Arşiv

 Sonsuz Uzak, Sonsuz Yakın…

Abdurreşid Şahin

ALLAH’IN BİZE nihayetsiz yakınlığını (kurbiyet) ve bizim Ondan nihayetsiz uzaklığımızı (bu’diyet) konuştuğumuz bir derste bu cümleyi Onun yetmiş bin perde ardında olmasıyla nasıl bağdaştıracağımızı düşünüyorduk.

Biz Ondan sonsuz uzakta ve O bize sonsuz yakın olmasına karşın, yetmiş bin hicap arkasında olması bir çelişki gibi görünmekteydi. Yetmiş veya yetmiş bin veya yetmiş katrilyon; neticede ulaşılabilen ya da ulaşılabilmesi mümkün olan “sayı”yı ifade ediyordu. Yani O birşeylerin arkasında olması ile sanki biz gidemezsek bile gidilebilecek, ulaşılabilecek bir sınırı gösteriyordu. Bu ise Onun bizden hadsiz uzak olması ile çelişiyordu ve aynı zamanda Onun bize hadsiz yakın olması da mümkün olmuyordu. Zira çok kudretli bile olsa, aşıp gelmesi gereken perdeler vardı arada.

Diğer taraftan bu şekilde yatay eksende, yani sebeplerin ardında ve arkasında bir Yaratıcı arama tavrı, Yaratıcının yaratıcılık vasıflarına zıt bir durumdu. Zira O, Celîl–i Pürkemâl’dir; kemalinde sınırlama, eksiklik ve fazlalıktan bahsedilemeyen mutlak mükemmellik Sahibidir. Ve O, Cemîl–i Bîmisaldir; eşi ve benzeri olmayan, hiçbir şeyle kıyaslanmayan sonsuz cemal Sahibidir. Ve yine O, Vâcibü’l–Vücud’dur; hiçbir sıfatında eksiklik, sınırlama, azama ve çoğalma olmayan, başlangıcı ve sonu olmayan, vücudu sonradan olmayan mutlak ve zâtî vücud Sahibidir. Bütün sıfatları da mutlaktır. Ve yine O, Şems–i Sermed ve Mûcid–i Küll–i Mahlûk olan ezel ve ebed Sultanıdır; herşey her an ve her halinde Ona muhtaçtır ve herşey her an Onun var etmesiyle var olmakta olan, varlığının zaman ve mekân açısından başlangıcı ve sonu olmayan, ve tükenmeyen nihayetsiz nur ve kudret Sahibidir. Bunun yanında biz ve bütün kâinat ise, eksik, noksan, başı ve sonu olan, zevale ve fenaya gidenleriz.

O halde, yukarıdaki cümle “abd–Mabud veya mahlûk–Hâlık bağlamında ele alınmalı” diye düşündük ve şu sonuca vardık:

Biz Ondan hadsiz uzağız; yani Onun sıfatlarını kendimizde bulundurmaktan hadsiz uzağız. Mükemmel bir kemalden, misilsiz bir cemalden, mutlak ve zâtî bir vücuddan, ezelî ve ebedî olmaktan ve Mucid–i Külli Şey olmaktan ve sermediyetten hadsiz uzağız. O ise bize hadsiz yakındır; yani bizde gözüken herşey, her sıfat ve güzellik Ondandır ve Onundur. Damarlarımızda işleyen kan Onun kudretinin, ilim ve iradesinin eseridir. Her âzâ ve duygularımız Onun her an var etmesiyle ve işletmesiyle var oluyor ve işliyor. Dolayısıyla O bize şahdamarımızdan da yakındır. Bizde gözüken ilim, güzellik, kemal, kudret… ne varsa Onundur ve Ondandır. Kısacası biz mahlûkuz ve hâlıkiyetten hadsiz uzağız. O Kàdîr–i Külli Şey’dir ve bizde olan herşey Onundur, bize hadsiz yakındır.

Onun yetmiş bin perde ardında olmasını ise, hadsiz esmâsına işaret etmekle birlikte, yatay bir ilişki içinde (sebep–sonuç zinciriyle) Ona varılamayacağını ifade eden mecazî bir ifadedir diye de anlayabiliriz. Zira kul hiçbir zaman ulûhiyete ulaşamaz. Ona yakınlaşmak ise, bizde görünen ve Onu görmemizi perdeleyen kudret, ilim, irade, görmek, bilmek gibi sıfatları kendimize mal etmekten arınarak, herşeyi Ona teslim etmekle mümkün olur. Resûlullah’ın Onun Zâtının nuruyla perdesiz görüşmesini de bu bağlamda düşünebiliriz. Yani O kendisinde gözüken her türlü Yaratıcıya mahsus özelliklerden şuurlu bir şekilde sıyrılıp, perdeleri aşıp, mutlak acz ve fakr içinde Ona tam bir ayna olmuştur. Mutlak bir ubudiyet tavrına erişerek, Onun ulûhiyetinin mutlaklığına muhatap kılınmıştır. Zâtının nuru, o aynaya perdesiz tecelli etmiştir.



“Sen Ondan, O senden razı…”

“…Bu âkıbetlerine sebep, Allah’ın razı olduğu şeyi beğenmeyip, Onun gazabını çekecek şeylere uymalarıdır. Allah da onların amellerini boşa çıkarmıştır.” (bkz. Muhammed sûresi, 28)

“İman eden, salih ameller işleyen ve Rabbinden hakkın tâ kendisi olarak Muhammed’e indirilmiş olana inananların günahlarını allah örtmüş ve onlara dünya ve âhirette muvaffakiyetler vermiştir.” (bkz. Muhammed sûresi, 2)

Mü’min olan her ruhun, iman nuru ile gözleri yıkanmış her kalbin, Onun zikriyle titreyen her vicdanın en büyük ve yegâne arzusu, Rabbini razı etmektir. İman eden bir kişi daima Rabbimi nasıl razı ederim diye çırpınır durur. Onun rızası olacağı fiilleri yapmaya, razı olacağı tavırları takınmaya, razı olacağı şekilde düşünmeye, inanmaya çalışır. Nefsimiz bir yana, bütün kalb ve ruhların ortak arzusu budur.

Fakat hiçbir zaman Rabbimizin bizden razı olup olmadığını kesinlikle bilemeyiz. Daha doğrusu ‘ben şunları yaptım, bunları yapmadım, o halde Rabbim benden razı oldu’ diyemeyiz. ‘Rabbimizin razı olduğu hal ve tavır ve fiil tam benim yaptığım gibidir’ demeye hakkımız yok. Peygamber olmadığımıza göre, Ondan, ben senden razı oldum sadâsını da duyamadığımıza göre, nasıl Onu razı edeceğiz? Şeriat kitaplarında yazılı olan amellerin yanında, nasıl ameller işleyeceğiz? Nasıl davranışlarda bulunacağız? Konuşurken, yazarken, düşünürken, bir işle meşgul olurken, iş seçerken, arkadaş ve akraba çevremizle muhatap olurken nasıl Rabbimizin rızasına uygun hareket edeceğiz?

Bu sorular üzerinde düşünürken, sübhanallah’ın mânâsını konuştuğumuz bir derste Rabbimiz kalbimize yeni yeni mânâlar, nimetler ihsan etti. Bu problemimize çözüm olacak birtakım prensipleri ihsan etti.

Allah’ı tesbih ve tenzih etmek, Onun bütün kusurlardan, noksanlardan, çirkinlikten, fenalıktan uzak, pâk ve müberra olduğunu ve herşeyi her ân, her haliyle ve her şekliyle mutlak hayır ve hikmetle yarattığını, bütün kusur ve noksanlıkların bizden ve bizim eşyayı, kâinatı yorumlayış şeklinden ve bizim bakış açımızdan kaynaklandığını bilip iman etmek mânâlarını da ihtiva eden sübhanallah kelimesinin bir mânâsının da Rabbimizden razı olmak olduğu kalbimize ilham edildi.

Madem o mutlak güzellik, sonsuz hikmet, hadsiz ilim ve mükemmel yaratış sahibidir. Ve madem Onun yaratışında ve fiillerinde çirkinlik, eksiklik, kusur ve hata yoktur. Ve madem herşeyi bir hayır üzere yaratıyor. O halde ben de Onun yarattığı hiçbir şeyde kusur, noksan, çirkinlik ve şer görmüyor olmalıyım ki, Onun rızasını kazanmayı hak edeyim. Bir diğer ifadeyle, rızasını beklemeyi hak edeyim. Hem onun hikmetini tenkit edeyim, hem Ondan rıza bekleyeyim, bu ap açık bir çelişkidir ve samimiyetsizlik ifadesidir. Senden razı değilim deyip Ondan rıza beklemek mümkün değildir. O halde, sübhanallah’ın bir mânâsı da ‘Senden razıyım‘ diyebilmektir. Ondan razı olmak ise, Onun yarattığına hikmet ve rahmet nazarıyla muhatap olmayı, yaratılmış olan hiçbir şeyi o niye, bu böyle diye tenkit etmemeyi gerektiriyor.

Madem bütün olup bitenleri yaratan O. Ve O bundan razı, yani herşey Onun rızası ile var oluyor. Yani O var ediyor. Öyleyse O bundan razı ise ben de Onun yarattığından razı olmalıyım ki, O bizden razı olsun. Onun yaratışını tenkit etmekle Onun razı olduğuna razı olmamış, dolayısıyla da Onun benden razı olması yolunu kapatmış oluruz. O halde Onun rızasına giden yol Ondan, yani Onun razı olduğundan razı olmaktır.

  16.05.2004

© 2021 karakalem.net, Abdurreşid Şahin



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut