Gözardı ettiğimiz ihtilalci

MÜMKÜN OLSA ve elimden gelse, Muhakemat’ın “Yedinci Mukaddeme”sini ulaşabildiğim her yere ulaştırmak ve müzakereye açmak isterdim.

Mümkün olan, ulaşabildiğim her yerde…

Meselâ bütün medreselerde, dergâhlarda, okullarda, yurtlarda, fakülte anfilerinde, bilhassa ilahiyat fakültelerinde, Meclis kürsüsünde, eş-dost-akraba sohbetlerinde, kahvehanelerde, insanların biraraya geldiği her yerde…

Ve elbette Risale-i Nur dersi için buluşulan mekânlarda…

Bu bahis, Rahmân sûresi başta olmak üzere, bütün sûreleriyle kâinatın ve içindeki herşeyin bir ölçü ve denge içinde yaratıldığını, insana düşen bir görevin de bu ölçüyü riayet edip dengeyi bozmamak olduğunu bize hatırlatan Kur’ân’a rağmen hayatlarımıza ârız olan ölçüsüzlük ve dengesizliklerin en büyük sebeplerinden birini teşhis ve tedaviye adanmıştır zira.

‘Mübalağa’dır bu sebebin adı.

Bediüzzaman’ın Muhakemat’ının “Yedinci Mukaddeme”sinin daha ilk cümlesinde iki kelimelik veciz bir cümleyle dikkat çektiği üzere, “Mübalağa ihtilalcidir” çünkü.

Mübalağa ihtilalcidir; çünkü, herşeyi olduğu haliyle değerlendirmeme, olmayanı da ona yakıştırma, abartma derken, her bir şeyin kendi kıvamını bozduğu gibi, herşeyin herşeyle irtibatlı olduğu şu kâinatta hayatın ve hakikatin toplam dengesini de bozar.

Ama mübalağacı, abartırken, olanı olduğundan farklı gösterirken, olmayanı da ona yakıştırırken, sözümona o şeye ve onun muhataplarına iyilik ettiği zannındadır. Üstüne ekleyerek, ‘neyse o’ olarak sunmakla yetinmeyip abartarak, hayali hakikate karıştırır, olanı olduğu gibi görülmez hale getirir. Ama kendince mazurdur bütün bu abartıyı gerçekleştiren. Dikkat çekme çabasındadır, o şeyin kıymeti görülsün arzusundadır, gözden kaçmasın ve hakikati bilinsin derdindedir. Halbuki der Bediüzzaman, “telezzüz ettiği şeyde meylü’t-tezeyyüd ve vasfettiği şeyde meylü’l-mücazefe ve hikâye ettiği şeyde meylü’l-mübalâğa ile,” yani hoşuna giden şeyde arttırma yoluna giderek, nitelediği şeyde iyi tarafları gösterip eksik tarafları gizleyerek yahut anlattığı şeyde abartı yoluna giderek, iyi birşey yapmış olmaz; olanı olduğundan farklı göstermek, bir ‘seciye-i seyyie’dir ve bu kötü ahlâk ve davranış özelliği ile iyilik olmaz, böyle bir ahlâkla beğendiği veya vasfettiği veya hikâye ettiği şeyde abartıya gitmek, iyilik ediyorum zannederken ‘fenalık etmek’ demektir.

Bu, herkese kötülük etmek demektir, muhatapları yanıltmak ve aldatmak demektir; ama kişi burada asıl kötülüğü beğendiği, nitelediği, anlattığı şeye etmektedir. Çünkü bir şeye revaç vermek için onu olduğundan farklı ve yüksek göstermek, olduğundan büyük göstermek, onda olmayanı da ona yakıştırarak anlatmak ihtiyacı hissediyorsa, kişi o şeyi aslında olduğu haliyle yeterince ‘değerli’ ve ‘güzel’ göremiyor demektir. Dolayısıyla, kişi abartarak o şeyi güya över, yüceltir, göklere yükseltirken; aslında olduğu haliyle yetersiz, eksik, zayıf, küçük ve ayıplı gördüğünü ihsas ve ima etmektedir. Bu kişinin “tezyidinden noksan, ıslahından fesat, medhinden zemm, tahsinin kubh tevellüd eder.” Çünkü herşey bir muvazene, denge, uyum, ölçü ve bütünlük içinde kıymetlidir; güzellik, son tahlilde bir uyum, ölçü, orantı, bütünlük ve denge meselesidir. Gelin görün ki, meselâ başarılı bulduğu bir ilacı başarısı tescil olunsun diye belirli dozda kullanmak yerine, dozunu aşarak kullanmak veya kullandırmak, bir an önce şifa bulmayı sağlamaz da, iyileşecek hastayı başka marazlara duçar eder, hatta iyice abartmışsa bir an önce iyileştireceğim derken hastanın ölümüne dahi sebep olabilir.

Maddî ilaçlar ve kişinin beden sağlığı açısından geçerli olan bu durum, manevî ilaçlar ve kişinin akıl ve ruh sağlığı açısından da geçerlidir. Hak ve hakikat, abartıya muhtaç değildir. Lâkin kimileri vardır ki, insanları aklen ve kalben hakikate sevketmek; olması gereken şeye yönlendirip sakınılması şeyden uzaklaştırmak için muvazenesiz sözler, kıyaslar, benzetmeler, örneklemeler, karşılaştırmalar yapar. Böyle ayarsız benzetmeler ile güya birşeyin kıymetini göstereceğim derken, önem derecesi daha yüksek olan başka birşeyi kıymetten düşürdüğünün ise farkına varmaz. Meselâ, “hiçbir vakit hak ona muhtaç olmayan mübalâğalı tergib ve terhib ile, gıybeti katle müsavi; veya ayakta bevletmek, zina derecesinde göstermek; veya bir dirhemi tasadduk etmek, hacca mukabil tutmak gibi muvazenesiz sözler, katl ve zinayı tahfif ve haccın kıymetini tenzil ediyorlar.” Yahut, meselâ şakk-ı kamer, yani Resûlullah aleyhissalâtüu vesselamın parmağının işaretiyle ayın ikiye yarılması mucizesini “bu şekilde ay sağdan ve soldan iki parça olarak yere kadar inmiş ve Peygamberin cebine girmiş” diye bir ilaveyle anlatan kişi, olan mucizeyi daha da büyük bir mucize olarak algılamayı sağlamaz, bilakis bir büyük mucizeyi kıymetten düşürür, karikatür seviyesine indirmiş olur, inkârı için bahaneler üretilmesine seebiyet verir. Bediüzzaman’ın bu noktada muhtemelen şahit de olduğu yaşanmış bir örneklik üzerinden konuştuğunu ifadesiyle: “Meselâ, inşikak-ı kamer olan mu’cize-i mütevatire-i bâhireyi, meylü’l-mücazefe ile, ‘arza nüzul ile Peygamberin cebine girip çıkmış’ olan ilâve, o güneş-misal mu’cizeyi Süha yıldızı gibi, mahfî ve kamer-misâl olan burhan-ı nübüvveti münhasif ettiği gibi münkirlerinin bahanelerine kapılar açtı.”

Dolayısıyla, dini anlatan, insanların hakikate dikkatlerini çekmek isteyen kişi; özellikle de bunu yaparken avâm-havas herkesi muhatap alan vaizler (buna bugünün televizyon vaizleri ile youtuber vs. vaizleri de dahil etmek bilhassa gerekir), “hem hakîm, hem muhakemeli olmalıdır. Evet, muvazenesiz vâizler, çok hakaik-i neyyire-i diniyenin husufuna sebep olmuşlardır.” Yani güya insanlarda dine merak uyandırmak ve hakikate rağbet kazandırmak veyahut insanları hayırlı işlere sevkedip haramlardan uzak tutmak gayretiyle hikmetsiz, muhakemesiz ve mizansız sözler söylemekten uzak durmalıdırlar; aksi halde, muvazenesiz, muhakemesiz ve mizansız sözleriyle, dinin parlak, nurlu, aydınlık nice hakikatinin görülmesine değil, görmezden gelinmesine ve kıymetinin örtülmesine sebebiyet verilmektedir.

Sözün kısası, dini seven ve hakikate âşık olan herkese düşen basit bir görev vardır: herşeyi olduğu gibi görmek, göstermek, abartmamak…

“Hasıl-ı kelâm, her muhibb-i dine ve âşık-ı hakikate lâzımdır: Herşeyin kıymetine kanaat etmek ve mücazefe ve tecavüz etmemektir. Zira, mücazefe, kudrete iftiradır. Ve ‘Daire-i imkânda daha ahsen yoktur’ olan sözü İmam-ı Gazalî’ye dediren hilkatteki kemâl ve hüsne adem-i kanaattir ve istihfaf demektir.”

Velhasıl, birşeyin kıymetini gerçekten bildiğimizin göstergesi, onu olduğu haliyle yeterince kıymetli görebilmektedir. Olduğu haliyle kıymetine kanaat etmeyip abartmak, aşırı değerlendirmelere girmek ve hadden aşmak; güya bu şekilde ‘kıymetlendirdiğimizi’ düşündüğümüz şeyi gerçekte olduğu haliyle kıymetini göremediğimizin nişanesidir. Dahası bu, Allah’ın kudretine iftira niteliğindedir. Çünkü bu, yarattığın şey veya emrettiğin şey, yaratıldığı veya emredildiği haliyle yeterince kıymetli gözükmüyor, bak ben işe müdahale edip üstüne birşey eklemek ve söylemek durumunda kaldım mânâsını içerir. Halbuki İmam Gazalî’ye “Leyse fi’l-imkâni ebdeu mimmâ kâne,” yani Bediüzzaman’ın tercümesiyle “Daire-i imkânda daha ahsen yoktur” dedirten sır, bu veciz sözüyle İmam Gazalî’nin beliğ surette dikkat çektiği üzere, herşeyin olduğu haliyle en güzel ve en mükemmel şekilde yaratıldığı gerçeğidir. Halbuki olanla yetinmeyip üstüne ekleyen kişi, Gazalî’nin bakışının aksine, yaratılıştaki, herşeyin ‘olduğu hal’deki mükemmellik ve güzelliği göremiyor ve görse de bununla yetinmiyor, bilakis bunu yetersiz görüyor demektir.

Bediüzzaman, ilgili bahsin devamında, elmas, altın, gümüş, bakır, demir hepsinin ayrı ayrı kıymeti ve işlevi varsa, dinin maksatları ve hükümleri arasında da böyle dereceler olduğunu dikkat çeker. Ve nasıl ticarette bir bakır veya demir para ödeme gerektiren bir şey için bir elmas veya altın veren kişi için kendi başına ticaret yapma ehliyeti olmadığına hükmediliyorsa, farzlarla müstehapları veya mekruhlarla haramları karıştıran, hele ki haramları helâl, helâlleri haram eden; veyahut içtihadî meseleleri dinin zarurâtından bilen veyahut dinin olmazsa olmaz esaslarını nazarî bir nitelikte değerlendiren, bütün bu hataları işleyen kişilerin de maneviyat alanında söz söyleme, yorum yapma, hüküm verme ehliyetine sahip olmadığını gösterdiğine dikkat çeker. Böyleleri, irili-ufaklı her bir parçası olduğu haliyle bir bütünün içinde işlev gören büyük bir fabrikanın makine ve çarkları içinde güya kendince işlevsiz gördüğü parçaları fazlalık diye atan veya eksik gördüğü unsurları takıp takıştıran ve her hâlükârda o koca fabrikanın kendi içindeki işleyişini ve uyumunu mahveden adamlara benzemektedir.

Bu örnek üzerinden Bediüzzaman’ın getirdiği tanımların her biri, herşeyi ve bu arada elbette hakikati olduğu haliyle anlamaktan ve kıymetlendirmekten aciz olanların taşıdığı zaaflar manzumesini de şöyle ifşa etmektedir:

“…hakaik-i diniyyeyi temyiz etmeyen ve herbirisine müstehak olduğu hak ve itibarı vermeyen ve her hükümde şeriatın sikkesini tanımayan, hattâ o fabrika-i muazzamadaki eczalar, herbiri mihveri üzerinde hareketine sekte veren gayr-ı mümeyyizler, herbiri bir acemî adama benzer ki, gayet muntazam ve cesîm bir makine içinde küçük ve lâtif bir çarkı görüyor ki, hareket ve vaziyette büyük çarklara nazar-ı sathîsince münasip görünmediğinden, makine fenninde behresizliğiyle beraber, gurur-u nefis, nazar-ı sathîsini iğfal ile aldatarak, ıslah niyetiyle vaz-ı muntazamadan tağyire teşebbüs edip, bilmediği halde fabrikayı hercümerc eder, başını yer.”

Olanı olduğu haliyle değerlendirmekten aciz bu kişilerin bir dizi problemi içinden ilk sırada gelenleri, sırasıyla, hepsi birbiriyle uyumlu bir bütün olan dinin emir, ölçü ve hakikatleri içinde belli bir noktaya odaklanmak; kendi yüzeysel bakışını o emir, ölçü ve hakikatleri kavramak için yeterli görmek; o hakikatleri hakkıyla kavramak için gerekli ilim ve ehliyete sahip olmamakla birlikte nefsinin verdiği gurur ile yüzeysel bakışından hareketle güya ‘ıslah’ niyetiyle varolan işleyişe müdahale cesaretini kendinde bulmaktır.

Halbuki, “Şeriatın herbir hükmünde Şâriin bir sikke-i itibarı vardır. O sikkeyi okumak lâzımdır. Sikkenin kıymetinden başka, o hüküm herşeyden müstağnîdir.” Hele ki, türlü-çeşit lâf ve söylem üretip duran, abartmayı seven ve aşırı değerlendirme ve yoruma tutkun olan kişilerin güya revaç, rağbet ve kıymet vermek adına takıp takıştırdıkları süslerden ve ettikleri müdahalalerden bin derece daha müstağnidir.

Böylelerin yaptığı, güya hakikati, güya kıymet veriyorum derken kıymetten düşürmektir. Dine zarar, sadece dinin düşmanlarından gelmez. Dine zarar, dinin ölçülerinin olduğu haliyle kıymetini bilmekten âciz, dinin hükümlerinin birbiri ile uyumunu ve bütünlüğünü görmekten mahrum, dinin hakikatlerinin beraberce oluşturduğu muvazene ve dengeyi anlamaktan uzak sözümona ‘dost’larından da gelir. Hatta böyleleri, dinin özüne, ölçüsüne ve hakikatine muhalif ölçüsüz, ayarsız, dengesiz ve abartılı yorum ve yaklaşımlarıyla, dinin düşmanlarının eline de malzeme yetiştirirler. Bu halleriyle de düşmanlarının dine saldırmasına da onlar malzeme verdikleri için, böyle biri için der ki Bediüzzaman: “Ey herif! Bu sözlerinle şeriata adavet ediyorsun. Faraza sadîk olsan, sadîk-ı ahmak olursun. Adüvvü’d-dînden daha muzırsın.”

Muhakemat’ın yazıldığı dönem için geçerli olan bu durum, yazık ki, bugün bazılarının güya ‘din adına,’ ‘dini anlatma ve yayma’ iddiasıyla veya ‘dini savunma gayretiyle’ ortaya koyduğu yaklaşımlar, ürettikleri söylemler için de geçerli. Tek yönden saldırı altında değiliz, tek taraftan sınanıyor da değiliz.

İmtihan büyük, mübalağa ihtilalci, muvazene elzem, muhakeme şart…

  26.10.2018

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut