Unutkanlığın böylesi!

Mustafa H. Kurt

İNSANOĞLUNUN KAVRADIĞINI düşündüğü hayat derslerine ne zorlu süreçlerle ulaştığını unutması gibi bir zayıflığı da vardır her nedense.

Ve dolayısıyla, o derslerin zamanla herkesçe de idrak edilmiş olduklarını sanması bir de..

İşte bundan olsa gerek, hakikatle bağını kurabildiğimiz en mühim “kendi sonuç cümlelerimizi” bile, onları netice veren “ön cümlelerinden” kopararak sunma unutkanlığına imza atarız zaman zaman.

Bununla da yetinmez, o meşhur “giriş ve gelişme” safhalarından ayırdığımız “sonuç” cümlelerimiz neden itibar görmüyorlar diye gönül koyarız bir de.

Oysa ulaşılmış en küçük bir hayat dersinin veya en 'önemsiz' bir bilinç düzeyinin dahi mutlaka bir emekle, yaşanmışlıkla ve bir ihsan-ı İlahî olarak elde edilebildiğini, en çok da kendi sonuç cümlelerini kurabilmişlerin bilmesi gerekmez mi şu hayatta?.

Çünkü tam da bu gerçeğin unutulmasındandır ki, bize göre en rafine sonuç cümlelerimiz bile -hak ettikleri kıymet bir yana-, tam bir aks'ül-amelle karşılık bulurlar çoğu zaman.

Somut örnek mi?

O kadar çok ki!.

Mesela siz kendi sosyal yaşantılarınız ve fikrî tecrübelerinizle kesinkes anlamışsınızdır ki, bir insanın ırkıyla arasındaki ilk ve en yakın bağ, kendi anne ve babasıdır; dolayısıyla, kişilik sahibi her insan da kendi ırkına yapılacak hakarete en başta anne-babasının hakkı ve izzeti adına karşı çıkacaktır. Ne var ki, sizin “sadece sonuç cümleleriyle konuşulmamalı!” şeklindeki hayat dersini almış olmanız, günün birinde öylesi bir hakarete maruz kaldığınızda bu dersi hep hatırda tutacağınızı göstermemektedir ne yazık ki. Söz gelimi, böyle bir anda o hakaretin yol verdiği öfke nöbetine siz de yenilebilir ve zihninizdeki o dersin “nesep-ebeveyn-birey bağıntısı” diye tarif edilebilecek mezkur “sebebini” bir çırpıda atlayabilirsiniz. Ve bunun sonucunda da, o tahkir ifadelerinin "kendi anne-babanızı" da kapsar bir hakaret olduğu “sonucunu” direkt ifade etmiş olursunuz kendi veçhenizden muhatabınıza.

Yani sonuç cümlelerinizdeki o arka plan sanki umumun da malumuymuş gibi hareket edersiniz pek gafilane bir vaziyetle.. O müzmin hataya siz de düşerek, gayet önemsediğiniz bir hakikati/ayrıntıyı ‘herkesin de bildiği ve kabul ettiği’ bir hakikat saymış olursunuz pek yanlış bir muhakemeyle.

Ne var ki muhataplarınız sizin bu düşüncenizden -haklı olarak- habersiz olduklarından, "(ırk) ismini de zikrederek söylediğin bu sözler anneme-babama hakarettir en başta!" şeklindeki tepkinizi: "ne anne-babası, haşa, böyle bir şey denildi mi hiç?" yollu bir kızgınlıkla karşılayarak, peşinden sizi "iftiracılıkla" dahi suçlama hakkı elde etmiş olurlar zahirî veçheyle hükme ram olarak.

Hatta kişinin "anne-babasıyla" özdeşleştirerek ırkını tüm ideolojik şartlanmalardan uzak bir şekilde sadece anne-babasının hatırı adına savunması, o müzmin hatasının da yardımıyla milliyetçilik ve hatta ırkçılık olarak yaftalanmış da olur böylelikle.

Dolayısıyla bir kez daha "ön cümlelerinden koparılmış haklı bir sonuç cümlesi" hak ettiği o normal karşılıkla, yani "haksız bir cümle" damgasıyla muamele görmüş olur işin sonunda.

Devamında ise hata hatayı doğurur, kalpler kırılır, gadap ipi ele alır, hukuklar tahrip edilir. Ve nefis, hatasını tevil için bin dereden suya koşmuş olur insafsızca..

Vaziyet böyledir işte!.

Başka örnek mi?

Unutkanlığın söz konusu çeşidini ifşa için –pek çok mümine tanıdık gelecek- bir hatayı, “genellemecilik belasını” da sayabiliriz mesela.

Söz gelimi, genellemeci ifade ve görüşlerin bir anlamının da “küll içinde cüz'ün” veya genel içinde özelin hukukunu hiçe saymak olduğunu; dolayısıyla, o ifadeleri kullandığınız takdirde “haklarına girdiğiniz fertler sayısınca” vebali netice verecek bir belayla da hemhal olacağınızı, siz hayatın o hayatî dersleri vesilesiyle anlamışsınızdır Rabbinize hamd ederek.

Ama o belalı unutkanlık başınızdadır yine de.

Zira bir sahne sonrasında, genellemeciliğin sakıncası hakkında herkesin hemfikir ol(a)madığı gerçeğiyle yüzleşme hüznü bir yandan, ya da bu sakıncayı namüsait bir zaman ve zeminde (hem de enaniyetlere dokunarak) izah etme belağatsızlığınızın/iz’ansızlığınızın pişmanlığı bir diğer yandan; ifade-i meram çabanız (sizin de ‘himmetinizle’) inkıta’-i selam ile karşılık bulmuş olur bir kez daha..

Bir başka örnek daha mı?

Bir diğer gün, çok daha tanıdık bir dejavudasınızdır yine.

Örneğin kendi kavminin sahip olduğu güzellikleri ve hakları diğer mümin kavimler için de isteyebilmeyi; veya diğer mümin kavimlerin sahip oldukları güzellikleri ve hakları kendi kavmi için de istemiş olmayı (yine aynı müzmin zafiyetiniz nedeniyle) insanî, İslamî ve vicdanî olmanın normal işaretlerinden, hem de müminlerin üzerine hemfikir oldukları ‘sıradan’ gereklerinden sayarsınız siz.

Oysa memleketin reel gerçekleri bambaşkadır işte (!). Süfyanizm mağduru her kesim gibi ehl-i iman için de bir baskı aracı haline getirilmiş olan ‘ülkemizin kendine has şartları’ hükm-ü zalimanesi; bırakın adaletin, hakkaniyetin, vicdanın veya digerkâmlığın gereklerini, “Kendi nefsi için istediğini mümin kardeşi için de istemeyen (kâmil) mümin olamaz.” (*) fermanıyla işaret buyrulan en temel bir “iman gereğini” dahi o zalimane hüküm ve alışkanlıklarla gölgelemiş olur ne yazık ki.

Ve böylelikle siz de kalıverirsiniz ‘kavmiyetçiliğiniz’, ‘hadsizliğiniz’, ‘vefasızlığınız’ vs. ile bir yanda ne yazık ki..

Nihayette ise en çok da o malum unutkanlığın katkısıyla, hakikat gülünün serpilmesi bir başka bahara, belki ta ötelerdeki bahara kalmış olur bir kez daha..

. .

Demem o ki, sonuç cümlelerini kendilerini netice veren ön cümlelerinden kopararak muhataba sunmak, vusule usul ile ulaşılabileceği kaidesince “usulsüzlük”, dolayısıyla (g)özlenen vusule karşı da bir “şuursuzluktur” vesselam.




* Buharî, İman, 6; Müslim, İman, 71; Nesaî, İman ve Özellikleri, 19.Bl. Hadis no: 4930.

  06.06.2015

© 2021 karakalem.net, Mustafa H. Kurt



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut