İNSANOĞLU DİĞER pek çok özelliği yanında, kâinatta an be an sergilenen “sebep-sonuç bağı” gerçekliğine muhatap yeteneklerle de yaratılmış bir eserdir. Ve bu yetenekleri dolayısıyla kendisinden beklenen şey ise, “hiç bir fiilin sebepsiz, işleyensiz, failsiz olamayacağı” şeklinde özetlenebilecek bazı hakikatleri ‘okuyarak’, kâinatın Hâkim’ini, Hâlık’ını tanıması ve O’na iman ve itaat etmesidir tam olarak.
Ne var ki, “bir harfin dahi kâtipsiz-yazansız olamayacağı” gerçeğini sorgulanamaz bir hakikat olarak makul gören insan şuuru, sıra sonsuz ciltlere sahip bir şahesere (kâinata) geldiğinde ise, kimi zaman böyle bir eserin ‘Kâtibinden’ gaflete düşebilmektedir ne yazık ki.
Hatta gafletten de öte, sonsuz ciltlere sahip bu eseri her daim gördüğü/bildiği halde, bu eserin Kâtibini –aynı zamanda en derin bir çelişkiye de imza atmış olarak- inkar edebilmektedir de!.
İşte bu haliyle de aynı insan, beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla hiçbir şeyde hakiki nezafetsizlik ve çirkinliğin görünmediği (1) şu kâinattaki galaksiler arası düzen ve bağlılıktan tutun da, zerrelerin birbirleriyle gösterdikleri o muazzam uyuma dek uzanan geniş bir düzlemi inkâr etmiş ve yeri-göğü kaplayan o muhteşem düzeni fâilsiz, sebepsiz addetmiş de olmaktadır.
Oysa inkârcıların düştükleri bu “şuursuzluk” hatası, dikkatleri tam da göklerdeki ve kâinattaki düzenliliğe yönlendiren şu Âyet-i Kerîme’deki davetin işaret ettiği üzere, tamamen aciz bir halin ifadesidir hakikatte: