Zafer manzaralı hezimetler

BAZI FIKRALARIN, bir insanlık durumuna birebir denk düştüğüne inanırım. Trene yetişmeye çalışan iki adama dair fıkra da bence onlardan birisidir. İstasyonda bekleyen iki adam, tren yavaştan hareket etmeye başlayınca trene binmek için hareketlenirler, biri elinde bavulla yetişir, diğeri geride kalır. Tren artan hızıyla gözden kaybolurken, geride kalan alan birden kahkaha atmaya başlar. Yanına yaklaşır ve treni kaçırdığı halde neden böyle güldüğünü sorarlar. Der ki adam, “Trene ben binecektim, arkadaşım beni uğurlamaya gelmişti.”

Hayatın akışı içinde karşıma çıkan epeyce manzarada bu fıkrayı hatırlarım. Özellikle, bir konuya kilitlenme ve hırs yapma gibi durumları içeren tablolarda… Bu dünyada bulunuşumuzun bir amacı vardır, ama o akışın içinde birşeylere odaklanıp kendimizi kaptırdığımızda, kalan adamın değil, giden adamın durumuna düşeriz hep. Uğurlamaktan öteye geçmeyeceğimiz seferlerin yolcusu oluveririz böylece. Yahut, seyircisi olmaktan öteye geçmememiz gereken şeylerin aktif katılımcısı haline geliriz. ‘Pencereden bakmak’la yetinmemiz gerekirken, bakarsınız, içeriye girmişiz bile…

Bu ülkede ve bütünüyle Müslüman dünyada, bu vakıaya denk düşen o kadar olay, o kadar olgu var ki… O kadar çok kişi böyle bir tabloyu temsil eder halde ki…

Herşeyi geçelim, şehirlerimize bakalım önce. Müslüman dünyanın şehirlerinin, ‘İslâm şehri’ olması beklenir tabiatıyla; ama hangi şehir özellikle yeni semtleriyle bir ‘İslâm şehri’ olduğunu hatırlatır haldedir ki... Dubai, Kuala Lumpur, Riyad, Jakarta veya İstanbul’un, hatta Mekke’nin ve Medine’nin yeni semtleri ve yeni binaları ile bir ‘İslâm şehri’nden umulanı ve bekleneni takdim ettiğini söyleyebilir miyiz? Yoksa New York’un, Chicago’nun, Los Angeles’ın gökdelenlerine bakarken elimizden onların bir kopyasını, hem de kötü bir kopyasının çıktığını mı düşündürürler bize?

Şehirlerimizin bu genel manzarasından geçip daha küçük ölçeklere geçtiğimizde, evlere ve küçük şahsî dünyalara kadar indiğimizde, bu gerçek daha da güçlü bir şekilde gösterir bize kendisini.

Kazansak da kaybettiğimizin resmidir ortadaki.

Hırs yapmanın, odak kaydırmanın, en fazla bakıp geçecekken içine girip dalmanın, seyircisi olmaktan bile yüksünmemiz gereken bir yarışa katılmanın, başkasını geçeyim derken başkasına benzemenin resmi…

Zafer manzaralı hezimetler…

Öyle çok örneği var ki bunun.

Ve o derece kanıksadığımız için öylesine uzağız ki bütün bunları sorgulamanın.

Misal, bir grup dünyevî şu veya bu Müslüman diyarında bir lider kültü oluşturup, bir kişiyi herşeyin başı, esası, bileni, kurtaranı ilan etmişler; geçmişlerini ve geleceklerini, akıllarını ve kalplerini o tek kişiye ipoteklemişler. Onların yıllar, on yıllar boyu böyle yapıp bir de eğitim, müfredat, medya, şu-bu yoluyla herkese de bunu dayattığı bir zeminde mü’minden beklenen, her türden kişi kültünü aşan bir bilinç düzeyinin mümessili olmak mıdır; yoksa ‘seküler’ine rakip ‘dindar’ kişi kültleri oluşturmak mı? İkincisini yaptığımızda, birincisine ‘alternatif’ mi olmuş oluruz; yoksa onlara benzemiş mi oluruz? Böyle bir durumda kazanan din midir, yoksa sekülerizm midir? Bir seküler liderin resimleri her tarafta görülürken, onun yerine bir din âliminin veya onun yanına bir dindar siyasînin resmini koyduğumuzda, kazanan kimler, kaybeden kimlerdir?

Yahut, Amerikalıların 110, Çinlilerin 120 katlı gökdelenine karşılık 130 katlı binayı Müslüman coğrafya içinde yer alan bir şehirde Müslümanların yapması, İslâm’ın mı, rekabetçi kapitalizmin mi zaferidir?

Fransızların 300, İngilizlerin 400 odalı saraylarına karşılık biz 500 odalı saraylar yaptığımızda yahut?

Veya, Peygamber aleyhissalâtu vesselam’ın Rahmân’ın yaratmasındaki güzelliğin en güzel biçimde aksettiği ayna olarak yüzlere vurmayı kesinkes yasaklamasına karşılık, karşıdakinin ağzını burnunu dağıtıp yüzünü kan çanağına çevirdiği bir dövüşün ardından eli havaya kaldırılan boksör Müslüman olduğunda, bu İslâm’ın zaferi midir?

Bir pistin etrafında onlarca defa vın-vın-vın diye sesler çıkartarak dönüp durduğu bir yarışın birincisi Müslüman olsa, galip çıkan ‘maâliyât’ mı, yoksa ‘mâlâyâniyat mıdır yahut? Başkalarınıa da ulvî şeylere çağırmış mı oluruz böylece, yoksa biz de mi boş işlerin peşine düşürmüş oluruz kendimizi?

Yahut, ailenin evi terkettiği bir manzaranın bir numaralısı Müslümanlar olduğunda ve filan Müslüman toplum kadın istihdamında filan Batılı ülkeleri de geçtiğinde, İslâm mı, kapitalizm mi kazanmış olmaktadır?

Yahut, iki işçinin aylık asgarî ücretinden pahalı bir eşarp bir müslime hanımın tek bir başörtüsü için harcandığında, buna tesettürün zaferi gözüyle bakabilir miyiz? Bir mesture hanımın elindeki çanta yanındaki tesettürsüz hanımın çantasından daha pahalı olduğunda mı İslâm’ın “Biliniz ki dünya hayatı bir oyun, bir eğlence, bir süs ve kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışından ibarettir. (…) Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir” mesajı hal diliyle verilmiş olmaktadır?

Daha lüks araba, daha şatafatlı sofra, daha pahalı takı, daha geniş ev, daha masraflı düğün, daha fırfırlı kıyafet, daha pahalı gömlek derken, dindar seküler rakibini mi geçmektedir, dünyevilikler dinin değerlerinin önüne mi geçmektedir?

Sıkıntı vermeyeceğini bilsem yahut nefislerin ameliyat masasından kaçmaya teşebbüs etmeyeceğinden emin olsam, daha pek çok örneğini birbiri ardınca sıralardım bu manzaranın.

Hazin bir manzara, ortadaki…

Elîm ve müteessif bir manzara hatta…

Baksanız görünen zafer, hakikat ve değerler noktasından baktığınızda ise zafer manzaralı hezimetler…

Yazık, ‘küresel sistem’e karşıtlıkla söze giren kim varsa, yolculuğu sisteme eklemlenmeye varıp dayanıyor.

1950’lerden, 70’lerden, 90’lardan 2000’lere devir teslim etmiş anlı şanlı ‘İslâmcı’lıklardan elde kalan şey, kutsalın profanlaşması, uhrevî olanın dünyevileşmesi diye tanımlayacağımız bir olgudan ibaret.

Hırs yapmak… Hırs yaparak, aslında kim olduğunu, niye orada olduğunu ve nereye doğru gitmesi gerektiğini unutmak.

Hırs yapmak… Hırs yaparak, ‘önde olma’nın her nerede olursa olsun ‘İslâm’ın zaferi’ anlamına geldiğini zannetmek ve bazı yollara, değil önde olmak, hiç girilmemesi gerektiğini dahi görememek…

Zafer zafer büyüyen yenilgi tabloları var karşımızda…

Zafer manzaralı hezimetler.

Yapanın ‘Müslüman’ olmasının yapılanın ‘İslâmî’liğini garanti etmediğini unutalı çok oldu ne yazık ki..

Değeri ve izzeti, Kitab’ın tariflerinde, Resûlullah’ın ayak izlerinde aramayı da unutmuş gibiyiz şimdilerde.

Kisrâlar, kayserler rahat içinde yaşarken rahmeten lil-âlemîn aleyhissalâtu vesselamın sırtında hasırın izlerini görünce hislenmişti de Ömer, “İstemez misin yâ Ömer; dünya onların, ahiret bizim olsun. Taksime razı değil misin?” diye teselli etmişti Resûlullah. Biz taksime razı değil gibiyiz ama…

İki çocukla her gün dibekte buğday veya arpa döverek un çıkarıp ekmek pişirmek dahil evin her işiyle meşguliyetten yorulup babasından bir hizmetçi talep etmeye gittiğinde, “Ya bir hizmetçi ya Cebrail’in yeni öğrettiği bir tesbihat” teklifiyle karşılaştığında ikinciyi seçmişti Peygamber kızı Fâtıma. Bizim zihinlerimiz, “Niye yalnız birini seçmeye zorlanıyoruz ki?” gibi itirazlar üretmek için çalışıyor ama…

Öncelikler fıkhı hayatımızdan yitip gitmiş; belki dönüp bakmamamız dahi gereken şeyler, başkalarında var diye, bir numaralı derdimiz oluvermiş…

Kazansak da kayıptayız böyle kaldığımız sürece.

Uyanmalıyız…

Kendimizi aldatmayı, dünyeviliğimize dinî kılıflar üretmeyi artık bırakmalıyız.

  01.10.2018

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut