Avâmperestliğe hayır!

KİMİN AVÂM, kimin havas olduğu konusunda, türlü çeşit kıstas ve rivayetle karşılaşırız. Kimlerin umumu, geneli, ortalamayı, kimlerin ise ortalamanın üstünü temsil ettiğine dair bütün bu farklı eğilimlerde, yine de ortak bir veçhe vardır. Avâm ve havassı tesbit ve tarif etmek üzere ortaya atılan kriterler, genelde, maddî göstergeler üzerinden yürür nedense. Ahlâk açısından baksak havassı ‘fazilet’lerin, dinî açıdan baksak ‘takvâ’nın, ilim açısından baksak ‘ilim, marifet ve hikmet’in havassı bize göstermesi beklenir; ama yerleşik ‘havas’ tariflerinde, bunların hiçbiri değil de, soy, servet ve iktidar gibi maddî göstergeler öne çıkmaktadır. Meselâ havassı kendisinin temsil ettiği iddiasındaki iki grup, aristokratlar ile burjuvazi arasında yürüyen kavgada son tahlilde ikisinin de dayanağı, ya aile soyağacı veya servet gibi neticede maddî nitelikte kriterlerdir.

Bediüzzaman’ın avâm ve havas tarifi, bu bakımdan bana hem daha isabetli hem de daha adil gözükür. Avâmlık veya havaslığı, hakikati kavrayış yeteneği açısından değerlendirir Bediüzzaman. Buna göre, havas hakikati soyut biçimde görüp kavrayabilme yeteneğini, yani ‘aklıyla muhakeme’ kabiliyetini ifade ederken; avâm gözüyle düşünen, ancak görerek anlayandır. Bunu ille de bir üstünlük veya aşağılık atfetme niyetiyle de yapmaz Bediüzzaman. Neticede insanların çoğunun tanım gereği avâm olduğunu, avâm da gözüyle düşündüğü için, hitabı umuma, bütün insanlığa olan Kur’ân’ın hakikati avâm-havas herkesin anlamasını mümkün kılan mesel ve temsiller ile bildirmesini bir ilâhî terbiye ve talim dersi olarak görür. Belagat son tahlilde ‘mukteza-yı hale mutabık hareket’ olarak tanımlandığına göre, havassın yanında avâma da hakikati anlatmak isteyen, soyut anlatımla yetinmeyip, meseller ve temsiller ile hakikat ile akıllar arasında bir köprü kurmalı, muhayyileyi de bu yolda kullanmalıdır meselâ. Keza, madem ki avâm gözüyle düşünüp muhakeme ederek karar verir, avâm-havas herkesi İslâm’la tanıştırmak isteyen, dinin hakikatini ve güzelliğini hal ile temsilin dil ile tebliğden de önemli olduğunu bilerek yaşamalıdır. Çünkü bilhassa avâm için, gözle görülen, dil ile söylenenden daha fazla tesirli olacaktır.

Neticede, avâm somut olgular ve örnekler üzerinden hakikatle temas kurar, havas ise soyut düşünceyle de bunu başarır. Vaktiyle, bir sunumuma katkı olarak bir katılımcı harika bir tarif getirmişti bunun için: karpuzun içindeki çekirdeği gören avâm, çekirdeğin içindeki karpuzu görebilen havas…

Ve eğer avâm ile havassı soyut ile somut yahut maddî göstergeler ve manevî değerler üzerinden tarif etmek uygunsa, kendisini servet, iktidar ve soy gibi göstergeler üzerinden havas ilan edenlerin hakikat noktasında ‘avâmî’liklerini ilan ettiği gerçeği de çıkar karşımıza.

Öte yandan, yine bu maddî göstergelere dayalı olarak, çağlar boyu yaşanan bir ‘sınıf’ gerilimi sözkonusudur. Bir tarafta, ne şekilde tanımlanırsa tanımlansın, kendini havas olarak görenler; öte tarafta onların avâm gördükleri. Kendini havas gören, yönetme başta olmak üzere hemen her konuda kendisini hak ve yetki sahibi görür, avâm gördüklerinden ise kendisine tâbiiyet ve teslimiyet bekler. Kısaca ‘elitizm,’ yani seçkincilik diyoruz bu tutum için.

Ve her ifrat bir tefriti, her etki bir tepkiyi de ürettiğine göre, elitizmin olduğu bir dünyada ‘popülizm’in de türemesi beklenen neticedir. Lâkin, son kertede popülizm, güya elitizme karşıtlıkla kendisini tarif ederken gerçekte ‘elitizm’in tuzağına düşmüş bir zihniyettir. Zira ortada yine bir ‘seçkinler’ tanımı vardır. Bir farkla ki, elitizmin seçkinleri azınlık iken, popülist yaklaşımların seçkinleri çoğunluktur. İkisi de meseleye hakikat noktasında görüyor değildir. Halbuki ‘haklı’lık, ne azınlığa ne de çoğunluğa ait bir değerdir; haklılık mertebesine ancak hakikati bilmek ve mucebince amel eylemekle erişilir. Nice azlar hakikat üzere olabilir, nice çoklar haktan sapmış olabilir, hatta azlar ve çoklar kendi içlerinde kavga verirken ifrat-tefrit sarmalında beraberce hakkın uzağına düşmüş de olabilir. Meselâ, burjuvazinin sömürüsü üzerine haklı analizlerini yaparken çözüm olarak popülist bir hedef olarak ‘proleterya diktatörlüğü’nü öneren Marx’ın haklı olduğu nasıl söylenebilir? Yahut, beyaz ırkçılığının içerdiği ayrımcı ve seçkinci tutumun çirkinliğine karşılık, ‘aslında beyazların değil, siyahların üstün ırk olduğu’ tezini üreten siyah ırkçılığı ne derece meşru kabul edilebilir? Neticede, kendini üstün gören burjuvazi veya beyazların düşük gördüğü proleterya ve siyahlar üzerinden geliştirdiği elitist yaklaşım kadar, bu popülist söylemler de yine bir sınıf seçmece yaparak aynı tuzağa düşmektedir. İki halde de kriter, tek tek insanların durumu, özellikle de hakikat karşısında kişilerin aklî ve vicdanî tutumu değildir.

Halbuki hakikat nokta-i nazarından aslolan, işçi veya burjuva olmak, siyah veya beyaz olmak, soylu veya sıradan olmak değildir; haktır, adalettir, ehliyet ve liyakattir. Hangi kökten geldiği, hangi sınıfa ait olduğu, hangi yaş, soy veya gelir grubuna dahil olduğu değil; hakikat karşısında tutumudur kişinin kıymetini belirleyen…

Gelin görün ki, azınlık seçkinciliği olarak elitizm, garip şekilde, çoğunluk seçkinciliği olarak başka bir arıza üretiyor. Bazılarının kendisini efendi diğerlerini köle olarak görmesine tepki olarak mücadelesi verilecek tutum herkesin özgür ve hukuk önünde eşit olduğu bir toplum inşa etmek iken, köle görülenler ellerine imkân geçtiğinde kendisinin efendi kendisini köle görenlerin köle olduğu bir düzen kurmanın peşine düşüyor. Elitizme karşı üretilmesi gereken doğru cevap hakkâniyet, nısfet, adalet, ehliyet ve liyakat olmalı iken; elitizme cevap olarak popülizm üretiliyor. Azız, doğruyuz ve üstün biziz diyenlere karşılık; çoğunluğuz, doğruyuz ve üstün biziz söylemi… Azınlıkçılığa karşı çoğunlukçuluk…

En garibi ve insana en ağır geleni ise, bu rüzgârın esintisine kendisini fazla kaptırmış birileri, bu popülizm zemininde ihtisas gerektiren alanlarda dahi, ehil olmadığı bir konuda işin ehline iş öğretmeye kalkabiliyor.

Giderek yükselen bir ilim düşmanlığı, giderek artan ihtisas karşıtlığı, giderek yükselen alim ve entelektüel nefreti, ilmî usûl ve disiplinlerin otoritesine karşı giderek artan saygısızlık…

Bu her alanda böyle; doğrudan dinî diye tanımlanır durumdaki alanlarda da, başka bütün alanlarda da.

Sözgelimi, ömrünü misal nöroşirurji alanına vermiş, bu alanda keşifleri de olmuş ve nice uzman yetiştirmiş bir ilim adamı, diyelim ki bir konuda siyasîlerin hoşuna gitmeyen ve diyelim ki gerçekten yanlış bir tutum takınıyor, birden en başta siyasîler, ardısıra medya vs. tarafından ‘karanlık aydın’ ve ‘okumuş cahil’ tanımlamalarıyla hedef haline getirilebiliyor; o konudaki isabetsizliğini eleştirmekle birlikte alanındaki ilmine saygı yerine, bilakis bir konudaki yanlış siyasî tutuma karşılık alanındaki yetkinliği ve itibarı da peşinen târumâr edilebiliyor.

Yahut, hastasını şifa bulması için hastaneye götüren vatandaş, onca senesini mesleğine vermiş bir doktorun önerdiği veya uyguladığı tedavi yöntemini ‘uygunsuz’ ve ‘başarısız’ bularak doktora fiilen saldırma hakkını kendinde bulabiliyor.

Yahut, en yüksek puanı alan öğrencilerin girebildiği tıp fakültelerinde altı senelik eğitim, üstüne dört sene de ihtisas eğitimi, belki üstüne bir o kadar yan dal tahsili görmüş bir doktorun kesin konuşmaktan çekindiği bir konuda, tıp fakültesinin kapısından geçmemiş nice ismi kahvelerde veya artık kahvehanelerden pek de farkı kalmamış ekranlarda veyahut gazete-dergi köşelerinde tam bir cesaret ve kendinden eminlikle ‘her derde deva’ çözümler önerir halde görebiliyoryuz.

Yahut, fıkıhta İmam-ı Âzam’ın, hadiste İmam Buhârî’nin, kelamda İmam Eş’arî’nin ‘yetersizlik’ ve hatta ‘yanlışlığı’na, ilgili ilimlere dair asgarî bir ihtisası dahi olmadan yeltenebilen niceleri ilimsiz bir şekilde at koşturuyor ‘İslâmî ilimler’ sahasında.

Yahut, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın, o dönemde Doğu ve Batı tıbbının buluştuğu en önemli merkez olan İran’ın Hûzistan bölgesindeki Cündişâpûr tıp okulunda tahsil görmüş meşhur Arap hekim Hâris b. Kelede es-Sakafî’yi Müslüman olmadığı halde tıp alanındaki yetkinliği dolayısıyla Veda Haccı esnasında kalbinden rahatsızlanan Sa’d b. Ebi Vakkas’ın tedavisi için bizzat çağırtmasına karşılık, ‘tıbb-ı nebevî’yi tıp düşmanı bir söylemle takdime kalkışanlar kol geziyor ortalıkta…

Sözün kısası, sağcı-solcu, dindar-lâdinî, gelenekçi-modern farketmez, her yönden ve her koldan avâmîliğin, avâmperestliğin gemi azıya aldığı günlerdeyiz. Küresel düzlemde yükselen dalga da popülizm olduğu için, meselâ Trump gibi birinin süper güç Amerika’nın başına geçebildiği günlerde olduğumuz için, rüzgârı da arkasında hissederek ölçü ve sınır da bilmeyen bir dalga bu.

Ama bu hiç de sıhhat alâmeti değil.

Hele ki, hakikatle ve ilimle ilgili konularda, hele ki dinî ilimler sözkonusu olduğunda, ölümcül hatalara da yol açıyor üstelik.

Yarım doktor candan, yarım hoca dinden eder mânâsındaki sözün her iki cihetten tezahürü, yükselen avâmperestlikle, yazık ki giderek daha da güçlü bir şekilde görülüyor.

Dahası, oy hesabıyla siyasîlerin göz yummaları, hatta destek vermeleri, hatta körüklemeleri ile bu maraz giderek sıklet biriktiriyor; ve sonuçta, şehirleşmeden ekonomiye, sağlıktan dinî ilimlere hayatın her alanında ağır bir hasar tablosu oluşuyor karşımızda.

Hele ki, dinî ilimler, dinî hizmetler ve dindarâne düşünüş ve yaşayış alanında, yazık ki ‘tribünlere’ konuşan bir kısım ehl-i ilmin de teşvikiyle, bu tutum, en az elitizm kadar ağır tahribatlar oluşturuyor.

Bir önceki yazımda da vurguladım; bu yükselen dalgada kırk senesini bir ilmi tahsile vermiş bir âlimden dahi beklenen, cahilin kırk dakika bile üzerinde düşümeye ve hakkında okumaya tenezzül etmediği bir konuda kırk senelik ilmiyle onun ilimsizce sahip olduğu kanaati desteklemesi…

Böyle de bir cür’et, böyle bir had ve kıymet bilmezlik…

Avâmperestliğin bu yükselişi karşısında, şu sıralar Bediüzzaman’ın Muhakemat’ındaki “Onikinci Mukaddime” hatırıma geliyor. “Lübbü bulmayan, kışır ile meşgul olur. Hakikati tanımayan, hayalâta sapar. Sırat-ı müstakîmi göremeyen, ifrat ve tefrite düşer. Muvazenesiz ve mizansız olan çok aldanır, aldatır” diye başlayan bu güzelim bahsin sonunda ise, şu cümleler de çıkıyor karşımıza:

“Öyle ise şimdiye kadar yalnız düşmanın tarafına bakıp eldeki elmas kılınçla onların tefritlerini kırardım; fakat şimdi mecburum: Öyle dostların terbiyeleri için, onların avâmperestâne ve ifratkârane olan hayalâtlarına, o kılıncı bir derece iliştireceğim. (…) Şimdiye kadar böyle avâmperestâne safsatalarla bizi cahil bıraktılar. Bundan sonra bizi cahil bırakmakla cehlimizden istifade etmek istiyorlar. Olmaz ve olamaz.”

Olmamasını istiyorsanız, bilgiyi sevin, ilme hürmet edin, ihtisasa saygısızlık etmeyin ve cehaleti asla övmeyin, ödüllendirmeyin.

Yoksa, bu diyarda göçtüğünden şikâyet edilen yegâne şey, ‘beyin’ler olmayacak…

  30.09.2018

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut