Arkadaşım için; İsmail için…

İnsanlar her gün Covid-19 raporlarına bakıp rakamlar görüyorlar ya hani, onların hiçbiri rakam değil, her biri bir insan. O insanlardan biriydi can dostum, yoldaşım, arkadaşım İsmail. Eşi, çocukları, kardeşleri, yeğenleri, arkadaşları, dostları… Onun varlığıyla zenginleşen onlarca, yüzlerce hayat, onun hatırasıyla ama o aralarında olmadan devam edecek yolculuğuna…

Biliyoruz fani dünyadayız; biliyoruz ölüm son değil; biliyoruz ‘kavuşmak üzere’ ayrılıklarımız…

Ama bu dünyada yola seni yanında görmeden devam etmek daha zor aziz kardeşim… İsmail uyarır, İsmail dengeler, İsmail’e danışırız, İsmail teskin eder, İsmail arar bulur bilgilendirir diyemeden yürümek daha zor.

Çok eksildik senin gidişinle…



90’LARIN BAŞI, benim için her açıdan bir dönüm noktasıydı. Çeyrek asrı aşmış ömrümün bilhassa son on senesinde bin inkılâb görmüş; tutunduğum nice çınarın devrildiğine, bastığım zeminin gevşediğine, yol işareti gördüğüm kimilerinin yamulduğuna şahit olmuştum.

Yeni bir hayat, yeni bir yol çizmek üzereydim. Bir taraftan evlilik, öte taraftan nisbeten münzevi bir hayat, en fazla ‘dar’ bir kollektiflik... Başka türlüsü de olamazdı herhalde zaten. Dostluklarını 80’ler içinde devşirdiğim iki elin parmak sayısını ancak aşan az sayıda kişiye mukabil, nicelerin nasıl da kolay sırt çevirebildiğini görmüştüm zira. Sırt dönmekle kalsalar iyi, daha yirmialtı yaşında bir gence “Biz de yazamıyorsan, hiçbir yerde yazmamalısın” deyip âdeta yaşarken mezara girmeye davet edebilmelerinde cür’et hâlâ havsalama sığmıyor.

O şartlarda, bir ‘hizmet müessesesi’ adını vermeyen ama dindarâne hassasiyet ve hamiyet sahibi insanların sahibi olduğu bir yayınevinde editörlüğe başlamıştım. Bir taraftan, 80’lerin müktesebatı bazı kitap dosyalarımız vardı, öte tarafta yazılacak yazıların kabarık bir listesi… Çalıştığım yayınevi o dosyalardan birini kabul etmişti, kabul görmeyen dosyalar için ise müstakilen bir yayınevi mecraı da düşünecektim. Henüz yazılamayanlar için ise, küçük de olsa, düzensiz aralıklarla çıksa, bir dergi… Beri tarafta, birilerince ‘cürüm’ olarak görülen ‘müzakereli ders’lerimize de üç-beş arkadaş ısrarla devam ediyorduk.

İşte o günlerde ve o şartlarda, aklımda kaldığına göre yayınevi üzerinden, bir telefon görüşmesi yaşadım. Telefondaki isim, çalıştığım yayınevinde çıkan üç imzalı kitabımızı edindiğini, okuduğunu, heyecanlandığını ve görüşme ihtiyacı hissettiğini söylüyordu. Bir yönüyle mecburî münzeviliğim içinde, beklemediğim bir durumdu karşılaştığım. Neyse, ikimizce de müsait bir vakitte yayınevinde görüşebileceğimizi söyledim, onun da çalıştığı yer komşu semtteydi ve birkaç güne kalmadı, görüştük. Hatta, aklımda doğru kaldıysa, bir Cumartesi günüydü görüştüğümüzde, o Avrupa yakasında oturuyordu ama Anadolu yakasında benim oturduğum semtte planlanmış bir ziyareti olduğundan turuncu renkli antika Volkswagen minibüsüyle beraber yolculuk bile yaptık.

İsmail ile tanıştığım ilk gün, oydu. Özellikle 80’lerin son evresinde yaşadıklarım sebebiyle ziyade içe kapanmış biri olarak bana, çok girişken biri olarak gözükmüştü doğrusu. 80’lerde yayın serencamına adım adım bizim de dahil olduğumuz dergiden, bu derginin benimle birlikte başka bazı arkadaşların elinin değmesinden sonra geçirdiği değişimden haberdardı; kendisinin de arayışı içinde olduğu bir dil ve üslup geliştirme çabasında olduğumuzu düşünüyordu.

Velhasıl, daha ilk günden, sanki çocukluktan tanıdığım, kim olduğumu, neyi niye yaptığımı bilen bir arkadaşım gibi hissetmiştim İsmail’i. Kimi insan kırk yıl yanında olur, yabancı kalırsın; kimisiyle ilk görüşmede tâ ruhlar âleminden miras bir aşinalık hissedersin, öyle birşey işte… Sonraki hafta yine Cumartesi iş çıkışı bize uğradı, ondan sonraki hafta derken, sanırım tanışmamızın daha ilk ayı dolmadan İsmail bizim ders müzakerelerinin de bir müdavimi oluvermişti.

Onun o günlerde henüz bunun farkında olduğunu sanmıyorum, ama onun varlığı diğer taraftan 80’lerden kalma ağır bir travmayla muzdarip ruhum için bir ilaç gibi gelmişti. Bir tarafta yazdıklarıma kasdetmediğim anlamlar yükleyip kendi zulümlerini meşrulaştırmaya çalışanlar, öte tarafta bunu yapacak kadar alçalamadığı ama ilişkilerini zarara atacak kadar da yürekli olamadığı için kalemimi gömmeyi bana teklif edenler arasında, 80’lerde yazdıklarımızdan hâsıl olan bir kitabın vesilesiyle tanıştığım yeni arkadaşım, varlığıyla doğru olduğunu düşündüğüm şeyi yüreğimin onayladığı üslupla yazmaya devam etmem gerektiğini söylüyordu bana. Bu konuda hiç konuşmasa dahi, varlığı bana “Sen yüreğinin götürdüğü yolda yürümeye devam et; birileri bu sebeple seni terk etse de yalnız kalmayacaksın” demekteydi.

Yolculuklarımız, buluşmalarımız, ders müzakerelerimiz devam ettikçe ise, İsmail’de bundan çok çok fazlasını görecekti gözlerim. Aldığı mühendislik eğitiminin getirdiği bakış, benim gibi sosyal bilimler alanında eğitim görmüş biri için, bir zenginlikti meselâ. Ticaretle meşgul olagelmiş bir aile içinde doğmuş olması ve el’an ticaretle meşgul olması, ilerleyen zaman içinde görmüştüm ki, hayatı, toplumu ve insanları okumada onda ayrı bir yetenek kazandırmıştı ve böyle bir arkadaşın varlığı bizim gibi dar bir çevrede tekdüze bir dile hapsolma riski taşıyanlar için muazzam bir imkândı. Henüz genç bir yaşta ticaretin içinde bin türlü tecrübeye sahip olmakla birlikte, herşeye ‘ticaret’ ve ‘kâr’ odaklı bakmayışı, harama-helâle ve kul hakkına riayet konusundaki hassasiyeti, bu sebeple bildiği halde yapmadıkları onu bir sohbet veya ders arkadaşı olmanın ötesinde, ikircikli ve zor meselelerde vicdanî ve hakkaniyetli olanı tesbit için fikrine tereddütsüz müracaat edilecek bir yoldaş ve sırdaş haline de getiriyordu.

Öyle de oldu nitekim. İsmail’e otuz yıl boyu çok şey sordum, çok konuda fikrine müracaat ettim. Ona sorduğum için pişman olduğum bir durum hiç yaşamadım, ama “İyi ki ona sormuşum, iyi ki onunla da konuşmuşum” minnettarlığını çok yaşadım. Fikrini mertçe, açıkça ifade etmesiyle birlikte, bunu en uygun kelimelerle ifade etmesi bambaşka bir güzelliğiydi onun. Nâhoş bir kelime kullandığını hiç hatırlamıyorum.

Otuz sene boyu, ikimizin de İstanbul’da olduğu ve zaman zaman yaşadığı böbrekle ilgili sıkıntıyla muzdarip de olmadığı haftalardan olup da görüşemediğimiz bir hafta ya yoktur yahut nadirattandır. Ama haftada üç gün dahi görüştüğümüz zamanları hatırlıyorum. Pazar sabahı bizim evdeki sohbet meclisi, Pazartesi akşamı bir başka mecradaki sohbet, yanılmıyorsam Çarşamba veya Cuma akşamı Karagümrük’te bir ağabeyimizin evindeki küçük müzakere meclisi… Uzunca bir dönem, üç, hatta bazan dört gün görüşürdük kendisiyle. Risale müzakerelerindeki katkısı tarif edilir cinsten değildi. Konuşmadığı zamanlarda dikkatle dinleyişi, müzakereyi süzüşü, sesli düşünme zemininde heyecanla alâkasız veya ifratkâr noktalara doğru kayıyorsak bizi uygun bir şekilde asıl zemine çekişi, yanlış ve eksik gördüğü noktalarda uyarması, kapalı kalmış noktaların açılmasındaki katkısı, soru işaretiyle bıraktığımız meselelerdeki takipçiliği ve sonrasında ya telefonla hemen bilgilendirmesi veya sonraki müzakerede tetebbuatını aktarması… Bu vasıflardan her biri bir kişinin bir müzakere zeminindeki varlığını değerli kılarken, bunların hepsine birden ilave vasıflarla sahip olan bir insanın varlığına paha biçmek ne mümkün!

Meselâ şimdi yeniden baktım da, telefonumda saklı duran, ondan bana yadigâr son iki mesajdan biri fikren müstakim ve ufuk açıcı gördüğü birinden haberdar olup olmadığıma dair (değilsem haberdar etme amaçlı), diğeri ise o haftaki ders müzakeresinde aralarındaki ilişkiye mukabil farkı ayırt edemediğimiz üç kavramla ilgili tetebbuatın bir neticesi:

“Kıyas, Hüccet:

Hüccet kıyastan daha geneldir.

Çünkü hüccet istikra (tümevarım), temsil (analoji) ve kıyası (tümdengelim) kapsar.

Bir delil başkasını/muhatabını ikna etmek için kullanılırsa hüccet (hacce: tartışmak); öncülden sonuca varmak için kullanılırsa delil; bir şeyi kanıtlaması açısından kullanılırsa burhan adını alır. Yukarıdaki üç farklı tarif aynı şeye farklı açılardan verilen isimlerdir.”

Bir ders müzakeresi içindesiniz, bir mesele muğlak kalıyor, bir konuda bilgi eksiği hissediyorsunuz, örnekte görüldüğü gibi kavramlar arasında metni anlamada kritik önemi haiz farkları hissediyor ama çözemiyorsunuz; lâkin gönlünüz rahat. Çünkü İsmail’iniz var, çünkü İsmail herkes adına kendi üstünde bir yük hisseder, onun tetebbuatını yapar, ulaştığı yere kadar ulaşır ve hiç de reklamını yapmadan cömertçe tetebbuatının neticesini size ulaştırır.

Sadece benim değil, müzakerelerin müdavimi olan herkesin böyle büyük bir zenginliğiydi İsmail.

Ve çok daha fazlasıydı…

Üzüldüğümü ve daraldığımı hissettiği durumlarda arayıp da beni teskin ve teselli edişi… Danıştığım her hususta görmediğim bir yerden bakmamı sağlayarak meseleyi yeniden değerlendirmemi temin edişi… Kişiler ve olaylarla ilgili hüsnüzan ile yüksek beklentiler yaşadığım zamanlarda temkini ve ihtiyatı tavsiye edişi, bu tavsiyeyi dikkate almadığım durumlarda hadisatın onu teyid etmesi… Otuz yıl içinde inişleri-çıkışları içinde hayatımın bütün aşamalarına şahit oluşu ve eleştirmesi gereken yerde sözünü açık yüreklilikle ifade etmekle birlikte yol arkadaşlığını hep muhafaza etmesi; hele ki, hayatın akışı içinde zamanla benimle bir ‘meselesi’ oluşmuş bazılarının davetine buna icabetin ‘beni inciteceğine’ atıfla hayır demekle gösterdiği vefakârlık… Ticaret ehli olarak çok farklı zeminlerde çok farklı insanlarla karşılaştığı için gözlemlerini, tecrübelerini aktararak bizi ‘kör bir idealizm’den alıkoyup ‘gerçekçi bir hamiyet’i kuşanmanın vesilesi olması…

Öte taraftan, özellikle 28 Şubat şartlarında, 90’ların son yarısında Karagümrük’ten gecenin bir vakti Anadolu yakasına seyahatlerimiz. Arabası varsa bizi bırakıp da sonra evine vâsıl olması, yoksa beraber Edirnekapı’ya yürüyüp 127’nin son seferini bekleyişimiz; efsanevî 500T’deki insan manzaraları üzerinden memleketin ahvaline, fakr u zarurete, eşitsizlik ve adaletsizliklere dair sohbetlerimiz, bu ülkenin siyaseten bir cendereden çıkış yolunu ‘Müslüman demokrat’ olarak tarif edilecek bir kıvamda olduğu konusundaki uzun mübaheselerimiz… Sonraki on yılların ilkinde bu noktadaki ihtiyatlı ümidi, ikincisinde ise giderek yükselen hayal kırıklıklarımız…

Ve o koskoca otuz yıl boyunca, hiçbir zaman hiçbir şeyin ‘reklamını’ yapmamış oluşu. Muazzam bir entellektüel birikime ve güçlü bir ilişkiler ağına sahip olduğu halde, kendini sıradan bir ‘esnaf,’ sonra da ‘emekli’ olarak görünmeyi tercih edişi… Bir hazineydi ama, hiç belli etmeyişi…

Onun kişiliğinin bende en hayranlık uyandıran veçhelerinden biri, Trabzon’un köklü ailelerinden birinin üyesi, yani bir ‘Karadenizli’ olmakla birlikte, ‘Karadenizli’ karakterine yüklenen en öne çıkan özelliklerden meselâ ‘fevrîlik’ ve ‘övüngenlik’ onun semtine dahi uğramamış olması idi. Merhum Ahmet Kalem ağabeyimle birlikte, hayatımda tanıdığım en sakin mizaçlı, fevrilikten en uzak kişi idi. Bir Egeli olarak heyecana kapıldığım nice durumda bir Karadenizli olarak beni hep yatıştırdı, öfkemi dindirdi, teskin ve teselli etti, hakkı ve sabrı tavsiye etti diyeyim de, ötesini anlayın derim… Teennîsiz, düşünüp tartmadan bir işe giriştiğini; ihtiyat payı bırakmadan bir kişiye-yaklaşıma kayıtsız şartsız kefil veya karşıt olduğunu görmedim. Ses tonunun yükseldiği, dilinden kontrol dışı uygunsuz kelimelerin çıktığı bir tartışma ortamı da… Yirmi yılı geçmiştir; yol onun hakkı iken ters yoldan gelen bir kadın sürücünün, bu yetmiyormuş gibi bir de geçerken ona lâf söylemeye kalkışması karşısında hiç ses etmeyip, ilerleyen saniyelerde “Yol benim hakkım ama, bu şekilde konuşmakla sinirin yatışacaksa ne diyeyim, helâl olsun” kabilinden sözlerle kendini sakinleştirmesi hâlâ hatırımda…

Kolay bulunur bir dost değildi velhasıl, kolay ve erken kaybettik lâkin.

Son yüzyüze buluşmamız, Mart’ın ortasında, mutad Cuma sohbetlerimiz sebebiyleydi. Sonra karantina süreci yaşadık; o süreçte yüz yüze görüşemesek de, Zoom üzerinden devam etti buluşmalarımız. Her zamanki istikrarıyla her Cuma, diğer arkadaşlarla beraber, online olarak da olsa yine buluşabildik velhasıl. Vakti müsait olmadığı için evvelce her zaman katılamadığı Çarşamba buluşmalarının da büyük kısmında vardı.

Ramazan ayındaki son Cuma buluşmamızda yoktu ama… Ertesi gün, yani arefe günü, bilinen belirtilerin hiçbiri olmasa da başka bir sebeple gittiği hastanede Covid-19 teşhisiyle iki gün önce tedaviye alındığını öğrendik. Telefonla kısaca görüştük, rahatsızlık vermemek için sonraki görüşmelerin mesaj üzerinden sürdürme konusunda mutabık kaldık. Lâkin, bayram mesajımıza dahi cevap yazamadı, çünkü bir anda ağırlaşan durumu sebebiyle entübe vaziyetteydi.

Sonraki günler, haftalar; gecesi gündüzü dua ve yakarış yüklü, ümitle endişe arasında salınmalar yaşayıp durduğumuz günlerdi bizim için. Hastanedeki doktorların tedavisi için ne kadar çırpındığını, en az onlar kadar çaba gösteren bir doktor arkadaşımızın gayretinden biliyoruz. Ama Kurban Bayramının gölgesi üzerimize düşene kadarmış onun hayatı hakkındaki ilâhî takdir. Elden gelen herşey yapıldı onun için, sebepler âleminde şu da uygulansaydı denilen bütün tedavi seçeneklerine başvuruldu, ama takdir-i ilâhî ötelere yolculuk şeklinde tecelli etti.

İnsanlar her gün Covid-19 raporlarına bakıp rakamlar görüyorlar ya hani, onların hiçbiri rakam değil, her biri bir insan. O insanlardan biriydi can dostum, yoldaşım, arkadaşım İsmail. Eşi, çocukları, kardeşleri, yeğenleri, arkadaşları, dostları… Onun varlığıyla zenginleşen onlarca, yüzlerce hayat, onun hatırasıyla ama o aralarında olmadan devam edecek yolculuğuna…

Biliyoruz fani dünyadayız; biliyoruz ölüm son değil; biliyoruz ‘kavuşmak üzere’ ayrılıklarımız…

Ama bu dünyada yola seni yanında görmeden devam etmek daha zor aziz kardeşim… İsmail uyarır, İsmail dengeler, İsmail’e danışırız, İsmail teskin eder, İsmail arar bulur bilgilendirir diyemeden yürümek daha zor.

Çok eksildik senin gidişinle…

Herhangi biri değildin sen; âlem-baha kıymetteydin, herkese nasip olmaz cinsten nadir bulunur bir arkadaştın. Bizim için bir nasipti varlığın.

İyi bir insan, iyi bir kul, iyi bir mü’min, iyi bir arkadaş olduğuna biz şahitlik ederiz; melekler de şahidin olsun.

Seni bizimle buluşturan Rabbimize hamd ü senalar olsun. Rabbimiz ebedî cennetlerde bu kez ayrılmamak üzere bizi yeniden buluştursun…

Ruhuna el-Fâtiha!


Not: Övgüde ifratı sevmediğimi dostlarım, arkadaşlarım bilir. Bununla birlikte, aziz hatırası için ve bir Fâtiha’ya vesile olmak üzere yazdığım şu yazıda İsmail’i (Velioğlu) hak ettiği şekilde takdir edebildiğim kanaatinde değilim. Onun sapasağlam kişiliği, asla daha azını değil; bilakis, daha fazlasını hak ediyor…

  27.07.2020

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut