Ehven bu değil!

BİR ÖNCEKİ yazıda, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” sözünü ilk kez söylediği 1919 tarihli bahisteki, şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçmasının gerekçesini veciz biçimde açıkladığı iki kısa paragrafı tahlil etmiştik.

Bu kısa ama derin paragraflarda Bediüzzaman, ‘aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye’ namına siyasetle iştigal edenlere kapıyı açık bırakmakla birlikte, ‘siyasetçilik’ ve ‘tarafgirlik’ saikinin yol açtığı büyük tehlikelere dikkat çekiyor ve bu iki saikin etkisi altına girmemek kaygısıyla siyasetle arasına mesafe koyuyordu.

Açık kapı olunca, yöneleceğimiz söylem mâlûm: “İşte ben de o niyetle ve o sebeple siyasetle meşgul oluyorum.” Ama gerçekten o niyet, o sebep, o saikle mi meşgul olup olmadığımızın tesbitini, ‘siyasetçilik’ ve ‘tarafgirlik’ testlerine havale ediyor Bediüzzaman. Kişi, başka bir sebeple değil, sırf din yolunda, Allah için siyasetle meşgul olduğunu pekâlâ söyleyebilir.

Ama bunun doğru olup olmadığının birinci ölçüsü, kişileri değerlendirmede dinin mi, siyasetin mi belirleyici olduğunun tesbitidir. Zor bir test değildir bu. Siyaset, bizden-onlardan ayrımı yapar, bu ayrımda ‘biz’den kasıt ‘siyasetdaş,’ ‘onlar’dan kasıt ise ‘muhalif’lerdir. Aynı partiye oy veriyorsa ‘biz’den, başka partiye oy veriyorsa ‘onlar’dan. Aynı siyasetçiyi ‘önder’ belliyor ve destekliyorsa ‘biz’den, bizim önder bellediğimiz siyasetçiye yönelik eleştirileri varsa ‘onlar’dan. Oysa kişileri değerlendirmede belirleyici ölçümüz din ise, onları siyasî tercihleriyle değil, dine olan bağlılıkları, iman yolunda çabaları ve ‘takvâ’larıyla onlara kıymet veririz. İşin çatallandığı ve testin asıl sonucu gösterdiği yer ise, şudur: Bir tarafta bizimle aynı siyasî tercihte bulunan ama dinî ölçüler açısından ‘fâsık’ biri var, öte tarafta bizden farklı bir siyasî tercihte bulunan ama dinî ölçüler açısından bakıldığında ‘mütedeyyin,’ ‘salih’ ve ‘müttaki’ biri. Gönlümüz kimden yana? Kimi kendimize daha yakın görüyoruz? ‘Fâsık siyasetdaş’ı mı, ‘mütedeyyin muhalif’i mi? Muhalif siyasette de olsa mütedeyyini siyasetdaş da olsa fâsıka tercih edende belirleyici değer ‘aşk-ı İslâmiyet’tir. Fâsık siyasetdaşını mütedeyyin muhalife tercih edende ise, ‘siyasetçilik’ dinin ölçülerine baskın gelmiş demektir.

Din için, iman yolunda, Allah için siyasetle meşgul olduğu söyleminin doğru olup olmadığını anlamanın ikinci yolu da, ‘tarafgirlik’ testidir. Şu veya bu siyasî görüşü/partiyi/zihniyeti benimsemiş olan kişi, dini nerede görüyor? Din onun için ‘bütün siyasetlerin üstünde’ bir yerde mi; bu meyanda, ‘din hangi partiden olursa olsun herkesin ortak değeridir’ düşüncesi ve ahlâkıyla mı hareket ediyor? Yoksa dini ‘siyasetin içinde sonuç almak için bir imkân mı; bu uğurda dini kendi siyasî tercihine daha yakın göstermekle, dini tekeline almakla ve kendi siyasetine âlet etmekle karşı siyasî görüşe sahip olanlarda dine karşı da bir mesafe ve soğukluk mu uyandırıyor?

Bu şekilde, herkesin hem kendi vicdanında kendisi için, hem ait olduğu cemaat, grup, çevre için, hem de başkaları için kolayca uygulayabileceği iki kriter ortaya koyuyor Bediüzzaman. Onun gördüğü, ‘siyasetçilik’ ve ‘tarafgirlik’le sınanmanın zor, bu sınavı geçmenin çok daha zor olduğu; bu sınavda kalmanın getirdiği vebalin ise “eûzu billâhi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâseti” dedirtecek kadar büyük olduğu…

Bu meselenin daha da iyi anlaşılması için, sonraki paragrafta meseleyi bir temsille açıklıyor Bediüzzaman:

“Meselâ, iki adam dövüşürler. Biri, zayıf düşeceğini hissederken, elindeki Kur’ân’ı kavîye uzatmakla himayesini davet edip, kavî bir ele vermek lâzımdır. Ta beraber çamura düşmesin, Kur’ân’a muhabbetini, hürmetini göstersin, Kur’ân’ı, Kur’ân olduğu için sevsin. Eğer kavînin karşısına siper etse, himayet damarını tahrik etmeye bedel, hiddetini celb eder. Kur’ân’ı kavî bir hâdimden mahrum bırakmakla, zayıf bir elde beraber yere düşerse, o Kur’ân’ı kendi nefsi için sever demektir.”

Bu temsilin de ima ettiği gibi, siyaset neticede bir yarış, mücadele ve hatta kavga-dövüş alanı. Neticede en üstte bir makam var; o makama ya o oturacak, ya diğeri. Ve bu mücadele, bir kerede olup bitecek de değil. Siyaset ‘arena’sında kalındığı müddetçe, bu mücadele, bu kavga, bu rekabet, bu dövüş devam edecek. Bu esnada, bir tarafın daha üste çıktığı, diğer tarafın daha kuvvet kazanıyor olduğu durumlar olacak. Böyle bir durumda Kur’ân, din, İslâm nerede olacak? Umumun mâl-i mukaddesi olarak dini bu kavganın dışında mı tutacağız, yoksa yanımıza alıp ondan da yararlanarak siyasî mücadelemizde sonuç almaya mı çalışacağız? Bu meyanda, yeri geldiğinde onu siyaseten rakibimize karşı kendimizi korumak için yeri geldiğinde siper ve kalkan gibi kullanmaya, bu şekilde siyasetimiz için araçsallaştırmaya çalışacak mıyız? Hem, o kavganın dövüşün içinde zayıf düşüp sendelediğimizde, yere-çamura yuvarlanma riskiyle durumuyla yüzyüze kaldığımızda bizimle birlikte dinin, imanın, Kur’ân7ın değerlerinin de çamura düşmesine razı mı olacağız?

Bediüzzaman’ın ilgili misal üzerinden verdiği cevap, açık. Kim, velev ki ‘din adına’ girmiş olsun, girdiği siyasetin içinde dinin değerlerinin yere düşmesine, âlet olmasına, çamura bulanmasına rıza gösteriyorsa, Kur’ân’ı Kur’ân olduğu için, İslâm’ı İslâm olduğu için seviyor değildir. Kur’ân’ı Kur’ân olduğu için, dini din olduğu için sevip sevmediğinin ölçüsü, onu siyaset üstü tutmak, siyaseti için araçsallaştırmamak, yerine göre siper veya kalkan gibi kullanmaya kalkmamak, hele ki kendisiyle birlikte yere düşmesine razı olmamak, bilakis siyaseten muhalifi de olsa karşıdaki rakibini dahi dinin değerlerini savunmaya ve sahip çıkmaya davet eder bir tutum takınmaktır. Durum bu değilse, dini kendi siyasetine has gösterip rakiplerini din-karşıtı bir konuma sevkediyorsa, o kişi Kur’ân’ı ve dini, ‘kendi nefsi için’ seviyor demektir.

Yani bu durumdaki kişinin, ‘aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye’ iddiası, geçersizdir. Dini gerçekten seven, onu kendi siyasetine âlet etmez; siyasetiyle dine hizmet çabası içinde olur, ama dini siyasetine siper, kalkan, payanda veya hâdim yapmaya kalkmaz. Bilakis, onu kendi siyasetine münhasır görmeyip, herkesin ortak değeri olarak eller üstünde tutulmasına ve hangi siyasî çizgiden olursa olsun bütün ellerin onu tutmasına çalışır, onu asla yere düşürmez, öyle ki kendi düşse de onu düşürmemeyi öncelikli dert edinir.

“Rüyada Bir Hitâbe”yi tecrübe ettiği gecenin ardından dünyevîler meclisinde kendisine sorulan neden geldin geleli siyasete girmiyorsun sorusuna verdiği cevabı izah sadedinde bu cümleleri söyler ve bu misali verirken, Osmanlının son dönemi ve bu meyanda kendi gözleriyle gördükleri gözünün önünden bir film şeridi misali akıyor gibidir. Bu sözler, soyut bir meseleye teorik bir açıklama sadedinde söyleniyor değildir; görülmüş örnekliklerin ve yaşanmış tecrübelerin dersi ve şahitliğiyle bu sözler söylenmektedir.

Nitekim, verdiği bu misalin ardından Bediüzzaman “Evet, dine imale etmek ve iltizama teşvik etmek ve vazife-i diniyelerini ihtar etmekle dine hizmet olur. Yoksa ‘Dinsizsiniz’ dese, onları tecavüze sevk etmektir” derken, bunun yaşadığı hayatta, gördüğü hadisatta birebir karşılıkları vardır. Son tahlilde, Osmanlının son elli yıl içinde yaşadığı bir ayrışma vardır. Bu ayrışmada bir tarafta, ‘devletin bekası’ ile ‘dinin bekası’nı bir görenler, bu uğurda ‘devletin bekası’ için dinin belli bir siyaset lehine kullanılmasını mazur ve hatta meşru bulanlar; öte tarafta, dinin de araçsallaştırıldığı, adaleti ve hürriyeti paranteze alan baskıcı bir siyasete adalet ve hürriyet adına karşı çıkanlar. Bu gerilimde, siyasetiyle dini özdeşleştiren ve dindarın siyasetini—dinin vazgeçilmez saydığı adalet ve siyaset gibi değerleri ihmal de etse—savunmayı dini savunmakla bir tutan eğilimin sonuç almak adına karşıt siyaseti din-karşıtı bir konumda resmetme çabası, yanısıra dindar siyasetçinin elinde adalet ve hürriyetin paranteze alınmasına verilen yanlış bir tepkiyle adalet ve hürriyet talep edenlerden bazılarının dine mesafeli ve hatta karşıt bir konuma savrulması, meseleyi bambaşka bir noktaya savurmuş; tam da Bediüzzaman’ın ‘siyasetçilik’ ve ‘tarafgirlik’in tehlikelerine dair dile getirdiği arızalı durum vâki olmuştur. Halbuki işin doğrusu, dini rekabet halindeki siyasetlerin üstünde bir ortak değer olarak muhafaza etmektir. Bu meyanda özellikle ‘dindar’ ehl-i siyasete düşen bir görev, dini siyaseti için araçsallaştırmak ve siyasî karşıtında dine karşıtlık duygusu uyandırmak değil; bilakis, ‘dine imâle, iltizama teşvik ve vazife-i diniyelerini ihtar’ ile siyaset-üstü bir ortak değer olarak onları da dine sahip çıkmaya çağırmaktır.

Bu olmadığında, ne olmuştur: Bir tarafta, takip ettiği siyaset velev ki adı ve amacı ‘siyaset-i İslâmiye’ yahut ‘ittihad-ı İslâm’ siyaseti olsun, adalet ve hürriyeti ıskalayan baskıcı ama ‘dindar’ görünümlü bir siyasetin elinde din siyasete âlet olurken, bunun karşısında din-karşıtı bir siyasî damar oluşmuştur. Bu anlamda, İttihadçıların bir kısmının din ile arasındaki mesafeyi de, Kemalizmin tek parti dönemindeki din-karşıtı uygulamalarını da, Osmanlının son dönemindeki dinin araçsallaştırıldığı bu siyasî gerilimden bağımsız şekilde okumak mümkün değildir.

Halbuki, derdi din olan, dini tekeline almaz, alamaz. Dini bir kimlik siyasetine âlet etmez, edemez. Kendisini dinin yanında, siyaseten muhalifini ise dinin karşısında konuşlandırmaz. Velev ki karşıdaki siyaset cenahı dine karşı lâkayt, hatta mesafeli de olsa onu dine meylettirmeye çalışır, dinin gereklerine uygun davranmaya teşvik eder ve dinî vazifelerini hatırlatır. Dine hizmet, onu tekeline almakla olmaz; herkesi ona davet etmekle olur. Yok eğer, siyaseten sonuç almak adına kendisini ‘din’le tanımlayıp, karşıt siyaseti ‘dinsizsiniz’ diye ithama kalksa, bunun sonucu onların bu siyasete muhalefetini dine muhalefete dönüştürmek olur; bunun baş sorumlusu, “dine imale, iltizama teşvik ve vazife-i diniyelerini ihtar’ etmek yerine, ‘dinsizsiniz’ söylemiyle karşı tarafı dine, dinin değerlerine saldırmaya sevkeden bu menfi, dışlayıcı kimlik siyasetidir. Halbuki “Din dahilde menfi tarzda istimal edilmez.” Yani din, toplum içinde bir kısma has görülmez ve gösterilemez. Siyaseten sonuç almak için din kullanılamaz, siyasete âlet edilemez. Dinin kapsama alanı, toplumun tamamıdır; velev ki bir kesim el’an dine karşı lâkayt, mesafeli, hatta hasmâne bir tutum içinde gözüksün, onlar dahi dinin davet alanı içerisindedir. Asr-ı Saadet şarklarında dünün en azılı İslâm düşmanı Kureyş müşriklerinin bir kısmının yarının güzide sahâbîleri kılan sırrın verdiği bir ders de bu değil midir?

Lâkin yazık ki Osmanlı coğrafyasında bu ölçüler gözetilmemiş, dindar bir sultanın elinde İslâm’ın adaleti ve hürriyeti gözardı eden bir siyasete siper veya vasıta kılınması, otuz senelik bu istibdat siyasetinin şartlarında yetişen gençlerin ve doğan çocukların hatırı sayılır bir kısmını din-karşıtı bir tepkiye sürüklemiştir. İttihad ve Terakki’nin kadroları ile Kemalizm’in kurucu isimlerinin bu dönemin çocukları ve gençleri olması bir tesadüf değildir. Bunu Bediüzzaman, “Din dahilde menfi tarzda istimal edilmez. Otuz sene halife olan bir zât, menfi siyaset namına istifade edildi zannıyla şeriata gelen tecavüzü gördünüz” diye net biçimde ifade etmektedir.

Bu tahlilin ortaya koyduğu ölçüler ve bu ölçülerin ders alındığı sosyal-siyasal zemin dikkate alındığında, Bediüzzaman Said Nursî’nin 1950’li yılların çok-partili ortamında yaptığı ‘dört eğilim’ tahlilinde toplumun kâhir ekseriyetinin zaten ‘tam mütedeyyin dindar’ olmadığı bir zeminde din namına ortaya çıkacak bir siyasî eğilimin yol açacağı sonucun ‘dini siyasete âlet etmek’ olacağı öngörüsünde bulunması; bunu ise ‘ehven-i şer’ olarak değil, bilakis büyük bir zarar olarak tanımlaması da boşuna değildir.

Sözün özü, dinin bir kimlik siyasetinin elinde araçsallaştığı bir zemin, din adına doğru ve hayırlı bir zemin değildir. Dinin şu veya bu siyasî eğilimin elinde siyaseten sonuç almak adına kullanıldığı bir zeminin yol açtığı zararlar, ‘ehven-i şer’ diye açıklanamaz büyüklüktedir.

Bediüzzaman’ın bu süreçte gördükleri üzerinden ulaştığı bu hükmü, benzer bir sosyal-siyasal zemini taşıyan Tunus’ta yaşadığı uzun tecrübenin sonunda Nahda hareketinin başındaki Raşid el-Gannuşî’nin geldiği şu kanaat de teyid etmektedir: “İslamcılığın modern siyasetin agresif yöntemlerini kullanarak giriştiği iktidar savaşı ve bu yolla aldığı mevziler, İslam’ın hükmünün vicdanlarda karşılık bulması süreciyle rekabet edebiliyor. Kısa vadede başarı olan, uzun vadede hezimete neden olmasın. Kutsal olanın hükmü yere düşmesin istiyorsak, onun vicdanları istiskal edebilecek politikalar tarafından araçsallaştırılmasını önlemeliyiz.”

Bunun yolu ise, siyasetle iştigalden değil, siyasetçinin her yaptığını savunmaya kendisini adanmış bir taraftarlık ve siyasetçilikten hiç değil; belli bir siyasî eğilime muvafık bir duruşa sahip de olsa, ehl-i siyaseti bu noktada uyarabilmeyi mümkün kılacak bir mesafeden geçmektedir.

O mesafenin temini için ise Bediüzzaman’ın dediği gibi “Eûzu billâhi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâseti’ diyebilmek; ‘pencereden baksa da içlerine girmemek’ gerekmektedir…

  18.09.2018

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut