“Öf”e Dair

Oktay Gökkoca

BU YAZIYI daha çok, ara ara dönüp okumak ve kendime çekidüzen vermek üzere kendi nefsime yazıyorum. Dileyen isterse kendi payına da bir hisse alabilir diye burada da paylaşmak istedim.

Üniversitede okurken kaldığım nur dershanesine, haftalık Risâle derslerine gelen bir arkadaşımız vardı. Kendisi devlet yurdunda kalıyordu. Biraz hemşehrilik, biraz da kendisinin “dışarıdan” gelmesi nedeniyle aramızda sıcak bir muhabbet vardı. Ona dair genel kanım, iyi bir insan, muhabbet ehli bir arkadaş, kardeş olduğu idi. Okulun son sınıfına geldiğimizde arkadaşım devlet yurdundan çıkarak dershanede kalmak istediğini söyledi. Buna sevinmiştim. Arkadaşım benim kaldığım daireye taşındı. Ne olduysa ondan sonra oldu. Aradan kısa bir süre geçtikten sonra aramızda kimi zaman açık kimi zaman gizli gerilimli haller yaşamaya başladık. Anlaşamıyorduk. Uyum içinde aynı ortamda yaşayamıyorduk. Bir müddet sonra, birbirimize tahammül edemeyecek duruma gelince, o arkadaşım tekrar devlet yurduna çıkmaya karar verdi. İkimiz de rahatlamıştık. Sonrasında haftalık derslere gelmeye devam etti. Aramızdaki buzlar eridi. Okul bittikten sonraki karşılaşmalarımızda da o günler hiç yaşanmamış gibi selâmlaştık, muhabbet ettik.

Neden böyle olduğu konusunda sonraları epey düşündüm. Vardığım sonuç kısaca şuydu. Uzun süreli bir arada yaşayabilmek, aynı evi, aynı ortamı paylaşmak, iyi insanlar olmanın dışında bir şeydi. Kısa süreli temaslarda ortaya çıkmayan ya da sorun oluşturmayan mizaçlar, alışkanlıklar, takıntılar, zevkler uzun süreli birlikteliklerde problem kaynağı haline gelebiliyor, tahammül eşiklerini düşürebiliyordu. Ayrı ayrı iken gerçekten çok iyi olan, karşılaştıklarında birbirleriyle çok sıcak ilişkiler kurabilen insanlar, hayatı daha fazla noktada ve sürede paylaşmak durumunda olduklarında işler değişebilir, sabırlar zorlanabilirdi.

Bu girizgâhı bağlamak istediğim mevzû ise biraz daha başka. O mevzû anne ve babaya öf bile dememeye dair. Yakın zamanda, onlara öf bile demeyi men eden İsrâ suresinin 23. âyetini yeniden okuduğumda daha önce hiç dikkatimi çekmemiş bir noktaya takıldım. Tâ çocukluğumdan beri büyüklerimizin dilinden “ana babaya öf bile denmeyecek” nasihatını işitirdik. Sonraları meâl okuduğumda da hep bu kısa mânâ üzerinden okuyup geçmiştim. Ama âyette “Eğer onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa onlara öf! bile deme” deniyordu. “Eğer senin yanında yaşlanırlarsa.” Bu ifâde ile, kendimce, yazının başında anlattığım hâtıra arasında bir bağ olduğunu düşündüm.

Evet anne ve babalar, evlâtlar için çok kıymetli ve hürmete çok lâyıklar. Hele ihtiyarladıklarında daha çok şefkate, merhamete muhtaçlar. Zaten onlara genel olarak öf! bile denmesinin men edilmesi evlâtlar için yeterince hassas ve de açıkçası zor bir sorumluluğa işâret ediyor. Bu böyleyken, yanımızda yaşlanmaları vurgusunun, bu hassasiyet ve sorumluluğu bir adım daha öteye taşıyan bir mâhiyet taşıdığını düşünüyorum.

Çünkü onların, özellikle de ihtiyarlıklarını bizimle aynı ortamda geçirmeleri, hem sürekli bir arada bulunmaktan, hem de ihtiyarlığın “meşakkat”lerinden kaynaklanan menfî ruh hallerine sebep olabilir. Ayrı ayrı yaşamaktaki, onların yaşlılıklarına ara ara muhatap olmaktaki sabır ve “tahammül” eşiği, bir arada yaşarken aynı seviyede olmayabilir. Hâl böyle olunca, belli bir noktadan sonra daha çabuk öfkelenen, kem söylemeye, kalp kırmaya daha meyyal olan bir ruh hâliyle imtihan olabiliriz, oluyoruz.

İşte belki Rabbimiz “eğer senin yanında yaşlanırlarsa” diyerek, bu ruh hâlini dahi o muhteremlere karşı nefsimize bir mazeret göstermemize razı olmuyor, onların kıymetlerini daha da yükseltip evlâtları ikâz ediyor.

Rabbim bizleri anasının babasının hayır duâsını alanlardan eylesin.

  17.12.2017

© 2021 karakalem.net, Oktay Gökkoca



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut