Birbirimizi Sevmedikçe

Oktay Gökkoca

İMAN ETMEDİKÇE cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de (kâmil mânâda) iman etmiş olmazsınız.

Çoğumuz duymuşuzdur bu hadisi. Hz. Peygamber aleyhissalatü vesselam bu hadisin ilk bölümünde cennete girmenin şartının iman etmek olduğunu söylüyor. Buraya kadar anlaşılmayan bir durum yok. İkinci bölümünde ise kâmil manada iman etmiş olmanın bir şartı olarak mü’minlerin birbirini sevmesi gerektiğini söylüyor. Mü’minlerin birbirini sevmesi gerektiği konusu da izahtan vârestedir. Ancak sevmeme durumu nasıl doğrudan iman etmekle ilişkilendirilebilir? Bir mü’minin başka bir mü’mini sevmemesi nasıl imanî bir zaafiyete işaret eder?

İlk duyduğum zamanlardan beri, bir mü’mini sevmemenin, altı şartı olduğunu bildiğim imanla doğrudan ilişkisini kuramamaktan dolayı zihnimde soru işareti olarak kalan bu hadis, bir Uhuvvet Risalesi okuması sırasında tekrar aklıma geldi.

Bediüzzaman da bu risalede mü’minler arasında kardeşliğin ve sevginin ne kadar önemli olduğunu vurgularken “tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister.” diyerek iman ve kalb/sevgi arasında doğrudan bir bağ kuruyor ve bu bağ zincirinin en kuvvetli halkaları olarak en başta esmâ-i İlâhiyeyi, Hz. Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı ilââhir zikrediyor.

“Meselâ, her ikinizin Hâlıkınız bir, Malikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir—bir, bir, bine kadar bir, bir.

Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir—bir, bir, yüze kadar bir, bir.”

Ve devamında mü’mine kin ve düşmanlık yapmış olmakla o zincirin halkalarının terazimizde ne derece “hafif” tartılmış olduğunu;

“Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları halde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü'mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i'tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.”

sözleriyle ifade ediyor.

Bu izahtan anladığım, aslında Allah’a, O’nun zâtını tavsif eden esmasına, Peygamberine –aleyhissalatü vesselam- ve imanın diğer şartlarına imanın kalbimizde hakiki olarak yerleşip yerleşmediği, onların hakikatine gerçekten muttali olup olmadığımız, mü’minlere karşı olan sevgimizle de sınanıyor.

Mü’minler olarak birbirimizi sevme noktasında yaşadığımız zaafiyet, iman ettik dediğimiz şeylere kâmil manada iman etmemiş olabileceğimize dair bir işâret görevi görüyor. Mü’minleri birbirine kardeş yapan imana rağmen, o kardeşliğe halel getiren duygulara mağlup olmak, o iman bağını zımnen küçümsemek mânâsına geliyor.

Ve Allahu âlem Hz. Peygamber aleyhissalatü vesselam, bu hadisteki iman-sevgi formülasyonu ile imanımızın sağlamasını yapmamızı istiyor.

Mü’minler arasındaki çeşitli ihtilafların bir rahmet vesilesi olmaktan çok bir nefret vesilesine dönüştürüldüğü zamanlara denk geliyor oluşumuz, bu hadisin işaret ettiği îkâza, yine Uhuvvet Risalesindeki şu şefkat çağrısına da kulak vererek daha bir dikkat kesilmemiz gerektiğini söylüyor bana.

Evet, mü'min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır.

  05.03.2017

© 2021 karakalem.net, Oktay Gökkoca



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut