TARİH 1911 Haziran’ı. Osmanlı Devleti, elde kalan Balkan topraklarında birtakım huzursuzluklarla yüz yüzedir. Arnavutların bir yıl önce ayaklandıkları bölgede, İttihatçı yöneticilerin -niteliği bugün hâlâ tartışılan- yanlış tutum ve politikalarının da tetiklemesiyle milliyetçi fikirler hayli ivme kazanmış durumdadır.
Böyle bir ortamda Sultan Reşad geniş bir heyetle bölgeye üç haftalık bir seyahate çıkar. Esasen iktidardaki İttihadçı yönetimin düzenlediği ve Padişah’ın Arnavutları teskin etmesini umdukları(1) bu seyahatin geniş yelpazedeki hedefi ise, söz konusu milliyetçi hareketlere karşı birlik ve beraberliğe vurgu yapmaktır. Devlet erkanı, Çanakkale ve Selanik üzerinden Üsküp, Priştine, Manastır ve Kosova’yı kapsayan bu resmi gezinin Osmanlılık fikrini mutlaka canlandıracağı ve bu sayede bölgenin elde tutabileceği ümidindedir.
İşte bu seyahate, kendi ifadesiyle: “Sultan Reşad'ın Rumeli'ye seyahati münasebetiyle vilayat-ı şarkıye namına”, Bediüzzaman Said Nursî de katılır. (2)
İçerden bir nazarla şahit olduğu bu seyahati Bediüzzaman için farklı kılan bir neden ise, bu gezide yaşadığı bir sohbet-tartışma olacaktır. Ki onun milliyetçilikle ilgili bazı uyarılarında sonraları atıfta bulunacağı bu sohbet; kendi düşünce, tefekkür ve aksiyon dünyasında yeni bir dönemi ifade eden “Yeni Said döneminin” en önemli vurgularından olan milliyetçilik uyarısının yine bu tarihte, hayatının Eski Said dönemine ait bu kesitinde de neredeyse ayniyle geçtiğini göstermesi bakımından ayriyeten dikkat çekicidir. (3)
Bahsi geçen sohbeti tetikleyen neden ise, Bediüzzaman’a sorulan “kalkınmada dinî ya da millî düsturlardan hangisinin daha etkili ve gerekli olabileceğine” yönelik düşündürücü bir soru olacaktır.
Soru düşündürücüdür, zira “sorulduğu zaman, mekân, muhatap ve soru sahipleri” gibi yönleriyle bünyesinde önemli mesajlar barındırmaktadır. Söz gelimi, Bediüzzaman’ın “iki mektepli mütefennin arkadaş” diye bahsettiği soru sahiplerinin devrin milliyetçi ideolojilerden etkilenmiş olabileceklerini düşündüren bir sorudur öncelikle. Ayrıca ulemadan ve aksiyoner kimliğiyle meşhur biri olması hesabıyla Bediüzzaman’ın o yol arkadaşlarınca rakip fikir akımlarından birine dahil görülmüş olması da, bu soruyla karşılaşmasında ‘yolculuk muhabbetinden’ daha muhtemel bir etken olabilir.
Söz konusu soruyu düşündürücü kılan bir diğer mühim nokta ise, halihazırda tam da milliyetçi hareketlenmelere karşı birliğe vurgu yapmak üzere düzenlenen bir padişah seyahatinde, üstelik de o padişahın maiyetine dahil kişilerce sorulmuş olmasıdır! Ki bu özelliğiyle de devlet reisinin çıktığı bu ‘taktiksel seferin’ başarısına (hatta gerekliliğine) duyulan güvenin daha baştan yaralı olduğunu düşündüren hazin bir sorudur. Kurdun artık gövdenin içine girdiğini, milliyetçilik fikrinin etkilerini milliyetçilik karşıtı bir resmi gezideki heyete kadar ulaştırdığını anlatabilecek bir soru olmuştur.
Ancak bu olay, bünyesinde soru ve soru sahiplerinin işaret ettiği söylenebilecek yukarıdaki (vb.) hususlardan çok daha önemli noktalar da barındırmaktadır!
Nitekim Bediüzzaman’ın söz konusu soruya verdiği izahlı cevabı ve özellikle de bu cevabın ardından yaşanan diyalog sebebiyle yaptığı daha geniş izahlar, o önemli noktaların bariz örneklerindendir...
‘Küçük bir çocuğun bile..’
Bulundukları vagonda iki yol arkadaşının din ile milliyeti faydacılık nazarıyla kıyaslamak isteyen sorusu karşısında Bediüzzaman, önce şöyle önemli bir izahı nazarlara sunarak başlar sözlerine:
"Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda, din ve milliyet bizzat müttehiddir; îtibarî, zahirî, arızî bir ayrılık var. Belki, din milliyetin hayatı ve rûhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman, hamiyet-i dîniye avam ve havassa şamil oluyor; hamiyet-i milliye yüzden birisine-yani, menfaat-i şahsiyesini millete feda edene-münhasır kalır. Öyle ise, hukuk-u umûmiye içinde hamiyet-i dîniye esas olmalı; hamiyet-i milliye ona hadim ve kuvvet ve kal’ası olmalı. Husûsan biz Şarklılar, Garplılar gibi değiliz. İçimizde, kalblere hakim hiss-i dînîdir. Kader-i Ezelî ekser enbiyayı Şarkta göndermesi işaret ediyor ki, yalnız hiss-i dînî Şarkı uyandırır, terakkîye sevk eder. Asr-ı Saadet ve Tabiîn bunun bir bürhan-ı katîsidir." |
Ve devam eder:
“Hamiyet-i dîniye ve İslamiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde tamamıyla mezc olmuş ve kabil-i tefrik olamaz bir hale gelmiş. Hamiyet-i İslamiye, en kuvvetli ve metîn ve Arştan gelmiş bir zincir-i nûranîdir, kırılmaz ve kopmaz bir urvetü’i-vüskadır, tahrip edilmez, mağlûp olmaz bir kudsî kal’adır." (4) |
Mesaj nettir. Toplumun, özellikle de doğu toplumlarının “her kesimine” hitap edebilme ve onları uyandırıp terakkiye sevk edebilme kapasitesine sahip tek ‘itenek’, hamiyet-i diniyedir! Üstelik “İslamiyet milliyeti” (özellikle) Türk ve Arap toplumları içinde o toplumlarla ayrılamayacak derecede karışmış haldedir. (5) Dolayısıyla da dayanağını İslam dininden alan fedakârca duygular onlar için en kuvvetli, sağlam ve Arştan gelmiş nurlu bir zincir; kırılmaz, kopmaz bir tutacak; tahrip edilmez, mağlup olmaz kudsî bir kaledir!
Kısacası, Müslümanların ferah ve kalkınmasında dayanağını dinden alan duygular, aynı amaca yönelik milliyetçi görüşlerin sağlayabileceği faydalardan -kıyasa gelmez derecede- üstün, lazım ve faziletlilerdir.
Ne var ki, Bediüzzaman bunları söylediğinde muhatapları tasdik yerine itiraz edecekler ve ona, “Delilin nedir? Bu büyük davaya büyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir delil lazım. Delil nedir?“ diye karşılık vereceklerdir! Çünkü onlar için, sorularına karşı bu derece emin anlatılan böylesi büyük bir iddianın ispatlanması ve dayanağını millet kavramından alarak millete hizmeti amaçlayan “hamiyet-i milliyenin” neden sosyal kalkınmada referans alınamayacağının delilleriyle izah edilmesi gerekmektedir!
Böylece sohbetleri daha da koyulaşacaktır.
Bu itiraza cevap veren Said Nursî, savunduğu “hamiyet-i diniyenin üstünlüğü” fikrine dair -bu kez içinde kesin hükümlü cümlelerin dikkati çektiği- bir izahta bulunur.
Fakat (belki ilk başta ilgisiz gözükse de), bunu alelade bir çocuğun ana kahramanı olduğu bir örnek üzerinden yapar!
Sohbetin tam da o anında, yoğun duman ve gürültüyle tünelden çıkmakta olan trenlerine bakan dışarıdaki altı yaşlarında bir çocuğu gösteren Bediüzzaman, ispatı istenen davasını işte bu çocukla, “büyük bir davaya büyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir delil” olduğundan habersiz o kimliği meçhul masumla delillendirecektir:
"Bu masum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî ve Herkül-ü Yunanî, o acîb kahramanlıklarıyla beraber tayy-ı zaman ederek o çocuğun yerinde burada bulunduklarını farz ediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için, elbette, şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir îtikadları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden başında ateş ve nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar; o harika cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar." (6) |
O an ortada keskin ve sonucu tartışılmaz bir tablonun tasviri söz konusudur. Yirminci asrın bir çocuğu ile, Rüstem ve Herkül gibi iki kahramanın tren karşısındaki vaziyetleri! İbretlik, düşündürücü, kimileri içinse hazin bir tablo yani…
Ancak Bediüzzaman’ın bu tabloyu tasvir etmesinin hayli manidar bir nedeni vardır. Zira bu ibretlik tabloyu ortaya çıkaran sebeplere yönelik söyleyecekleri, tam da muhataplarının sorusuna vereceği cevabın temel noktasını oluşturacaktır.
Söz gelimi, o küçük çocuk, bu meçhul kahramanımız ‘o canavardan’ neden korkmamıştır acaba? :
“(Tren) ‘Bana rast gelenlerin vay haline’ dediği halde, o masum, yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve harika bir cesaret ve kahramanlıkla, beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü’l-arzın hücumunu istihfaf ediyor ve kahramancıklığıyla diyor: ‘Ey şimendifer! Sen gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın!’ Sebat ve metanetinin lisan-ı haliyle güya der: `Ey şimendifer, sen bir nizamın esirisin. Senin gemin, dizginin, seni gezdirenin elindedir. Senin bana tecavüz etmen haddin değil. Beni istibdadın altına alamazsın. Haydi yoluna git, kumandanının izniyle yolundan geç!" |
Ya da “Rüstem-i İranî” ve “Herkül-ü Yunanî” namlı o meşhur cengaverler açısından, olayın iç yüzü bize neyi anlatmaktadır? :
"o iki kahramanı gayet korkutan ve vicdanlarını vehme esir eden, ´onların, onun kumandanını bilmemek ve intizamına inanmamak` olan cahilane îtikadsızlıklarıdır.” |
Görüldüğü üzere, sohbetin geldiği bu aşama itibariyle artık din-milliyet meselesinde çok önemli bir noktaya temas söz konusudur. Öyle ki, Bediüzzaman’ın din ile milliyetçilik esaslı bir idealizmin kıyasını isteyen yol arkadaşlarına öncelikle bu “Herkül ve Rüstem ile bir çocuk” tasviriyle cevap vermesi aslında “yakîn’in”(7) önemini, dolayısıyla da bu gibi tartışmalarda ana vurgunun nerede aranması gerektiğini ders verir niteliktedir. Bir diğer ifadeyle, dayanağını dinden alan duygu ve düşüncelerin üstünlüğü savunulurken asıl vurgulanması gereken nokta “yakîn’in önemi olmalı, kesin bir inanca dayalı bilginin ‘diğer donanımlarla’ kıyasa gelmez üstünlükleri nazara verilmelidir.
Öyle olmalıdır, çünkü örneğin de anlattığı üzere yoldaki o küçük çocuk trenin bir idare ve kumanda altında hareket eden düzenli bir araç olduğunu bilen birisidir. Trene bundan emin olduğu bir yakîn ile bakabilen bir “ibnü’z-zamandır”, çağının insanıdır.
Ancak bu bilgi ve itikattan yoksun olan Herkül ve Rüstem’i ise tren karşısında düşecekleri o vaziyetten ne kahramanlıkları, ne de Yunan ve İran (hem de bu iki halkın milli-mitolojik kahramanı) olmaları gibi ‘faydalar’ kurtaramamıştır!
İşte, verdiği örnekteki bu yalın gerçekler, “yakînin” milliyet fikri karşısındaki önemi hakkında Bediüzzaman’a bu kez şu cümleleri kurduracaktır:
“Bu temsilde, o mâsum çocuğun imanından gelen kahramanlık gibi, bin senede İslâm taifelerinin birkaç aşiretinin (Türk ve Türkleşmiş milletin) kalbinde yerleşen iman ve itikad cihetiyle, rû-yi zeminde yüz mislinden ziyade devletlere, milletlere karşı imanından gelen bir kahramanlıkla, İslâmiyet ve kemalât-ı mâneviyenin bayrağını Asya ve Afrika’da ve yarı Avrupa’da gezdiren ve "Ölsem şehidim, öldürsem gaziyim" deyip ölümü gülerek karşılamakla beraber, dünyadaki müteselsil düşman hadisatlara kadar beşerin küllî istidadına karşı düşmanlık vaziyetini alan o dehşetli şimendiferlerin tehditlerine karşı imanın kahramanlığıyla mukabele edip korkmayan; kaza ve kader-i İlâhiyeye karşı imanın teslimiyetiyle korkmak, dehşet almak yerinde, hikmet ve ibret ve bir nevi saadet-i dünyeviyeyi kazanan, başta Türk ve Arap taifeleri ve bütün Müslüman kabileleri, o mâsum çocuk gibi fevkalâde bir mânevî kahramanlık gösterdikleri gösteriyor ki, istikbalin hâkim-i mutlakı, âhirette olduğu gibi, dünyada da İslâmiyet milliyetidir. O iki temsilde, o iki acib kahramanın pek acib korku ve telaşlarına ve elemlerine sebep, onların adem-i îtikadları ve cehaletleri ve dalaletleri olduğu gibi; Risale-i Nur’un yüzer hüccetlerle ispat ettiği bir hakîkati -ki, bu risalenin mukaddemesinde bir-iki misali söylenmiş; mesele- şudur ki: Küfür ve dalalet, bütün kainatı, ehl-i dalalete binler müthiş düşman taifeleri ve silsileleri gösteriyor. Kör kuvvet, serseri tesadüf, sağır tabiat elleriyle, Manzûme-i Şemsiyeden tut, ta kalbdeki verem mikroplarına kadar binler taife düşmanlar bîçare beşere hücum ettiklerini; ve insanın camî mahiyeti ve küllî istidadatı ve hadsiz ihtiyacatı ve nihayetsiz arzularına karşı mütemadiyen korku, elem, dehşet ve telaş vermesiyle, küfür ve dalalet, bir Cehennem zakkumu olduğunu ve bu dünyada da sahibini bir cehennem içine koyduğunu; din ve îmandan hariç binler fen ve terakkiyat-ı beşeriye, o Rüstem ve Herkül’ün kahramanlıkları gibi, beş para fayda vermediğini; yalnız iptal-i his nevinden, muvakkaten o elîm korkuları hissetmemek için sefahet ve sarhoşlukla şırınga ediyor.” |
Elhasıl, meselenin ‘bam teli’, o çocuğun ve iki kahramanın tren karşısındaki vaziyetlerini belirleyen etkenin ne olduğudur kesinlikle! Dünyaya bakışımızdaki ana pencerenin mahiyeti ve ne’liği, kendi iç âlemimizin vaziyeti, yakînimizin, inancımızın ve bilgimizin kalitesidir! Kâinatı ve içindekileri din ve iman hakikatleri perspektifinden mi görmekteyiz, yoksa aynı kâinata kör kuvvetin, serseri tesadüfün, sağır tabiatın iş gördüğü ve yıldızların dizilişinden ta vücuttaki mikroplara kadar binlerce düşman unsurun şu çaresiz insana saldırdığı bir yer olarak mı bakmaktayız acaba?
Eğer cevap ikinci hâlse durum pek kötüdür, zira “din ve imandan hariç binler fen ve terakkiyat-ı beşeriye” bize kâinattaki vaziyetler karşısında “beş para fayda vermeyecektir”!
“Bir illetin teşhisi!”
Bediüzzaman o iki yol arkadaşıyla yaptığı bu önemli sohbeti, aynı yıl Şam Emevi Camiinde verdiği hutbenin kitaplaştırıldığı “Hutbe-yi Şamiye” adlı eserine yine milliyetçilikle ilgili ve milliyetçiliği olumsuzlayan bir bahis olarak dahil edecektir sonradan. Ki “küçük bir çocuk ile Herkül ve Rüstem” örneklemesine dair bu eserde geçen şu ayrıntılı izah ve açılımlar, bu bahsin Hutbe-yi Şamiye’ye neden “Teşhisü’l-İllet” başlığıyla eklendikleri gibi önemli bir sorunun da cevabıdır aslında:
“Bu temsilin hakikatini görmek isterseniz, başınızı kaldırınız, bu kâinata bakınız. Ne kadar şimendifer misilli balon, otomobil, tayyare, berriye ve bahriye gemiler, karada, denizde havada kudret-i Ezeliyenin nizam ve hikmetle halk ettiği yıldızların kürelerine ve kâinat ecramına ve hâdisatın silsilelerine ve müteselsil vakıatlarına bakınız. Hem âlem-i şehadette ve cismanî kâinatta bunların vücudu gibi, âlem-i ruhanî ve mâneviyatta kudret-i ezeliyenin daha acip müteselsil nazîreleri var olduğunu, aklı bulunan tasdik eder, gözü bulunan çoğunu görebilir. İşte, kâinat içinde maddî ve mânevî bütün bu silsileler, imânsız ehl-i dalâlete hücum ediyor, tehdit ediyor, korku veriyor, kuvve-i mâneviyesini zîr ü zeber ediyor. Ehl-i imana değil tehdit ve korkutmak, belki sevinç ve saadet, ünsiyet ve ümit ve kuvvet veriyor. Çünkü ehl-i iman, iman ile görüyor ki, o hadsiz silsileleri, maddî ve mânevî şimendiferleri, seyyar kâinatları mükemmel intizam ve hikmet dairesinde birer vazifeye sevk eden bir Sâni-i Hakîm onları çalıştırıyor. Zerre miktar vazifelerinde şaşırmıyorlar, birbirine tecavüz edemiyorlar. Ve kâinattaki kemâlât-ı san’ata ve tecelliyat-ı cemâliyeye mazhar olduklarını görüp kuvve-i mâneviyeyi tamamıyla eline verip, saadet-i ebediyenin bir nümunesini iman gösteriyor. İşte, ehl-i dalâletin imansızlıktan gelen dehşetli elemlerine ve korkularına karşı hiçbir şey, hiçbir fen, hiçbir terakkiyat-ı beşeriye buna karşı bir tesellî veremez, kuvve-i mâneviyeyi temin edemez. Cesareti zîr ü zeber olur. Fakat muvakkat gaflet perde çeker, aldatır. Ehl-i iman, iman cihetiyle değil korkmak ve kuvve-i mâneviyesi kırılmak, belki o temsildeki mâsum çocuk gibi, fevkalâde bir kuvvet-i mâneviye ve bir metanetle ve imandaki hakikatle onlara bakıyor. Bir Sâni-i Hakîmin hikmet dairesinde tedbir ve iradesini müşahede eder, evham ve korkulardan kurtulur. "Sâni-i Hakîmin emri ve izni olmadan bu seyyar kâinatlar hareket edemezler, ilişemezler" deyip anlar. Kemal-i emniyetle, hayat-ı dünyeviyesinde de derecesine göre saadete mazhar olur. Kimin kalbinde imandan ve din-i haktan gelen bu hakikat çekirdeği vicdanında bulunmazsa ve nokta-i istinadı olmazsa, bilbedahe, temsildeki Rüstem ve Herkül’ün cesaretleri ve kahramanlıkları kırıldığı gibi, onun cesareti ve kuvve-i mâneviyesi muzmahil olur ve vicdanı tefessüh eder. Ve kâinatın hadisatına esir olur. Her şeye karşı korkak bir dilenci hükmüne düşer. İmanın bu sırr-ı hakikatini ve dalâletin de bu dehşetli şekavet-i dünyeviyesini Risale-i Nur yüzer kat’î hüccetlerle ispat ettiğine binaen, bu pek uzun hakikati kısa kesiyoruz. Acaba en ziyade kuvve-i mâneviyeye ve teselliye ve metanete ihtiyacını hissetmiş bu asırdaki beşer, bu zamanda o kuvve-i mâneviyeyi ve tesellîyi ve saadeti temin eden ve İslâmiyet ve imandaki nokta-i istinad olan hakaik-i imaniyeyi bırakıp, garplılaşmak ünvanıyla, İslâmiyet milliyetinden istifade yerine, bütün bütün kuvve-i mâneviyeyi kırıp ve teselliyi mahveden ve metanetini kıran dalâlet ve sefahete ve yalancı politika ve siyasete dayanmak, ne kadar maslahat-ı beşeriyeden ve menfaat-i insaniyeden uzak bir hareket olduğunu, pek yakın bir zamanda intibaha gelmiş, başta İslâm olarak, beşer hissedecek. Dünyanın ömrü kalmışsa Kur’ân’ın hakaikine yapışacak…” |
Sorunun temeli, bu izahla bir kez daha gösterildiği üzere bizdedir yani, tam da iç âlemimizdedir.. ‘En Herkül ve Rüstem vaziyetimizde’ bile en muhtaç olduğumuz şeyin aslında öylesi ‘canavarların’ dahi bir nizam ve idareye tabi olduğunu yeterince bilemememizdir. Tıpkı, karşılaşacağımız her zorluk ve ‘canavar’ karşısında bizi -misaldeki Rüstem ve Herkül gibi- rezil olmaktan kurtaracak ‘iksirin’ milliyetçilikteki kemalatımızda değil de, yakînimizi düzeltecek cihanşümul din esaslarında bulunduğunu kimi zaman yeterince bilememiz gibi..
Toplumsal illette ‘bireysel teşhis’ ve önemi
Haddizatında milliyetçi hareketlere karşı düzenlenen bir seyahatte milliyetçilik fikriyle dinin kıyasının istenmesi karşısında Bediüzzaman’ın gösterdiği gayretli ve sabırlı izah tavrı, bu konuda önemli bir gerçeğe de işaret etmektedir. Zira o, teşhisini yaptığı o fikr-i milliyet illetine karşı böylesi özel ve donanımlı bir izah gayretine, “soru sahipleri sadece iki kişi olsa bile” başvurmaktan geri durmamıştır!
Her insan bir âlemdir çünkü.. Ve bu illetin çaresi de her insanın bunu öncelikle kendi dünyasında teşhis edebilmesinden geçmektedir. Nitekim bu tavrın önemi ve haklılığı, onun insanı ve benliğini konu alan bir eserinde geçen ve fikr-i milliyetin mahiyetini de gösteren şöylesi derinlikli açılımlarıyla daha iyi görülebilmektedir:
“ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünemâ bulur, gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel' eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle adeta ene olur. Sonra, nev'in enaniyeti de bir asabiyet-i nev'iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev'iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder.” (8) |
Teşhis hayli sarsıcıdır. Dine tercihen milli duygularda faydalar aramamızın asıl nedeni milletimizde ayrıcalıklar olduğu fikridir çünkü ve bu ise, bizzat kendimizde ayrıcalıklar olduğu varsayımımızdan kaynaklanmaktadır! Bir diğer ifadeyle, ene kalınlaşıp benliğimizi kapladığında “nev’in enaniyeti” denilen illet de enemize kuvvet vermekte, böylece ona yaslanan ene git gide yoldan çıkıp, tıpkı şeytanın da bu yolla yaptığı gibi, Rabbinin emirlerine karşı itiraza girişmiş olmaktadır!
O halde, en çok da grup-topluluk-toplum gibi cem kavramlarla gözükür olmasına rağmen, bu sorundaki ana üssün “bireysel teşhisi” gerekmektedir öncelikle. Ve bu bağlamda da milliyetçiliğinin kaynağının aslında kişinin kendine yönelik bakışı ve kendi iç âlemi olduğu, bizzat o kişiye izah edilmelidir.
Daha da önemlisi, afakta ve enfüste (iç ve dış âlemlerimizde) teşhis edemediğimiz sürece bu sorunun bizi her an ‘her canavar’ karşısında rezil edebileceğini unutmamamız ise hem kendimiz hem de toplumumuz için yapacağımız en büyük iyiliklerden olacaktır, bundan emin olmalıyız…
Dipnotlar:
1) H. İbrahim İnal, “Kronoloji”, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Nokta Kitap, İstanbul 2008, s.27.
2) Arabî Hutbe-i Şamiye’nin Zeylinin Kısa Bir Tercümesi “Teşhisü’l-İllet”, Eski Said Dönemi Eserleri, Y.Asya Neşr., İstanbul 2009, s.357.
3) Halihazırda bu seyahatten on yıldan fazla bir zaman sonra başlayacak olan Yeni Said dönemine yönelik kimi işaret taşlarının ve (söz konusu milliyetçilik atfı veya siyasete yönelik teşhisleri yanında Muhakemat, İşarat’ül-İ’câz, Sünuhat, -kısmen- Mesnevi-i Nuriye adlı eserleri gibi) izlerin görüldüğü ve bazı tutum/tavır değişimlerini de ifade eden farklı bir sürecin bu seyahatle aynı dönemlerde başladığını söylemek mümkündür.
4) Teşhis’ül-İllet, aynı yer.
5) Bediüzzaman’ın tüm İslam kavimleriyle ilgili olan bu önemli konunun izahında ‘Müslümanlar içinde’ gibi bir ifade yerine “Türk ve Arap içinde” ifadesini kullanmasının bir nedenini Hutbe-i Şamiye adlı eserinde bulmak mümkündür. Zira adı geçen eserde İslam Âleminin yaşadığı sıkıntıların nedenleri ve çözümleri irdelenirken, bu sorunlara karşı yine öncelikle “Türk ve Arap” kavimlerinin gayreti ve uyanışı şu nedenlerle öncelenmiştir: “Zannetmeyiniz ki, ben bu ders makamına size nasihat etmek için çıktım. Belki buraya çıktım, sizden olan hakkımızı dâvâ ediyoruz. Yani, küçük taifelerin menfaati ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük ve muazzam taife olan Arap ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır. Sizin tembelliğiniz ve füturunuzla, biz biçare küçük kardeşleriniz olan İslâm taifeleri zarar görüyoruz. Hususan, ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Araplar, en evvel bu sözlerle sizinle konuşuyorum. Çünkü bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyetin mücahitleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler. Onun için tembellikle günahınız büyüktür. Ve iyiliğiniz ve haseneniz de gayet büyük ve ulvîdir.”, bkz: Hutbe-i Şamiye, s.25.
6) Bediüzzaman Said Nursî Tarihçe-i Hayatı, Envâr Neşr., İst.1989, s.103.
7) Kur’ânî bir kavram da olan “yakîn” kelimesi (bkz.: Bakara S. 2/118, Neml S. 27/14, Vâkıa S. 56/95, Hâkka S. 69/51vd.) çeşitli alanlara ait geniş bir anlam yelpazesine sahip olmakla birlikte; şüpheye düşülmeyen, doğru, sağlam ve kesin bilgi, doğru ve kuvvetle bilme, mutlak kanaat ve tam bir itmi’nân ( ﺍﻃﻤﻴﻨﺎﻥ– ﺍﻃﻤﺌﻨﺎﻥ: emin olmak) anlamlarını ifade etmektedir. Ayrıca “tereddütsüz, şüphesiz ilim” vd. izahlar için bkz. A.Başar-Ş.Eren, Risale-i Nur Külliyatı İçin Kavramlar Lügati, “Yakîn”, Zafer Yay., İstanbul 2006, s.275.
8) Sözler, Otuzuncu Söz, “Birinci Maksat”, Envâr Neşr., İstanbul 1996, s.538.
© 2021 karakalem.net, Mustafa H. Kurt