BİR ZAMANLAR, kendilerine çiğköfte ve künefe hazırladığım misafirlerden övgü ala ala, kendimi bu işte bir otorite ve "fail" görmeye başladığımı fark etmiştim. Eh, ne de olsa ortada kaç çeşit baharatın ve malzemenin belli oranlarda ve belli bir sıralamayla bir araya getirilip usulünce yoğrulması, ya da künefenin hazırlanması aşamaları gibi onca emek ve ihtimam gerektiren zorlu bir başarı vardı. O halde ortaya çıkan lezzette o emeği ve ihtimamı gösterenin imzasının olması da gayet normaldi; bu işi başaran takdiri ve teşekkürü, hele övgüyü hak etmekteydi.
Ne var ki ilk bakışta doğru ve masum gözüken bu düşünce, konuyla ilgili okumaların da göstereceği üzere aslında büyük bir manevi tehlikeyi haber veriyordu. Durum ciddiydi! İnsanoğlunun kadim “benlik” davası bende bir kez daha hükmünü icra ediyor; içeride bir yerlerde asi kuvvetler ele geçirdikleri stratejik bir tepede daha bayrak açmaya başlıyordu.. Zira “ben” denilen şey, daha doğrusu “ene”, bizim için insanî ve imanî olgunluğun bir kilit taşı ve pek önemli bir basamağı olabilirken; aynı zamanda kendisine yönelik talim ve terbiyeden nasipsizliğimiz oranında çok çabuk aldanabilen bir yönümüz haline de dönüşebilmekteydi!
Nitekim bu ikinci vaziyette ene bulduğu en ufak açıktan bile kendine pay ve rütbeler biçebilir ve fail-i hakiki Rabb’ül-âlemin iken, kendisine çizilen farazî kudreti asıl ve hakiki görüp kendince tekebbüre, büyüklenmeye kolayca düşebilirdi. Oysa elinde bulunan iktidarı ve kudreti kendisine Cenâb-ı Hakk’ın kudretiyle kıyas ederek O’nun rububiyetini takdir ve tasdik etmesi için verilmişti öncelikle, daha doğrusu emanet edilmişti. Kişi, işte bunu anlayabildiği takdirde kudretinin Kudret-i Ezeliye’ye nispeten tamamen farazî ve yok hükmünde bir ‘kudretten’ ibaret olduğunu görecek ve aslî vazifesi olan Rabbini tanıyabilme (Maarifetullah) saadetinde bu vesileyle de mesafe kat edebilecekti.
Ama “ene” bu hakikati çoğu kez bilemeyebiliyor, bilse de unutabiliyor, unutmasa bile her zaman göremeyebiliyordu…
İşte o günden sonra bu manaları her hatırladığımda, köften güzel olmuş diyenlere "oldurulmuş", kadayıf iyi tutmuş diyenlere “iyi tutturulmuş” diye karşılık vermem gerektiğini hissetmeye başladım. Dahası, bu ‘küçük ayrıntıyı’ dile getiremediğimde o an resmen bir haller oluyor, o nimetlerin lezzeti adeta uçup gidiyordu soframızdan. Lakin bu küçük gözüken ayrıntının ne kadar ince ve önemli bir hakikati barındırdığını hatırlayıp da kısa izahlarla dahi olsa bunu birbirimize hatırlattığımızda ise, o lezzetlere manevi lezzetlerin de eklendiğini illa da sohbet konularımızın o andan sonra hayır dolu mecralara dönmesinden anlayabiliyorduk çok şükür.
İşte sözü tam da burada, nice zamandır şahit olduğum bir akıl tutulmasına getirmek istiyorum. Kimisinin aklı tutulmasıyla, kimisinin yetersiz bilgiyle, kimisinin ise düpedüz kasıt ve iftira ile tekrar ettikleri bir meseleye yani..
Şöyle ki, sadece kendi yakın çevremden ve sadece çiğköfte, kadayıf vb. gibi (ömrü pek kısa) konularda aldığım küçük övgülerde bile kendi dünyamda ene ile ilgili izah ve hatırlatmalara ihtiyacı çok yakından hissettim, hissetmekteyim. Hal böyleyken, kaleme aldığı eserleri nice sînede tedavilere vesile olarak övgüler alan S.Nursi’nin bu iman dersleri hakkında “yazdım” değil de “yazdırıldı” demesini, şahsen dünyanın belki de en gerekli kısa izahlarından ve “dikkat çekmelerinden” biri olarak gördüm, görüyorum.
Daha da önemlisi bu ifadenin, hayırda ve güzellikte nefsin sürekli kendine pay vermesi tehlikesine karşı bize öncelikle: “Sana iyilikten her ne gelirse Allah’tandır” veya “(oku) attığın zaman sen atmadın, lakin Allah attı” gibi ayet-i kerimlerin verdiği dersleri hayata nasıl aktarabileceğimize dair, tam da içimizden bir örneklik olduğunu düşünüyorum.
Ve bir de, “yaptım, ettim, başardım, kazandım” gibi ifadeleri her an kendilerini gaflete düşürecek ölçüde kullandıklarına bakmadan, S. Nursi’nin bu hakikat yüklü incelikli ifadesini vicdan ve izan fukarası iftiralarına katık edenlere ise kızmaktan çok, pek muhtaç olduğumuz böylesi mühim bir dersi kaçırdıkları için bir mümin olarak gerçekten üzülüyorum.
Hele bu iftira ve izansızlıklarını ene ile ilgili yüksek hakikatleri ders veren çok önemli ve yetkin bir eser olan “Ene ve zerre Risalesi” müellifine karşı yürütmeleri ise, tam anlamıyla ayrı bir ‘güler misin ağlar mısın?!’ nedeni…
Demem o ki, “fenalığı kendimizden, iyiliği Rabbimizden bilmemiz gerekliliği” çok sık unuttuğumuz Kur’ânî derslerden birisi durumunda ne yazık ki.. Zira nail olduğumuz hayır ve güzelliklerde “haza min fadli Rabbî” deyip o geleni Rabbimizin fazl-ı kereminden bilme selameti varken, maazallah “Ben başardım, ben kazandım” demek, bizi Karun misal felakete sürükleyebilir.
Oysa telifine nail olduğu değerli eserler için “yazdım” değil de “yazdırıldı” demekle bize bu hakikati hatırlatan S. Nursi, bir başka önemli telifi olan “Kader Risalesi” girişinde bu konu hakkında şu hatırlatmayı da yapmış:
“mü’min herşeyi, hattâ fiilini, nefsini Cenab-ı Hakk’a vere vere, tâ nihayette teklif ve mes’uliyetten kurtulmamak için “Cüz’-i ihtiyarî” önüne çıkıyor. Ona “Mes’ul ve mükellefsin” der. Sonra, ondan sudûr eden iyilikler ve kemalât ile mağrur olmamak için, “Kader” karşısına geliyor. Der: “Haddini bil, yapan sen değilsin.” |
O halde haddimizi bilelim ne olur. Hem esasında Rabbimize ait olan iyilik ve güzellikleri kendi üzerimize almaya yeltenirken, hem de bir âlime tam da hassası olduğu ve de hayatı ve eserleriyle dersini verdiği inceliklerin aksiyle iftira atmaya kalkışırken…
© 2021 karakalem.net, Mustafa H. Kurt