüşse şehittir.

Nitekim, Kur’ân-ı Hakîm’de, cihada ilişkin tüm âyetlerde, ‘fî sebîlillah’ ya da ‘fî sebîlihî’ ilavesiyle birlikte yer alır. Şehit, herhangi bir savaşta ölen insanın ünvanı değildir. Bir devlet, ırk ya da sınıf adına ölen insanın ünvanı da değildir. Bir insanı şehid veya gazi kılan, ‘Allah yolunda’ oluşudur. Yaptığını ‘Allah yolunda’ yapmış, canını da o yola koymuş olmasıdır.

Daha Asr-ı Saadette, Allah adına yapılan bir cihada kabile asabiyeti namına veya kendisinin ne kadar cengaver olduğunu göstermek için katılan birinin ölümü karşısında, Resul-i Ekrem (a.s.m.) o kişinin şehit olmadığı uyarılsında bulunmuştur.

Kudsiyetin ölçüsü, mü’min için bu kadar açık iken, imanî bir kudsiyet ölçüsüne sığmayan nice şeylerin, maalesef ehl-i din tarafından dahi kudsî addolunduğunu görüyoruz.

Laik bir devleti temsil eden bir bayrak, laik bir devlet adına vuku bulan ölümler, laik bir devlet adına yapılan bir iş bile, hiç sorgulamaksızın kudsiyet halesini bürünüyor iç dünyamızda.

Üstelik, dün Hz. Aişe’nin şalı olan bir bez ertesi gün Resulullah’ın cihadında ‘livaü’l-hamd’ adlı sancak oluyor. Sefer dönüşü gene şal olarak Aişe’nin (r.a.) hizmetine sunuluyor. Durum bu olduğu halde, sahabilerin kudsî livaü’l-hamde muhatabiyetindeki bu rahatlığın binde birine bile, laik devletlerin bayraklarına muhatabiyetimizde rastlanmıyor. Müthiş bir fetişizm çelmeliyor zihnimizi...

Oysa, ancak Kuddüs olanın, her türlü kusur ve noksandan münezzeh olan Zât-ı Zülcelâl’in emri ve fermanıdır kudsiyetin ölçüsü. Mü’min, kendisi için neyin mukaddes olduğunu, emr-i ilahîyle öğrenir. Bunun haricinde, kendi aklınca ‘kutsal’lar üretmez. Allah’tan gayrı hiç kimseyi ve hiçbir şeyi ‘kudsî olanı belirleme’ mercii olarak görmez. Lâkin, kendisi için kudsiyet arzetmediği halde, başkalarının kutsal gördüğüne de, yine Allah birilerinin kutsal gördüğü şeye hakaret etmemizi yasakladığı için saldırmaz, ilişmez ve hakaret etmez.

Bununla birlikte, onlara göre kutsal olanı kendisi için de kutsal görüp, Allah’ın arzında bunca mukaddesat çiğnenirken seyirci kalma, lâkin başkalarınca kutsal olan uğruna vaktini ve ömrünü zayi etme hatasına da düşmez.

Mü’min, her bir insanın ‘kutsal’ gördüğü şeye saygılıdır. Meselâ, bütün bayrakların bezden yapıldığını bilir. Resulullah’ın livaü’l-hamdinin bile ‘nesne’si değil, ‘anlam’ı kutsaldır onun için. Onu kudsî kılan, cihad ânında, Allah adına yaşamanın ve O’nun adına ölmenin simgesi oluşudur. Durum buyken, mü’min, laik devletlerin bayrakların ‘nesne’sini bile kutsallaştıran anlayışına râm olmaz. Laik bir oluşumun bayrağının taşıdığı anlama da râm olmaz. Hele hele, belli bir devletin bezini ‘kutsal’laştırıp, diğerlerini ‘adi bez parçası’ diye tanımlama çifteciliğine hiç düşmez. İlahî ölçüler uyarınca ‘kutsal’ görmediği bir bayrağa karşı da, madem ki birileri ona kutsallık izafe ediyor, saygılıdır. Hiçbir bayrağa karşı saygısızlık etmez. Hiçbir bayrağı ‘paçavra’ diye nitelemez. Hatta, ilahî emir gereği, putperestlerin putlarına dahi sövemez.

Ama, yine ilahî ölçüler uyarınca, “Sizin kutsalınız size; benimki bana” demeyi unutmadan.

Hayatımızda ve tefekkürümüzde bu dengeyi tutturabilsek, bizi asıl yoldan alıkoyan bir dizi gönül ve kafa hamallığından kurtulacağımızı düşünüyorum.


* Bu yazarların tesbitini yalnızca bir örnek olarak zikrediyorum. Meselâ Popper, şöyle der: Tanrı’ya karşı natüralist devrim, ‘Tanrı’nın yerine ‘Doğa’yı geçirdi. Bunun dışında hemen herşey aynı kaldı. Teoloji, yani Tanrıbilim yerini Doğa Bilim’e; Tanrı yasaları yerini Doğa yasalarına; Tanrı iradesi ve gücü yerini Doğa iradesi ve Doğal güçlere; nihayet, Tanrı düzeni ve yargısı da yerini Doğal Ayıklama’ya bıraktı. Tanrı’nın herşeye kâdir oluşunun ve herşeyi bilirliğinin yerine Doğanın herşeye kâdir oluşu ve herşeyi bilirliği geçti.” Popper, bir sonraki adımda, Hegel ve Marx’ın bu kez ‘Doğa tanrısı’ yerine bir ‘Tarih tanrısı’ icad ettiklerini söyler.

Morin’in seküler Avrupa’ya ilişkin analizlerinde ‘ilahı reddeden aklın kendini ilahlaştırması’na; Hıristiyanlığı reddeden modern anlayışın ‘Baba Devlet, Ana Vatan, Oğul Ulus’tan oluşan bir modern teslis sunuşuna ilişkin notlar vardır. Ki, Hıristiyanlığa karşı bir ‘ulus-devlet dini’nden söz eder Morin.

Cosmos and Transcendence adlı kitabında W. Smith’in sözü nereye getirdiği şu ifadelerden anlaşılabilir: “Fani amaçlara ve dünyevî meşgalelere, hem de en saçma ve utanç verici olanlarına kadar, insanların dört elle, geçmiş çağlarda yapılan ibadetler için saklanan bir kudsiyet ve huşu ile sarılmaları, zamanımızın en göze çarpan yanlarından biridir.”

Tüm bunlar, Martin Lings’in ‘adresini şaşırmış bir ubudiyet’ten söz etmesine yol açacak, A. Coomaraswamy’ye “Aslında teolojik olmayan hiçbir düşünce yoktur” dedirtecek, E. F. Schumacher’e ise şunu söyletecektir: “Modern dinsiz yaşama deneyi başarısızlıkla sonuçlandı. İnsan kilisesiz yaşayabilir belki—ama dinsiz asla.”


Kelimenin gerçek anlamıyla kudsî olanı reddedenler, kendi belirledikleri bir ‘kutsallık’ halesiyle çıkıyorlar karşımıza. Bırakın daha soyut düzlemdeki kutsallaştırmaları, gündelik hayatta dahi bu yeni kutsallığın bir dizi örneği sergileniyor. Zekât emrine sırt çevirenler, vergilendirilmiş kazanca ‘kutsallık’ bahşediyorlar.

Sahabilerin kudsî livaü’l-hamde muhatabiyetindeki bu rahatlığın binde birine bile, laik devletlerin bayraklarına muhatabiyetimizde rastlanmıyor. Müthiş bir fetişizm çelmeliyor zihnimizi...

Mü’min, ilahî emir gereği, putperestlerin putlarına dahi sövemez. Ama, yine ilahî ölçüler uyarınca, “Sizin kutsalınız size; benimki bana” demeyi unutmadan.

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut