Sevginin iki hali

GÜNDELİK HAYATIN akışı içinde kendime en sık hatırlatmaya gayret ettiğim âyetlerden biri, Bakara sûresinin 165. âyetidir. Gökleri ve yeri, gece ve gündüzü, yüklerde denizde seyreden gemileri, Allah’ın gökten indirip onunla ölü toprağa can verdiği ve türlü çeşit canlının yetişmesini sağladığı yağmuru, rüzgârları, gök ile yer arasınad emre hazır halde bekleyen bulutları Allah’ın varlığının ve birliğinin delili olarak önümüze koyan; böylece kâinatı ve içindeki herşeyi Allah’ı bildiren âyetler olarak okumaya bizi davet eden küllî bir tefekkür âyetinden sonra gelen bir âyettir bu. 164. âyetin akıl ve fikir cihetiyle söylediği büyük sözün ardından, 165. âyet kalbe ve hisse de dokunarak konuşur. 164. âyetin verdiği dersle bakarsak, sevilmeye gerçekten lâyık olan, bütün bu kâinatı iradesi, kudreti ve rahmetiyle çekip çeviren Zât-ı Zülcelâl’dir ve başka herşey ancak O’nun için, O’nun adına, O’nun istediği ve gösterdiği şekilde sevilir.

Gelin görün ki, 165. âyet Allah’tan gayrı kimi varlıkları ilahlaştırıp, onları ‘Allah’ı sever gibi sevdikleri’nden söz eder. Allah’tan gayrısını ilahlaştırıp onları Allah’ı sever gibi seven böylelerine karşılık, “İman edenler ise, en çok Allah’ı severler” buyurur Kur’ân. Ve sonra önceki sevgi ile hak edilen yegâne şeyin azab-ı ilâhî olduğunu hatırlatarak uyarır.

Bu âyetin bilhassa iki ifadesidir hayatın akışı içinde sık sık karşıma çıkan, hadisatın bana hatırlattığı veya hadisat içinde hatırlama ihtiyacı hissettiğim. “İnsanların kimileri vardır ki, Allah’tan başka bazı varlıkları Allah’a denk tanrılar sayar da bunları Allah’ı sever gibi severler. İman edenler ise en çok Allah’ı severler.”

Bir tarafta, yaratılmış olan kimi şeyleri ve kimseleri ilahlaştırıp, ardısıra onları ‘Allah’ı sever gibi’ sevenler; yani âyetin bütünü açısından bakarsak, ‘ilah’ olarak anılmaya lâyık olmayan kimi mahlukatı ‘ilahlaştırarak’ sevenler; öte tarafta ise, ‘en çok Allah’ı seven’ mü’minler.

Âyetin bu iki ifadesi, bir tarafta sapanların düştüğü ‘ilah olmayanı ilahlaştırma, mahlûk olana hâlık sıfatı izafe etme’ çelişkisine dikkat çekerken, diğer tarafta mü’minlerin Allah’ı sevdikleri gibi Allah’ın yarattığı mahlukatı da sevdiklerini ima ve ihsas etmektedir. Vâkıa, öyledir zaten. Mü’min, en çok Allah’ı sever, çünkü sevdiği başka her ne varsa, onu yaratan, karşısına çıkaran, nimet olarak önüne koyan, bir önceki âyetin küllî tefekkür dersiyle bir kez daha bildirdiği üzere, yalnızca O’dur. Mü’min bu sebeple elbette ‘en çok’ Allah’ı sever; ama Allah’ın ona bahşettiği nimetleri, imkânları, sanatları, karşısına çıkardığı güzellikleri de sever. Bir farkla ki, sapanlar onları ‘ilahlaştırarak’ severken, mü’min onları ‘Allah’tan bilip yine O’na tevdi ederek,’ yani Allah adına ve Allah için sever.

Âyetin verdiği bu sevgi tarifine binaendir ki, Bediüzzaman da dahil birçok âlim ve ârif, sevmenin mahalli olarak kalb için ikili bir tarife gitmişlerdir. Kalbin ‘bâtın-ı kalb’ denilen derûnî, öz, en iç tarafı vardır; bir de ‘zâhir-i kalb’ denilen dış yüzü, çeperi. Kalbin bu derin ve merkezî kısmı, âyine-i Samed’dir; bu yüzüyle kalb, sadece Samed olanı sever, Samed olan ise hakikat-ı halde yalnız Allah olduğuna göre kalbin bâtınındaki sevgi esasen yalnız Allah’a mahsustur. Dolayısıyla kişi Allah’tan gayrı sevdiğini bâtın-ı kalbe yerleştirebilmek için onu ilahlaştırır, samedleştirir, tâ ki bâtın-ı kalbe koyabilsin, bâtın-ı kalb onu reddetmeden oraya yerleştirebilsin. Lâkin, ilah olmayana ilahlık izafesi yahut Samed olmayanı samedleştirme çabası son tahlilde bir illüzyondan veya deyim yerindeyse bir ‘PR’ çalışmasından öte birşey değildir; özü, temeli, sağlam bir kökü olmadığı için er ya da geç hayatın akışı içinde yanlışlanmaya ve çökmeye mahkûm haldedir. Bu yalan ve hileli sevgi temelsiz olduğu için kişi kendini ne kadar zorlarsa zorlasın, aklı ve hevası ne kadar illüzyon kurgularsa kurgulasın, bu ‘ilahlaştırılmış’ fanilere yönelik sevginin, mü’minin göklerin ve yerin Rabbine safi, halis, temelli ve delilli sevgisine yetişmesi imkânsızdır. Dolayısıyla, Allah’tan gayrısını ‘Allah’ı sever gibi’ sevenlerin bu sevgisi, mü’minin Allah’a olan sevgisi karşısında yine zayıf, hâlâ dayanıksız ve dayanaksızdır. Mü’minde ise, kalb yerli yerinde çalışır. Mü’min de Allah’tan gayrısını sever; lâkin ilahlaştırmaksızın, samedleştirmeksizin. Mü’min en çok Allah’ı sever, çünkü bütün varlığın özü O’na dayanır, herşey O’ndandır. Ama mü’min Allah’ın yarattığı bütün mahlukatı da O’ndan bilerek ve O’nun adına sevmektedir.

Bir tarafta, Allah’tan gayrısını ‘Allah’ı sever gibi’ sevmek; öte tarafta, ‘en çok Allah’ı severek,’ O’ndan gayrı herşeyi O’nun için, O’ndan bilerek O’nun adına sevmek…

Bu iki sevgi arasında farkı, bir bakıma dilbilimindeki -e hali, -de hali, -den hali ile de açıklamak mümkün. Mü’min, eşyayı, mahlukatı, insanları sever mi, sever; ama -den halinde ve -e halinde sever. Onlar sevilmeye lâyıktırlar; ama ‘doğrudan ve bizzat’ sevmenin nihaî adresi değil. Lâkin sapanlar, eşyayı, mahlukatı, sevdikleri insanı -de halinde sever; doğrudan ve bizzat, sevmenin nihaî adresi, odağı olarak belleyerek.

Bu iki farkın, Bediüzzaman’ın tefekküründe, onun ‘kırk yıllık hayatı ile otuz yıllık tahsilinin’ özeti diye nitelediği ‘dört kelime dört kelam’dan ikisi olan mânâ-yı ismî/mânâ-yı harfî kavramlaştırması içinde açıklandığını görürüz. Sevmenin nihaî adresi ve odağı, sevilmeye lâyık herşeyi bizim için yaratan Rahmân, Rahîm ve Vedûd olan Rabbü’l-âlemîn’dir. Mânâ-yı ismî ile, ancak o sevilir. Başka herşey ise, mânâ-yı harfî ile sevilir. Yani O’ndan bilip yine O’nun için, O’nun adına, O’nun izni ve emri çerçevesinde. Yani, -den halinde ve -e halinde…

Lâkin, şu imtihan dünyasında imtihan öyle şedittir ki, insanın önüne o kadar farklı tür ve çeşitte o kadar zor ve dolambaçlı sorular çıkmaktadır ki, yanlış başlayıp yanlış devam etmenin mümkün olduğu kadar, doğru başlayıp yanlış devam etmek de imkân dahilindedir. Nitekim, Kur’ân’ın da bildirdiği üzere, meselâ Hıristiyanların durumu, doğru başlayıp yanlış devam etmenin bir örneğidir. Allah’ın peygamberi İsa aleyhisselama sevgi ve hürmet, elbette Allah’ı sevmenin bir gereğidir. Çünkü onu yaratan, onu mucizelerle donatan ve onu peygamber olarak kulları arasına gönderen yalnız ve ancak O’dur. Gelin görün ki Hıristiyanlar, ‘Allah’ın bir peygamberi’ olarak Allah için, Allah adına sevmeleri gerekirken, ‘ilahlaştırarak,’ kendisine ‘Allah’ın oğlu’ gibi bir sıfat izafe ederek onu sevme yoluna gitmişlerdir. Yani, ‘mânâ-yı harfî’ ile sevmekten geçip, ‘mânâ-yı ismî’ ile ona muhabbete yönelmişlerdir. Bu ise, elbette sapmadır. Çünkü, ‘ilah olarak’ sevilmeye, bütün sevgilerin nihaî odağı ve adresi olmaya, yani ‘mânâ-yı ismî ile muhabbet’e lâyık olan yalnızca Allah Teâlâ’dır.

Yine Kur’ân’ın bildirdiği beş isme; Ved, Süvâ‘, Yegûs, Yeûk ve Nesr’e dair tefsirlerde şu bilgi verilmektedir:

“Rivayete göre insanlar Hz. Nûh’a kadar tevhid inancıyla yaşamış, putperestlik ilk defa Nûh’un kavmiyle ortaya çıkmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de, ‘Dediler ki: Tanrılarınızı bırakmayın, ilâhlarınız Ved, Süvâ‘, Yegûs, Yeûk ve Nesr’den vazgeçmeyin’ meâlindeki âyette (Nûh 71/23) Nûh kavminin taptığı putlardan bahsedilmektedir. Bu isimler başlangıçta iyilikleriyle temayüz etmiş kişilere aitti. Ölümlerinin ardından bunların heykelleri yapılmış, daha sonra insanlar onları Allah ile kendi aralarında aracı olarak birer tapınma objesi yapmıştır.” (bk. DİA, Nûh aleyhisselam maddesi)

Benzer bir imtihanın, İslâm tarihinin ilk asırlarında Hz. Ali ile ilgili olarak yaşandığını görürüz. Şîa’nın Allah’ın dinine hizmetleri dolayısıyla sevilmesi gereken başka bazı isimlere husumetin de getiridği ölçüsüzlükle sözümona Hz. Ali’ye ‘ziyade sevgi’ adına ortaya koyduğu tutumun içerdiği arızalar, bu damar içerisinden çıkan bazı akımlara, hâşâ, Hz. Ali’yi ilahlaştırmaya kadar varan, böylece hak dinden ve sırat-ı müstakîmden sapmayla sonuçlanan büyük ibtilâlara sebebiyet vermiştir.

Allah’tan gayrısını mânâ-yı ismî ile ve haddi aşan bir ifratla sevmenin sonuçlarına dair bu yaşanmış tecrübeler, esasen, her zamanın mü’minleri ve her sevgi ilişkisi için bir uyarı levhası niteliğindedir. Sevdiğimizi nasıl seviyoruz? Onu, hâşâ, Allah’a ait sıfatlar izafe etmek suretiyle mi seviyoruz; yoksa Allah’ın bir kulu olarak, bir kul olmanın içerdiği vasıflar içerisinde Allah için ve Allah adına mı seviyoruz?

Meselâ, herşeyi bilir, herşeyi başarır, her işi halleder gözüyle mi seviyoruz; yoksa herşeyi bilen ve her işe gücü yetenin yalnız ve ancak Allah olduğunu bilerek mi?

Allah’tan gayrı sevdiklerimizi Allah için sevmek veya Allah’ı sever gibi sevmek...

Yahut, ‘mânâ-yı harfî’ ile sevmek, mânâ-yı ismî ile sevmek...

Bu ölçüler açısından bakıldığında, dün yaşanan sınanmaların benzerinin bugünün de imtihan sorusu olduğunu düşündürür manzaralara rastlıyor gözlerimiz.

Şeyhini, sultanını, hocasını, siyasî liderini, üstadını sevmelerde haddi aşma riskinin uyarısını içeren manzaralar...

Kimi yerde sarı, kimi yerde turuncu, kimi yerde hatta kırmızı renge bürünmüş uyarı manzaraları hem de...

Dikkat gerek...

  23.09.2018

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut