“Önce ‘özgürleşmek’, sonra ittihad” fikrine dair

Mustafa H. Kurt

KLASİK İSLAM coğrafyasının son asırlarda yaşadığı büyük çalkantı ve yıkımlara karşı öne sürülen en önemli kurtuluş reçetelerinden biri de, “İttihad-ı İslam idealidir” kuşkusuz. Özellikle gayr-i müslim unsurların On dokuzuncu yüzyıl boyunca devam eden kopuşlarının “Osmanlılığa” yaşattığı travma sonrasında, mevcut devleti ayakta tutmak üst gayesiyle içeride yeni uluslaşma hareketlerine, dışarıda ise Batılı emperyal tehlikeye karşı Müslüman dayanışmasını öngören bir “Müslüman ulusu” kurma projesidir ‘İttihad-ı İslam projesi’.

Daha doğrusu, İttihad-ı İslam’ın siyasî (İslamcılık) ve ‘dönemsel bir proje’ kalıplarındaki tarifidir bu!..

Halbuki ne dağılma sürecine girilmesi nedeniyle Hilafet’in siyasal etkinliğini arttırma çabaları, ne de İttihad-ı İslam’ın aynı dönemdeki yüksek perdeli telaffuzu; söz konusu ittihad idealini modern fikir akımlarından veya siyasal projelerden biri kalıbına sığdırmaya delil teşkil edemez.

Orada söz konusu olan, nicedir ihmal edilmiş kudsî bir bağın yeniden ihyası, bir “öze dönüş çağrısıdır” zira.. Dinin kudsî kaynaklarında ve en temel metinlerinde yer almasına rağmen, gereklerinden sapılmış bulunulan “mümin kardeşliğine” (1) ve “mümin dayanışmasına” (2); tabir-i diğerle, ümmeti yeniden ayağa kaldıracak stratejiye, ruha, heyecana bir dönüş davetiyesidir veya.. Hatta, ‘ideolojilere ve modern siyasal projelere’ yetişememiş Yavuz’u “kuşe-i kabrinde bî-karar eyleyecek” derecede köklü bir gelenekle kaim bir reçetenin adıdır da o..

Bununla birlikte, nâsa dayalı açık hükmü ve siyasal mazideki kadîm örnekleri de atlanarak İttihad-ı Ümmet’i milliyetçilikler çağının bir ‘Müslüman ulusu oluşturma projesi’ olarak görmedeki diğer bazı fikrî açmazlara da sözü getirmek istiyorum.

Öncelikle, böyle bir anlamlandırmanın tam da ulusalcı bir hâl-i âlem okuyuşunun habercisi olabileceği izahtan beridir sanırım.. Dahası, nicedir dillendirildiği üzere ‘ittihadın ancak kendi kendilerine yeten özgürleşmiş öznelerle kurulabileceği’ iddiası ise, denilebilir ki, gerçeklikle mesafeli bir ön kabulden ibarettir!. Zira yeni bir “etnik ulus inşasını” söz konusu “dindaş ulus projesinin” bir gereği olarak gören bu fikirdeki ‘tutarlılığı ve isabeti’; örneğin etnik hüviyetiyle ‘uluslaşmış-özgürleşmiş’ halkların bir ulus kalıbına indirgenmiş olan üst yapılar bünyesindeki birlikte yaşama tecrübelerine dair acı geçmişte görmek mümkündür pekâlâ.

Üstelik bu “önce özgürleşmek, sonra ittihad” anlayışı teoride “gecikmiş uluslaşma süreçlerinin” tamamlanmasını, pratikte ise bunu “uluslaşma süreçlerini tamamlamış diğer yapılara” karşı gerçekleştirmeyi zorunlu kılmıştır/kılacaktır açık ifadesiyle.

Bu gerçeklikler ortada dururken, milliyetçilikle doyasıya bilenmiş yapılara karşı tam da bu özelliklerini köpürtecek bir başka milliyetçilikle etnik bağımsızlık mücadelesi vermek.. Hele bunun nice acılara ve yaralara neden olarak ittihada değil de en çok tefrikaya ve kaosa sebebiyet vereceğini (en azından o meşhur ‘reel politik gerçeklikler’ açısından dahi olsa) ‘ön görememek’.. Dahası, ‘etnik ve ulusal bilinçle özgürleşmiş’ bireylerin İttihad-ı İslam’a bakışlarının örneğin Kürt cenahında bir ‘Truva atı’ veya ‘silikleşme tehlikesi’, Türk cenahında ise bir ‘ulusal tahakküm aracı’ ya da ‘millet bilincinden sapma’ şekillerinde olduğunu es geçmek.. Sizi bilmem ama, bunlar bana göre hayrın değil, şerrin ve asabiyetin hanesine puan yazdırmaktır sadece!.

İşte, nicedir dillendirilen (ve özleri itibariyle İttihad-ı İslam’a karşı veya mesafeli olan çevrelerin de pek desteklediği) bu fikre karşı görüşüm ve bunun bazı gerekçeleri kısaca şöyledir vesselam:

İslam birliği için önce tüm Müslüman halkların, (özelde de Kürtlerin) 'özgürleşmelerini' istemek, bir “ulusalcılık ısrarı ve pozisyonudur” en çok da.

Çünkü,

–Çünkü denilebilir ki, kimi zaman Bediüzzaman ile (hem de: “Bu zamanın en büyük bir farz vazifesi ittihad-ı İslamdır” (3) sözü pek meşhur olan Bediüzzaman ile) 'refere edilmeye çalışılan' bu 'uluslaşma-özgürleşme' fikrine bizzat Bediüzzaman'ın bakış açısı, bu gibi hareketleri "tavaif-i mülûk temelleri atmak" ve "on üç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i cahiliyeyi ihya ile fitne ikaz olunması" (4) olarak görmek şeklindedir.

–Çünkü O’nun, İslam Coğrafyasının yüz yüze geldiği uluslar, halklar, kavimler vs. şeklindeki büyük bölünme tehlikesine karşı 1911’de sunduğu reçetelerden biri, aşikar ifadelerle tam da şu şekildedir: "Milletimiz de yalnız İslâmiyet'tir. Zira Arab, Türk, Kürd, Arnavut, Çerkez ve Lazların en kuvvetli ve hakikatli revabıt ve milliyetleri, İslâmiyet'ten başka bir şey değildir." (5).

–Çünkü O’nun söz konusu parçalanmaya karşı öncelikle Arap taifeleri özelinde örnek gösterdiği ve içinde her milletin, halkın, taifenin, kavmin, şu'benin vs.nin kendini ifade imkanı bulacağı "cemâhir-i müttefika-i amerika gibi.." modelindeki öncelikli muhatap, ümmetin tüm etnisitelerinden ve "küçük taifelerinden" ziyade, "o taifelerin menfaatını ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyelerini kendilerine bağlı" gördüğü "büyük, muazzam taife olan Arab" ve "Türk gibi hâkim" kavimler midir, değil midir, metin meydandadır. (6)

–Çünkü hal-i hazırdaki ulus-devletler eliyle bunca zaman ulusalcılığı tadarak 'özgürleşmiş' olan zihinler, ittihadı hiç isterler mi veya istiyorlar mı, vaziyet yaygın örnekleriyle bellidir.

–Çünkü ümmet içerisindeki zihinsel ve fizikî bölünmüşlüğün sembolü malum millî-ulus devletlerin sayısını daha da arttırmaya çalışmak ve sırf bu uğurda belki kıyamete dek sürecek kardeş husumetine sebep olmak yerine; o yapıları da dönüştürmek suretiyle, "ulusların olabilmiş" ve ittihad-ı İslam yolunu açmış bir yapıya çalışmak evlâ değil midir?

–Çünkü, ulus-devletin ve gereklerinin özellikle de demografik yönden zengin coğrafyalarda nasıl bir yanlışa karşılık geldiğini belki de en iyi bilebilecek olan Kürtlerin ve benzer halkların, aynı yanlışa bu kez kendi elleriyle alet olmaya can atmaları da, böylesi bir ateşe odun taşımak da, ‘milliyetin mabud ittihaz’ edilmesi tehlikesini akıllara getirmektedir.

–Çünkü aynı dil, aynı din, aynı kültür, aynı iklim, aynı tarih gibi, “millet olmanın tüm şartlarına fazlasıyla haiz olan” Araplara ait yirmi küsur ‘kendini özgürleştirmiş’ ayrı devletin bile, aynı Arapların bugün içinde bulundukları fikrî veya maddî felaketteki aslî payları fark edilebiliyor mu acaba?

–Çünkü, örneğin “Türklerin var, bizim neden olmasın?,” ayartmacılığına sığınmak suretiyle ve Türkiye’yi tam anlamıyla Kürtlerin de devleti yapma uğraşısı/hamiyeti yerine “Biji azadiya Kürdistan!” ısrarında bulunmak, bunu yapan seküler olsun-dindar olsun hiç fark etmez, nerden bakılsa milliyetçi bir pozisyondur!.

–(Ve daha sayılabilecek diğer pek çok "çünkü"...).


1)Hucurât Sûresi 49/10.

2)“Müminin mümine dayanışması, tuğlaları birbirine bağlanıp da kuvvetlenen bir bina gibidir” Buharî, Zulümler Bl. Hadis no:7.

3)Divan-ı Harb-i Örfî, s.59.

4)Hutbe-yi Şâmiye, s.93.

5)aynı yer.

6)Tarihçe-i Hayat, s.98.

  29.06.2015

© 2021 karakalem.net, Mustafa H. Kurt



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut