Nefis Muhasebesi

Oktay Gökkoca

NEREDEYSE TAM bir yıl önce KPSS için çalıştığım tarih konulu hazırlık kitabında İstanbul’un fethinin sebep olduğu gelişmelerin anlatıldığı bölümde, fethin Avrupa’yı coğrafî keşiflere yönelttiği, fethin haçlı birliğine sebep olmaması için daha Fatih Sultan Mehmet zamanında Venediklilere ticarî imtiyazlar verildiği, coğrafi keşiflerin Osmanlı üzerindeki olumsuz etkilerini azaltmak için Kanunî’nin Fransızlara kapitülasyonları vermek zorunda kaldığı yazıyordu. Bunu okuduğumda şöyle yazmıştım bir yere. “Yükselişini başlatırken yıkılışını da başlatmış Osmanlı.”

Tarih biliminde akademik uzmanlığım ya da bu alana dair amatör düzeyde de olsa bir vukûfiyetim yok. Ama tarihin aşağı ya da yukarı yönlü kırılmalarının bir anda gerçekleşmediğini, bu kırılmaların sosyal, siyâsal vb. uzun süreçlerin sonunda oluştuğunu, daha önceki yukarı ya da aşağı yönlü her kırılmanın sonraki zamanlardaki bir başka kırılmanın tetikleyicisi olduğunu iddia edebilirim. Bu sadece devletlerin tarihi söz konusu olduğunda değil, bu hikmet dünyasında sebep sonuç zincirine bağlanmış her hâdisede ekseriyetle böyledir.

Fetö meselesine de bir sürecin sonucu olarak bakmanın daha doğru teşhisler koymamıza ve daha sağlıklı tedavi yöntemleri geliştirmemize fayda sağlayacağı, bu krizin bir fırsata dönüştürülmesi noktasında bize daha kalıcı katkılar sağlayacağı muhakkak. Ancak meselenin daha çok siyâsî yönünün öne çıktığı, 15 Temmuz’a kadarki sürecin daha çok siyâsî arka plânının konuşulduğu şu zaman diliminde meselenin yalnızca bu boyutu varmış gibi davranmak, bahsettiğim neticeyi bize vermeyeceği gibi, devam ediyor olan bazı derin problemlerimizin de görülememesine ve kimi çürümelerin devam etmesine yol açacaktır.

Hâdisenin siyâset dışındaki arka plânına bakmayı denediğimde benim şöyle bir süreç argümanım var. Cumhuriyet sonrası dönemde devlet eliyle dine yapılan müdâhale ve dindarlara yapılan muâmele, dinini/dindarlığını muhâfaza etmek isteyen insanları o hengâmenin içinde bir savunmaya ve içe kapanmaya itti. Bu savunma mecburen -tabir tam oturmuyor ama- yeraltında gerçekleşti. Büyüklerden her hamiyet sahibi dine hizmetin bir köşesinden tuttu. O zor şartlarda oluşan farklı dinî kümelenmeler, ister istemez kendi köşelerinde bu savunma ve muhâfaza işini devam ettirmenin yoluna baktılar.

Ancak zaman geçtikçe ve şartlar elverdiği halde bu kümelenmeler, birbiriyle kaynaşmaktan ziyâde, çekildikleri köşelerde etraflarına duvar örmeye başladıkları ve gittikçe bu duvarı yükselttikleri bir sürece girdiler. Her dinî kümelenme kendi duvarı içinde kendini ayrıştırdı. Bu şekilde kapalı devre yapılar oluştu. Nasıl oluştu bu kapalı devre? Her yapı diğerleriyle temas yüzeyini azalttıkça kendisine kudsiyet, seçilmişlik atfeden argümanlar üretti. (Seçilmişlik meselesini yalnızca Fetö yapılanmasına has zannetmek en hafif ifâdeyle saflık olur.) Bunu yaparken de çoğunlukla mevcut dinî metinleri kullandılar. Bu, içe kapanmayı hızlandırdı. Her içe kapanma merhalesi diğerleriyle temasa muhtâciyeti de azaltarak örülmüş duvarları daha da yükseltti. Bu bir kısır döngü şeklinde devam etti.

Her birinin kendisini kurtulmuşlardan ve kurtarıcılardan bildiği, diğerlerine ise kurtarılmayı bekleyen muhtaçlar nazarıyla baktığı – bu tabirlerime kızanlar olacak ama bence bilinçaltlarımızda durum böyle – bu aslında iyi niyetli ve hamiyetli yapılarla bugünlere kadar geldik.

Sözün burasında, geçen haftaki sene-i devriyesinde, yaptığı zulmü yeniden idrak ettiğimiz 28 Şubat’a dair bir âtıfda bulunmak istiyorum. Beşerin yaptığı esaslı zulümlerden biri olması bir yana, kendi bireysel gözlemlerimle 28 Şubat’a dair şunu söyleyebilirim. Aslında bu zulüm dindar insanlarda ve yapılarda yaptığı sarsıntıyla birlikte yukarıda bahsettiğim duvarların aşağı inmesine de katkıda bulundu. Duvarların yüksekliği azaldıkça insanlar, tabir yerindeyse kendileri dışında da müslümanlar olduğunu görmeye başladılar. Kapalı devrelerde sızıntılar arttı. Karşılıklı etkileşimler çoğaldı. Bu tarafıyla 28 Şubat’ta beşer zulmetti ama kader başka hayırlı bir yöne de yol açtı. Ama bu etkileşimin olması gereken noktaya geldiğini söyleyemem.

Tekrar asıl mevzûya döneyim ve soruyu kendim sorayım. Peki bu argümanın Fetö ile ya da 15 Temmuz’la ilgisi ne?

Âyet “Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emrederler, kötülükten sakındırırlar.” diyor. Hz. Peygamber aleyhisselâtü vesselâm da “Mü’min mü’minin aynasıdır.” diyor. Öyleyse mü’minler birbirlerini gözetmek, hataları, sapmaları konusunda birbirlerini îkaz etmek, diğerinin aynasında kendi noksanını görüp tekmil etmek durumundalar. Buna muhtaçlar.

Peki dinî yapılardaki insanlar bu şuurdan ya da bu sorumluluktan uzak mı? Elbette değil. Elbette her yapının içindeki insanlar birbirilerini gözetmede, birbirlerinin velisi olmaktalar. Ancak bu, genelde aynı asabiyetin içinde, daha çok da bireysel keyfiyetlerde söz konusu.

Ya dinî yapılar kollektif yanlışlarda, sapmalarda birbirlerini nasıl ikâz edecekler? Bu ancak dar bir anlama sıkıştırılmış “cemaat” olma şuuruyla değil cemaatini en geniş manasıyla ümmetin bütünü bilme şuuruyla mümkün. Her ekolün kendi kalesi içinde yaşayıp diğerleriyle gerektiği ölçüde ünsiyet kuramadığı bir iklim, diğerlerinin sapmalarına karşı gereken hassasiyeti gösterme refleksini de zayıflatır. Hasbelkader îkâza dönük belli desibelde sesler çıksa dahi, bu sesler îkaz edilenler tarafından varlıklarını yok/tahrip etmeye yönelmiş bir taarruz gibi algılanır. Neticede kollektif ölçekli emr-i bil maruf nehy-i anil münker vazifesi muattal ve sahipsiz kalmış olur.

Ve günün sonunda güzel bir ağabeyimin dediğinden mülhem, Fetö gibi bir canavarı biz doğurmayız ama biz büyütmüş olarak karşımızda buluruz.

Mü’minler olarak, mü’minlerin bir araya geldiği çatı yapılar olarak Fetö aynasında kendi birikmiş kusurlarımızı görüp bir iç muhasebeye yönelmez isek, müslümanlar adına tarihin son zamanlardaki bu en talihsiz hâdisesinden elimiz boş olarak döneriz. Bütün suçu dışarıda arayan böyle bir seçim, ayağımıza gelen bir fırsatı hebâ etmek anlamına gelir.

Bu yazı, bu iç muhasebeye dair detaylı bir öneri içermiyor. O belki başka yazıların konusu olabilir. Ancak başlangıç olarak Bediüzzaman’ın “Zaman cemaat zamanıdır” sözündeki cemaatin ne olduğunu yeniden düşünmeye başlayabiliriz.

  05.03.2017

© 2021 karakalem.net, Oktay Gökkoca



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut