Bir bayrağın farklı gölgeleri

Mustafa H. Kurt

“Kuşatıcı bayrağa bir methiye”

TARİH 8 ŞUBAT 1921. Yer, ocaklarında dumanın tütmez olduğu harap Antep!

Şehri dış dünyadan koparan Fransız kuşatmasına direnişin son günüdür. Düşmanın on bir aydır kıramadığı şanlı bir direnişi, açlığın ve çaresizliğin kırdığı gündür. Durum tam anlamıyla içler acısıdır. ‘Yiyecek’ olarak ağaç kabuklarının bile tükendiği şehirde sokak köpeklerinin açlıktan çocukları parçaladığı elim vakalar yaşanmaktadır artık. Şehidi, hele gazisi olmayan ev yok gibidir. Kuva-i Milliye’ye gönderilen ısrarlı yardım ve harekât taleplerine gelen nihai cevap ise, “Antep’e yapılacak herhangi bir harekatın başarı ihtimali yüzde bir bile olsa tereddütsüz harekete geçileceği, ancak o yüzde bir ihtimalin dahi bulunmadığı” şeklindedir. Dolayısıyla umutlar iyice tükenmiş, düşmandan gelecek fenalıkların endişesi her bir yanı sarmıştır.

İşte o gün Şeyh Camiinde toplanan eşraf heyeti, iyice zorlaşan şartların (kadın, çocuk ve yaralılardan oluşan) ahaliyi artık tamamen kıracağı ve direnişin nüvesini oluşturan çetelerden geriye kalan bir avuç kahramanın da mutlaka katledileceği gibi endişelere hak vererek, düşmanın asayiş garantisi veren “teslim olun” teklifini kabul etmeye karar verir.

Ne var ki böylesine acı ve ağır vaziyette verdikleri bu zor karara karşı işgal güçlerinin de bir şartı olacaktır. Fransızlar, bombardımanı kesmek için şehrin kale burcundaki ay yıldızlı bayrağın indirilmesini istemektedir!

Fransızlar mağrur ve intikamcı hislerle bunu isterler istemesine ama, bu tarihi cüretleri karşısında şahit olacakları şey ise tam anlamıyla tarihi bir cevap olacaktır.. Şehir heyeti, teslim olma kararlarını on bir aydır bekleyen Fransız Generale bu tarihi cevaplarını ise o gün hiç bekle(t)meden iletecektir: “Şuna emin olun ki, bu bayrağı oradan indirmek için şehri ikinci kez ve tamamen yıkmanız gerekecektir!”…

İşte bu maneviyata hayran kalmasından (veya bu gözü karalığın onu iyice korkutmasından) olacak, görüşmeleri yürüten Fransız komutanın buna: “Peki” diye cevap verdiği anlatılır, “o bayrak inmesin ama yanına bir de beyaz bayrak çekilsin sadece…”.

Böylece o gün, o al bayrağın yanına cenazeleri için ayırdıkları bir kefen bezini de çeker mazlum Antepliler.. Savaşma imkanları kalmayınca, canı ve ırzı koruyabilme hatırına buna razı gelirler.

Şehirde herkesin boynu bükük, gözleri doludur artık. Tüm şehir ağır bir matem havasındadır. Ama bu vaziyet ve ruh hali içinde önemli bir teselli kaynakları, hele yerinde olduğunu gördükçe güç ve yaşama direnci bulabildikleri çok önemli bir dayanakları vardır: Kaledeki o bayrak! Kaledeki ay yıldızlı bayrağın görüntüsü, onlar için yaşadıkları bunca acının, yıkımın, fedakarlığın, direnişin ve resmi rakamlarla 6317 gibi muazzam bir şehit sayısının boşa olmadığını anlatmaktadır adeta. Dahası bayrak tüm öfkelerini, yaslarını, umutlarını ve inançlarını gölgesine sığdırdıkları en önemli bir sembol, bir dayanaktır da o gün.. O kadar ki; o bayrağın o gün oradan inmesi demek, Antep’in aylardır kırılamayan maneviyatının yıkımı ve teslimi anlamına gelecektir.

Uzun sözün kısası; gölgesine sığındıkları ay yıldızlı bayrağın (yanında kefen beziyle de olsa) dalgalanması için her şeyi göze alan o kahramanlar, o gün bayrak sevgisinin yerden göğe haklı ve muhterem bir halini sergilemişlerdir!

. .

Hani yıllar sonra birleştirdiğiniz parçalarla içyüzünü ancak anlayabildiğiniz bazı ilginç olaylar vardır ya hayatınızda; şimdi gelecek örnek o türden.

Seksenlerin son demleri.. Bulgaristan’daki Türk azınlığa yönelik zulmün hayli koyulaştığı günler. Aynı günler Türkiye’de ise ülkenin doğusundaki bir ateşin etkilerini tüm ülkeye gittikçe hissettirdiği bir dönem. Ve Bulgaristan’ın zulmüne karşı haklı tepkilerini gayet net ortaya koyan yurdum insanının ülke içindeki o ateşe karşı ne düşüneceğini, tamamen resmî söylemler belirlemekte.

O türden söylemlerin etkisinde kaldığından olacak, öğretmenimizin Bulgaristan’daki zulme yönelik değerlendirmeleri sebebiyle lisedeki dersimiz o gün kaynamak üzere. “Köy isimlerini değiştiriyorlar, olmaz!.. Türkçe isimlere izin verilmiyor, olmaz; Türkçe yasak, olmaz; Türk soydaşlarımıza ‘siz aslında Bulgar’sınız, Türk değilsiniz’ deniliyor, olmaazz!” vs... Hocamızın bu haklı sözleri, o an beynimde şimşeklerin çakmasına sebep oluyor birden. O ana kadar bazı aidiyetlerim hakkında yanlışlığını hissettiğim ama derli-toplu şekilde tanımlayamadığım bir haksızlıkla perdesiz yüzleştiğimi ‘keşfediyorum’ birdenbire… Ve ilk gençliğin verdiği saf heyecanla, bu ani keşfim için hemen elimi kaldırıyorum: “Ama bakın hocam, bu da aynı şey değil mi acaba?!..” diyorum. Kendi ana dilimin de yasaklanmasından, köyümün değiştirilmiş isminden, aslında Türk olduğumun söylenmesinden vs. örnekler veriyorum.. Gayem dersi daha da kaynatmaktan çok zihnimdeki keşfin doğru olup olmadığını ve de hocamızın bahsettiği vakayı benim sorduğum vakadan ayıran şeylerin neler olduğunu öğrenmek gerçekten.. Zira birinci vakaya herkes yüksek perdeden karşı çıkarken, ikincisine de (hem de aynı gerekçeler söz konusu olmasına rağmen) öyle karşı çıkılmaması, tuhafıma gidiyor biraz. (Dediğim gibi, serde yoğun bir saflık ve heyecan var).

Bir gün sonra olacak, sıra arkadaşım beni bir köşeye çekip başka bir hocamızın bana bu konuyu bir daha böyle ortamlarda asla açmamam gerektiği yolundaki gizli nasihatini iletiyor. Ve peşi sıra, Bulgar zulmünden dert yanan söz konusu öğretmenimizce Öğretmenler Odasında ‘bölücü’ diye bahsedilerek uluorta fişlendiğimi bir de...

Olayın kapandığını düşünen ben, artık dersinde yeni bir uygulama yapacağını söyleyen Edebiyat hocamızı dinliyorum birkaç gün sonra. İşte bu uygulamasına göre derste rastgele bir konu belirleyecek olan hocamız, yine rastgele seçeceği bir öğrenciden kürsüde sunum yapmasını isteyecek… Uygulama hemen tatbik ediliyor ve ilk olarak ben seçiliyorum. Üzerine konuşmam istenen ‘rastgele’ konu ise “bayrak” oluyor ne hikmetse! Ve dersin sonunda, ‘muhafız muhafazakâr’ fikrî yapısını sonradan daha iyi öğrendiğim öğretmenimiz -benden Türk Millî Eğitiminde yetişen ortalama bir liselinin bayrak hakkındaki ezberlerinden başka bir şey duyamadığından olacak- diğer öğretmenimizin hakkımdaki şikayetine neden olan sözlerimin öyle pek de bilinçli ve kategorik olmadığına ikna oluyor herhalde. Ki zaten bu yeni uygulama da o günden sonra bir daha hiç uygulanmıyor!

Bense bayrakla ilgili resmî ezberlerden öte bir şey bilmememin o an hakkımda ne büyük bir nimete dönüştüğünü, harcanmanın eşiğinden nasıl döndüğümü, (yaşadığım bu iki olay arasındaki bağı o an göremediğim için) ancak çok sonraları fark ediyorum.

. .

Yıllar sonra Almanya’da bir ‘Türk’ camisindeyim bu kez. Mihrabın hemen yanı başına asılmış bir Türk bayrağına bakar halde, gerçekten de Âlemler Rabbine adanmış ve tüm Müslümanlara hitap eden bir mabette miyim acaba diye düşüncelere dalıyorum…

Ve yine Almanya’da, bir Cuma hutbesinde “rengini kanımızdan alan mübarek bayrağımız” tanımlamasını işitiyor kulaklarım. Hemen ardındansa, bu konuları konuştuğumuz bir arkadaşımın “cami içinde bir devletin bayrağı neden?” diyen Arap bir tanıdığından bahsetmesi ve onun artık daha uzakta da olsa başka camilere gittiğini söylemesi düşüyor aklıma. Yine dalıp gidiyorum çoğu hutbede yapmaya mâni olamadığım gibi... “Acaba, bayrak gibi değerlere ‘başrol’ statüsünün verilmediği bir din söylemi, ayrı-gayrı olmalarına ha bire eseflendiğimiz müminlerin yakınlaşmasının en önemli bir adımı ve reçetesi değil midir tam da?” diyorum kendi kendime.

. .

Bu kez tarih 29 Ekim 1948. Bir Cumhuriyet Bayramı günü. Afyon Hapishanesi müdürü, haksız şüphe ve ithamlarla tutulan Bediüzzaman’ın hücre kapısının karşısına (kimi hatıralarda koğuş kapısına) o sabah büyük bir Türk bayrağı astırmıştır. Belli ki bununla amaçladığı şey Bediüzzaman’ı ve talebelerini tahrik ederek isyan etmelerini sağlamaktır; ya da ‘vatan, millet, devlet, cumhuriyet düşmanı’ vs. olarak bildiği bu yaşlı zata bu yolla ‘had bildirmektir’.

Ne var ki, dönemin resmî propagandalarının etkisi altında hareket eden bu ve benzeri kişilerin o dönemlerden beri bilmediği, bilseler de perdelemek istedikleri gerçek ise bambaşkadır. Kendisine karşı ‘bayrak sallayarak’ tahrik ve tezyif etmeye çalıştıkları insan, hayatı boyunca asayiş ve müspet hareketten yana olmuş, üstelik Rus işgaline karşı yıllarca gönüllü Alay kumandanlığı yapmış ve yaralanarak esir düşüp epey süre Sibirya’da çile doldurmuş, dahası İstanbul’un işgaline karşı yürüttüğü faaliyetleri nedeniyle de İngiliz işgal komutanlığınca hakkında “ölü veya diri yakalama” emri çıkarılmış kahraman bir gazidir!

Üstelik aynı insan, dönemin önemli bir âlimi olarak cumhuriyet düşüncesini savunan birisidir ve hatta mahkemedeki kendi tanımlamasıyla “dindar bir cumhuriyetçidir”.

İşte, bayrağı baskıcı-militan bir statüko aracı gibi kullanarak yapılmak istenen bu ötekileştiriciliği ve provokasyonu gören Bediüzzaman, ‘isyan etmek’ yerine o müdüre bir ‘teşekkür’ mektubu yazar. Ki söz konusu mektup, dar ve dışlayıcı bayrak anlayışlarının aynı bayrağa onlardan çok daha fazla sevgisi ve emeği bulunanları bile dışladığına yönelik ibretlik bir tespit, bir itiraz ve tam bir had bildirmedir de bir bakıma:

“Müdür Bey size teşekkür ederim ki; Kurtuluş Bayramının bayrağını benim koğuşuma taktırdınız. Hareket-i Milliyede İstanbul’da İngiliz ve Yunan aleyhindeki Hutuvat-ı Sitte eserimi tab ve neşrile belki bir fırka kadar hizmet ettiğimi Ankara bildi ki Mustafa Kemal şifre ile iki defa Ankara’ya taltif için istedi. Hatta demişti: Bu Kahraman Hoca bize lazımdır.

Demek benim bu bayramda bu bayrağı takmak hakkımdır"

. .

Elhasıl, “bayrakları bayrak yapan üzerindeki terdir ve o bayrağın kuşatıcılığıdır biraz da” demek bizim için daha doğru ‘galiba’.. Zira ‘bir pez parçasını’ bayrak yapan şey, hakikaten de adaleti, özgürlüğü, umudu, dayanışmayı ve farklılıklarıyla birlik olmayı temsil etmesidir; politik-ideolojik baskı aracına, tek tipleştirmeye, ötekileştirmeye alet kılınmayacağına inanç duyulabilmesidir.

Bayrağın manasını modern devletlerin fetişizme varan araçsallaştırmasında bulmak ise mümkün değildir üstelik. Kişilerin (mesela bazı öğretmenlerin) kendi dar vatan-millet-devlet anlayışına uymayanları tespit aracı kılmalarında değil; hele ulus-devletle bilenmiş müminleri daha da ayrıştırmaya hizmet eden bir bayrak anlayışında hiç değildir o mana.

İşte o mana, 8 Şubat 1921’de Antep kalesindeki o kefenli fakat kuşatıcı bayraktadır kanımca! Ama o bayraktaki manalar uğruna o zaman şehit ve gazi olan Karayılan ve Kuştamlı Maho Ağa gibi kahramanların aidiyetlerini sonradan red ve inkar eden bir anlamlandırmada ise, tarih göstermiştir ki eksiktir o mana..

Dahası, 29 Ekim 1948’de Afyon Hapishanesindeki dışlayıcı zulme araç kılınan bayrağa karşı, onu bir olmanın ve müşterek değerlerin, acıların, ortak mazinin vd. sembolü olarak sahiplenen Bediüzzaman’ın haklılığındadır biraz da o mana.

Kısacası, bayrağın ideal manası onu birbirimize karşı sallamakta değil, gerçek anlamıyla “biz” olabilmemizin sembolü kılabilmemizdedir.

Onun için, bayrağa bakışımızı ara sıra sorgulamakta fayda olsa gerek. Mesela, bayrağın kendi dünyamızda bulduğu mana neye karşılık gelmektedir? Veyahut bizim gözümüzdeki bayrağın gölgesi İslamî veya insanî kardeşlerimize nasıl yansıyor acaba? Bir vaha mıdır o gölge, huzurlu bir vatan mı, yoksa kendilerinden görmediklerini dışlayanların harman olduğu bir diyar mı?

Son söz; selam olsun yaşatmaya ama birlikte yaşatmaya ve özellikle de birlikte adaletle, özgürce, hakça yaşatmaya adanmış bayrağa, bayraklara…

  14.04.2021

© 2021 karakalem.net, Mustafa H. Kurt



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut