Kendi gibi olamamak kul hakkına girer mi?

Zeyneb Hafsa

İnsanın kendisini olduğu gibi yansıt-a-maması kul hakkı kapsamına girer mi? Kendini yansıtamamanın ya da bir diğer ifadeyle kendi gibi olamamanın nedenleri ve sonuçları nelerdir? İnsan kendini olduğu gibi ifade edemezse hangi bedelleri öder? Bu ve benzeri sorular etrafında bir fikir teatisidir bu yazımız.


BU DÜNYA HAYATINDA EN FAZLA EHEMMİYET verilmesi gereken şeylerden bir tanesi kanımca insanî ilişkilerdir. Zira mevzu buna gelince Allah Teâlâ dahi tabir-i caizse bir adım geriye çekilip “bana kul hakkıyla gelmeyin” buyurmuştur. Buna göre kul hakları ancak kişiler arasında alınıp verilebilir. Allah bir kişinin hakkını bir başkası için bağışlamaz, gidermez.

Bu kadar önemli olan insanî ilişkileri rıza-i ilahîye uygun ve dahi kişiler arasında hoşnutluk bırakacak şekilde yürütmek için neler gerekir? Kanaatimce elzem olan şeylerin başında “olduğun gibi davran” ilkesi gelmektedir. İlk bakışta anlaşılır ve kolay bir ilkedir bu, hâlbuki detayında çok daha derinlikli şeyleri barındırır. Öyle ki en gündelik, en yaygın şekilde dile getirilen hususlarda bile insanın kendisini tamamen doğru-dürüst bir şekilde aktarması gerekmektedir bu ilke kapsamında. Örneğin, iyi değilse “nasılsın?” sorusuna alışılageldik bir “iyiyim” cevabı yapıştırıvermemelidir mesela. Ya da yine benzer bir meseleyle ilgili olarak, gerçekten merak etmiyorsa karşıdakini, klasik bir “nasılsın?” sorusunu bırakmamalıdır havaya. Elbette bu, kendini yansıtamama örneklerinin belki de en alt basamağını oluşturmaktadır fakat aşağıda değinileceği gibi, bununla ülfet etme riski vardır.

Kendini yansıtamamanın nedenleri

İnsan ne hissettiğini ne düşündüğünü niye tam olarak yansıtamaz karşıdakine? Yukarıdaki örnekten de anlaşılacağı gibi toplumsal alışkanlıklar, öğretilmişlikler vardır ilkin. Hatta bunlar bazen öylesine baskın olur ki gerçekten ne hissettiğini ve düşündüğünü kendi kendine sormaktan ve itiraf etmekten dahi alıkoyar insanı. Dolayısıyla insan içindekini bastırır, hatta bazen bastırdığını bile bilmeden.

Sonra, korku vardır. Doğrusunu söylediğinde başına gelebilecek olanlardan korkar insan. Bunda geçmiş olumsuz tecrübelerin de etkisi vardır. Toplumsal öğretilmişliklere aykırı davranmak ise ayrıca korku yaratır. Neticede işletme diliyle, “risk almak” istemez insan. Bu riski göze almak karşılığında elde edebileceği yüksek “getiri” ihtimalinden dahi baskın çıkar risk endişesi. Oysa kendini yansıtamamanın da kendine has riskleri olduğu göz ardı edilir. Karşıdaki tarafından hiçbir zaman tam anlamıyla bilinemeden, tanınamadan bu dünyadan göçüp gitmek gibi…

Ve belki de en önemlisi, insan ne hissettiğini ve ne düşündüğünü kendi kendine sorgulamaz halde ise elbette bunu karşısındakilere yansıtması da mümkün olmayacaktır. Bunun üstesinden gelebilmek için insanın ailesinden, aldığı eğitimden, toplumdaki ilişkilerinden ve kendi kendini geliştirmesinden hareketle ciddi bir iç görü, kendilik bilinci, kendini sorgulama/anlama/sigaya çekme yetisi kazanmış olması gerekmektedir.

Buraya, insanın bile isteye kendisini farklı gösterme çabasını (yani ikiyüzlülüğü) eklemiyorum bile çünkü bu, benim odaklanmak istediğim insan acziyeti ve tabir-i caizse “öğretilmiş/öğrenilmiş çaresizlik”ten farklı bir durumdur. Ama unutulmamalıdır ki kendini gittikçe daha fazla alanda daha çok sayıda yansıtamayan insanın bu gruba yaklaşma riski de artmaktadır. Velhasıl olduğu gibi görünemeyince insan, göründüğü gibi olmaya başlamaktadır.

Neticede bu ve benzeri sebeplerden ötürü insan tam olarak kendini yansıtamaz her zaman ve belki de çoğu zaman.

Karşılaşılacak riskler ve ödenecek bedeller

Sonuçta ne olur? Kendini tam anlamıyla yansıtamıyorsa insan ve bunu fark ediyorsa, içsel huzursuzluk baş gösterir. Hatta bunu bilmeden yapıyorsa bile insan bedeni ve ruhu bu içte kalanı dışa vurur, kusar bir zaman sonra. Jung, bilinçaltı, rüya mevzularına girmeyeceğim burada ama bütün bunlar bu gibi durumları anlamak için ortaya konmuş şeylerdir.

İlaveten, eğer insan kendini yansıtamamaya devam ederse buna ülfet eder ve bu durum insanın yaşamının ayrılmaz bir parçası haline gelir. Hatta bunu fark etmese dahi… Oysa insan kendini daha iyi yansıtabildikçe yüzü, beden dili ve konuşmaları kendisinden pek çok şeyler aktarır hâle gelir. İnsanın yüzü apaçık bir kitaba döner, okumayı isteyene ve bilene tabi. Gerek yazarken gerek konuşurken kullandığı kelimeler cansız birer yapı olmaktan ziyade ruhuyla bir bütün olmak üzere ete kemiğe bürünmüş yapılar oluverir. Böylece gerçek bir iletişimin, muhabbetin yolu açılır.

Kendimi bu noktada mesleğimden sıyıramadığım için iktisada ‘retorik’ açıdan yaklaşan ünlü iktisatçı McCloskey’in şu sözünü anmadan geçemeyeceğim. Bilimi şöyle tanımlar McCloskey: “Bilim iyi bir muhabbettir.” (Science is a good conversation). Bilimi bu halinden alıp başka şekillere sokanlara da sitemkâr bir selam olsun bu.

Son olarak, kendini yansıtamamaktan doğan riskleri yaşar ve yaşatır insan. Bu risklerin içeriği maddî olandan manevî olana değin birçok şeyi içermektedir. Eğer kendini tam anlamıyla ortaya koyabilse başına gelebilecek olanların ne olacağı ihtimali de çoğu zaman birer pişmanlık olarak asılı kalır insanın boynunda.

Bütün bunlar en genelinde hakikatin –en azından bu dünya için- ortaya çık(a)mamasına da yol açar. Bu ise şeyleri yerli yerine koymak anlamındaki adaletin tersi olan zulmü doğurur. Evet, bu yolla zulmeder insan hem kendine hem karşısındakilere.

İnsanın bu dünyada kendini tam anlamıyla yansıtıp yansıtamayacağı sorusunun ayrıca tartışılabilir olduğu şerhini düşerek ve “olabildiğince kendisini iyi aktaranlardan olalım inşallah” diye dua ederek kapatayım bu faslı.

  08.06.2020

© 2021 karakalem.net, Zeyneb Hafsa



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut