“…AKIL VE iz’an varsa, kim kendisi olmaktan çıkacağı, başkalaşacağı, başkasının elinde âlet olma riskiyle yüzyüze geleceği ve evvelce sahip olduğu değerler ve ölçülerle çelişeceği bir yola sülûk edebilir? Ortadaki siyaset zemini dönüştürmek ne kelime, kendisinin dönüşeceği bir zeminse, doğru davranış bu zeminin içine girmek değildir.”
Bediüzzaman Said Nursî’nin “Eûzu billâhi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâseti” sözünü söylediği ilk bahis olarak 1919 tarihli “Rüyada Bir Hitabe”nin devam kısmını tahlile adadığımız yazıların ilki olarak bir önceki yazımızın sonunda geldiğimiz yer, buydu. Bediüzzaman, bunu tecrübeten gördüğü içindir ki, siyaset ile arasına mesafe koymuş ve onun şerrinden Allah’a sığınmıştı.
İlgili yazıda, siyaset zeminine dair böyle bir okumanın ardından ulaşılan böyle bir tahlile karşılık, “Ne yapalım yani, seyirci mi kalalım? Oturup bekleyecek miyiz?” kabilinden itirazların da kapıda olduğuna dikkat çekmiştik. Nitekim, o mecliste kendi ulaştığı sonucu bu şekilde ifade etmesi üzerine, itirazlar hemen gelmişti: “Dinsizliği görmüyor musun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak lâzım.”
Bu itiraz üzerine Bediüzzaman’ın yaptığı açıklama o derece açık, berrak ve veciz ki, sonraki 41 senelik hayatı boyunca siyasetten neden uzak durduğuna ve neden Allah’a sığındığına dair yaptığı bütün izahların özünü içinde barındırıyor.
Bu itiraza, birkaç aşamalı bir cevap veriyor Bediüzzaman. Önce, dinsizlik meydan alırken din namına meydana çıkmak lâzım sözüne bedel, meydana çıkmanın bizatihi değer olmadığına, meydana ‘nasıl’ çıkıldığına göre sonucun değiştiğine şöyle işaret ediyor:
Dedim: “Evet, lâzımdır. Fakat kat’î bir şart ile ki, muharrik, aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye olmalı. Eğer muharrik veya müreccih, siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikedir. Birincisi hatâ da etse, belki ma’fuvdur. İkincisi isabet de etse, mes’uldür.” |
Bu kısa paragrafta, ilgili bahsin—geçen yazıda ele aldığımız—önceki kısmında ortaya koyduğu tutumun devamını görüyoruz öncelikle. Nasıl ki o kısımda Bediüzzaman ‘müteharrik-i bizzat/bilvasıta müteharrik’ kavramlaştırması üzerinden ‘dönüşmek-dönüştürmek’ ‘fail olmak-münfail olmak’ terazisi ile tartarak siyasetle iştigali kategorik olarak mutlak surette ve herkes için ve her zaman reddetmiyorsa, burada da aynısını görüyoruz.
Zihnimizi tazeleyelim. Önceki bahsin adesesiyle bakarsak; Siyaset zemininde başkasının güdümüne girmiyorsan, kendin olarak kalabiliyorsan, dönüşmüyor ve dönüştürebiliyorsan, münfail değil fail olabiliyorsan, gir. Ama kendin olmaktan çıkacaksan, dönüşeceksen, âlet olacaksan, dahası dinini ve değerlerini âlet edeceksen, girme. Bediüzzaman, ortadaki tabloda ikinci durumun oluştuğunu gördüğü için, siyaseti mutlak surette, her zaman ve mekânda herkes için kategorik olarak reddetmese de, mevcut şartlarda gelinen veya gelinecek noktanın ikincisi olduğunu görerek, mesafesini ve istiazesini izhar ediyor.
İşte, gelen itirazlar üzerine söylediği cümlelerde de aynı tutumun devamını görüyoruz. “Dinsizlik meydan alıyor, din namına meydana çıkmak lâzım” diyenlere, “Hayır, din namına hiçbir zaman meydana çıkılmaz” demiyor Bediüzzaman. Bilakis, “Evet, lâzımdır” diyor. Fakat ‘kat’î bir şart’ ile. O şarta uygun davranabiliyorsa, âmenna; yok eğer o şarta uygun davranamıyorsa, kişinin değil din namına meydan almak, kendisini meydandan alıkoyması gerekiyor.
Peki, din namına meydana çıkmayı makul, makbul ve meşru hale getiren; uyulmadığı takdirde ise kişinin ‘şeytandan kaçar gibi’ kaçılması gereken bir zemine sürüklendiği o ‘katî şart’ nedir? “Muharrik, aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye olmalı.” Kat’î şart, budur. Harekete geçen, yola düşen, meydana çıkan kişi, ‘aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye’ siyaset meydanına çıkmış olmalıdır. Olumsuzu üzerinden bir kere daha tanımlarsak, onu siyaset meydanına sevkeden şey, ‘siyasetçilik ve tarafgirlik’ olmamalıdır. Muharrik ve müreccih, yani harekete geçiren ve tercihini o yönde yaptıran şey siyasetçilik ve tarafgirlik ise, tehlike var demektir. Öyle ki, ‘aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye’ ile hareket geçen kişi, tercihinde ve seçiminde hata da etse Allah katında affolunması umulur. Lâkin, siyasetçilik ve tarafgirlik ile harekete geçen kişi, tercihinde ve seçiminde isabet de etse, Allah katında sorumlu olur.
Yani, kişinin bu noktada yaşadığı imtihan, bir test sorusunda doğru şıkkı işaretlemek türünden bir imtihan değildir. Tercihi doğru da olsa sahih olmayan bir sâikle orada olan mes’ul; seçtiği şıkta isabet edemese de sahih bir sâikle yola çıkmış olan ise ma’fuvdur. Yani, işaretlediği şıkkın doğruluğu kişinin muhakkak ‘ilkeyi bildiği ve koruduğu’ anlamına gelmez ve geçer not almasını sağlamaz. Dinen, ahlâken ve amelen kişiye geçer not verdirecek husus, ilkeyi bilmek ve korumaktır. İlkeyi bilmekle birlikte bunu vâkıaya uygulamada başarılı olamayana belki geçer not verilir, ama yanlış saikle doğru şıkkı işaretleyen için bu geçerli değildir.
Ama bu nasıl olur? Bir insan, siyaseten doğru seçimde bulunmuş olsa bile, bu seçimindeki muharrik ve müreccih ‘siyasetçilik ve tarafgirlik’ olduğu için nasıl sınıfta kalır ve nasıl mes’ul duruma düşebilir?
Cevabı, bir sonraki paragrafta verir Bediüzzaman:
Denildi: “Nasıl anlarız?” Dedim: “Kim fâsık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, sû-i zan bahaneleriyle tercih etse, muharriki siyasetçiliktir. Hem umumun mâl-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise, muharriki tarafgirliktir.” |
Bediüzzaman’ın sonraki bütün hayatı boyunca siyaset konusunda sahip olduğu tutumun ardındaki mantığı ve ahlâkı özetleyen veciz bir cevaptır bu.
Bu cevap, öncelikle, kişinin kurması gereken asıl denklemin ‘siyaset’le ilgili olmadığının dersini verir. Âlemlerin Rabbi nezdinde kişinin kıymetini belirleyen, imanı ve takvâsıdır; âlemlerin Rabbi, “Mü’minler ancak kardeştirler” (Hucurât, 49:10) buyurarak, kullarına da aslolanın iman bağı olduğunu bildirmektedir. Yine aynı sûrenin ders verdiği üzere, insanların Allah katında en değerlisi, en müttaki olanıdır (bk. 49:13), dolayısıyla mü’minler içerisinde kişiye kıymetini kazandıran asıl keyfiyet de, takvâsıdır. Mü’minlerin yarışması istenen asıl alan da, yardımlaşmaları istenen asıl alan da budur. Diğer taraftan, Cemel Vak’asında karşı cephelerde yer almalarına karşılık Hz. Ali ile Hz. Talha ve Zübeyr’in üçünün birden ‘aşere-i mübeşşere’den olmasının da gösterdiği üzere, kişinin imanın ve takvâsının ölçüleceği kriter, onun ‘siyaseten’ durduğu yer değildir. Bilakis, iki müttaki zât siyaseten birbirine karşıt konumlarda da bulunabilir.
Şimdi, bu ölçüler açısından bakıldığında, kişinin siyasetle olan ilgi veya ilişkisinin ‘aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye’nin mi, ‘siyasetçilik ve tarafgirlik’in mi belirlediğini görmek daha da kolay hale gelir.
Kişi, başka kişileri hangi kriterle değerlendiriyor: Siyasetle mi, iman ve takvâ ile mi? Anlamak zor değildir. Bir tarafta kendisiyle ‘siyaseten’ aynı görüşte olan ve aynı seçimi yapmış olan ama ‘diyaneten’ müttaki değil de tam aksine ‘fâsık’ durumda bir kişi; öte tarafta kendisiyle ‘siyaseten’ ters düştüğü ama salih ve müttaki bir kişi… Hangisine daha yakın duruyor, hangisini kendisine daha yakın görüyor, duygu dünyası hangisi lehine ve hangisi aleyhine bir tutuma meylediyor? “Kim fâsık siyasetdaşını, mütedeyyin muhalifine, sû-i zan bahaneleriyle tercih etse, muharriki siyasetçiliktir.”
İman ile küfür arasında, elbette iman tercih edilir.
Takvâ ile fısk arasında, elbette takvâ tercih edilir.
Kur’ân’ın mü’minlerden istediği ölçü budur.
Gelin görün ki, eğer bir kişi şahsen dindar biri olmakla birlikte, kişiler veya gruplar arasındaki değerlendirme kriteri onun siyasî tercihine muvafık veya muhalif olması ise, o kişinin ekseni kaymış demektir. Bu kişi, siyasetle temasında harekete geçirici unsurun ‘aşk-ı İslâmiyet’ olduğunu söylüyorsa, doğruyu söylüyor değildir; çünkü ‘aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye’ onun kalbini, zihnini, ahlâkını ve davranışını biçimlendiriyor olsa, mütedeyyin bir mü’min için siyaseten kendisine muhalif olduğu için suizanlar geliştirmez ve siyasetdaşı olduğu için bir fâsıkı ona tercih etmek gibi ayarsızlıkların içine düşmez.
Hele ki, bu noktada sonuç alabilmek için, dinin belirlediği ölçüler dahilinde ‘mütedeyyin’ olan o ‘muhalif’in aslında ‘mütedeyyin’ sayılamayacağı; dinin belirlediği ölçüler dahilinde ‘fâsık’ olan ‘siyasetdaş’ının ise aslında ‘fâsık’ olmadığını isbat gayretkeşliği içinde imanı ve takvâyı bir siyasî tercih üzerinden ölçme gibi düşkünlüklere asla tevessül etmez.
Gelin görün ki, siyasî tarafgirlik buna dahi yol açabilmekte; siyaseten sonuç alabilmek ve kendi siyasî görüşüne/partisine/tercihine/liderine taraftar toplayabilmek adına kendi siyasî tercihine ‘dinin temsilcisi’ gibi bir misyon dahi yükleyebilmektedir. Bu ise, din umumun mâl-i mukaddesi olduğu, dolayısıyla hangi siyasî görüşten olursa olsun herkes dinin davetinin kapsama alanı içinde olduğu halde, ‘inhisar zihniyetiyle’ dini kendi siyasetin tekeline almak ve dini kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermek’ suretiyle ‘mütedeyyin’liği siyasî tercih üzerinden ölçmeye kalkmak gibi dinen ve ahlâken kabulü imkânsız ama ‘siyaseten’ sonuç alabilme yeteneği olan bir ahlâkî düşkünlüğü normalleştirmektedir. Halbuki bunun yol açtığı dehşetli sonuçlar vardır. En dehşetlisi de, dinin belli bir siyasî görüşün/zihniyetin/partinin/liderin elinde araçsallaştırılmasına tepki olarak, diğer siyasî görüşlere/partilere/liderlere/zihniyetlere mensup olan kişilerde ‘dine aleyhdarlık meyli uyandırmak’ ve herkesin mâl-i mukaddesi olan dini siyasetinin elinde bir koz olarak kullanmaya çalışırken ‘nazarlardan düşürmek’tir. Siyaseten sonuç almak adına dine verilen bu zararı ölçecek terazi, bu dünyada yoktur. Tarafgirliğin sebep olduğu ve şu dünyada güya ‘dindarların siyaseti’ adına sonuç alayım derken nicelerini dinin davetine cevap vermekten alıkoyan böyle bir vebali, ancak Hesap Gününün mizanı tartabilir!
Bediüzzaman, 1907’de geldiği İstanbul’dan 1919’da bu sözleri söylediği vakte kadar, ‘siyasetçilik’ ve ‘tarafgirlik’ diye tanımladığı ve kişiyi siyaseten ‘isabet etse de mes’ul’ hale getiren bu tablonun örneklerini bilfiil görmüş haldedir. Öyle ki, ‘fâsık siyasetdaş’ını ‘fâsık ama siyasetdaş’ diye, ‘mütedeyyin muhalif’ine ‘mütedeyyin ama muhalif’ diye tercih hadisesi, bizzat gözlerinin önünde cereyan etmiştir:
“Cây-ı dikkat bir hâdise: Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki: Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i sâlihi, tekfir derecesinde tezyif etti.” (Mektubat, Yirmiikinci Mektub: Uhuvvet Risalesi) “Hattâ benim otuz seneden beri siyaseti terkettiğime sebeb, bir mübarek âlimin takib ettiği cereyanın tarafgirlik damarı ile sâlih ve büyük bir âlimin onun fikrine muhalif olmasından tefsik derecesinde tahkir edip ve cereyanına ve kendi fikrine muvafık meşhur ve mütecaviz bir münafığı gayet medh ü sena etti.” (Emirdağ Lâhikası, I, 210. mektup) “Hattâ bir sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve tarafdar olduğu için hararetle sena ettiğini gördüm.” (Emirdağ Lâhikası, II, 101. mektup) “Bir sâlih âlim kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münafığı hararetle sena etti ve siyasetine muhalif bir sâlih hocayı tenkid ve tefsik etti.” (Hutbe-i Şâmiye) |
Bediüzzaman, ilgili risalelerde bu olayı bizzat gözüyle gördüğü bir hadise olarak bunu zikrettiği gibi, başka bahislerde siyasetin yol açabildiği tehlikeli bir ahlâk sukutu olarak buna dolaylı biçimde işaret etmektedir. Kastamonu Lâhikası’nın 84. mektubundaki şu uyarı, bunun bir örneğidir:
“Sakın, sakın, dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhassa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalâlet fırkalarına karşı perişan etmesin ‘El-hubbu fillâh, ve’l-buğzu fillâh’[1] düstur-u Rahmânî yerine, (el-iyâzü billâh) ‘El-hubbu fi’s-siyâseti ve’l-buğzu li’s-siyâseti’[2] düstur-u şeytanî hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adâvet ve el-hannâs gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve taraftarlıkla zulmüne rıza gösterip cinayetine mânen şerik eylemesin.” |
Bediüzzaman’ın ‘aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye’nin mi, ‘siyasetçilik’in mi bizi yönlendirdiğini; siyasetle temasımızın rahmanî ölçülerle mi yoksa şeytanî bi çizgide mi seyrettiğini tesbit için önümüze koyduğu ölçü budur. Siyasetçilik şerrinden Allah’a sığınılması gereken öyle bir belâdır ki, gözüyle gördüğü üzere, koskoca bir salih âlimi fâsık siyasetdaşını melek gibi övüp mütedeyyin muhalifini tefsik, tadlîl ve hatta tekfir eder bir dengesizliğe sürükleyebilmiştir.
Diğer taraftan, yine siyasetin uyandırdığı ‘tarafgirlik’ öyle bir belâdır ki, siyasî bir meseleyi dinî bir meseleye dönüştürüp siyaseten sonuç alma gayretkeşliğiyle umumun mâl-i mukaddesi olan dini kendi siyasetine âlet etme düşkünlüğüne yol açabilmektedir. Bu sebepledir ki Bediüzzaman, “Onüçüncü Mektub”da açıkladığı üzere, “Siyaset cereyanlarında, hem muvafıkta, hem muhalifte o nurların âşıkları var” diyerek, iman hakikatlerini “bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârâne telâkkiyatlarından müberrâ ve sâfi olan bir makamda” anlatıp aktarabilmek için “Eûzu billâhi mine’ş-şeytâni ve’s-siyâseti” demiştir.
Bediüzzaman’ın bu yazıda irdelediğimiz iki paragrafta ortaya koyduğu ölçüler açısından bize, bugüne bakalım:
Bugün bu ülkede siyaset yapan ‘alnı secdeye değen’ insanların, bu ölçülerin gerektirdiği hassasiyetle bu siyaseti yaptıklarını söyleyebilir durumda mıyız?
Bugün, özellikle Nur talebelerinin Bediüzzaman’ın burada ortaya koyduğu ölçülere riayetle, kişileri veya grupları değerlendirmede siyaseti değil takvâyı esas alır bir durumda olduklarını; hangi siyasî görüşe meyletmiş olursa olsun, hiçbirinin asla ve kat’a ‘fâsık siyasetdaşını mütedeyyin muhalifine tercih’ gibi durumlardan uzak olduklarını söyleyebilir durumda mıyız? Yoksa, ‘muhalif’se ‘mütedeyyin’ değil, ‘siyasetdaş’sa ‘fâsık’ değil gibi görür duruma savrulma mıdır yaşanan?
Bu meyanda, referandumda veya seçimde farklı oylar vermiş iki Nur talebesi beraberce aynı cemaatte ve aynı ders ortamında bulunup hizmetine devam edebilmekte midir; yoksa bir grupta veya başka bir grupta olmanın kriteri, belli bir siyasî tercihe meyletmek midir?
Şu veya bu gruptan Nur talebelerinin yaptığı bir iman dersine, muvafık veya muhalif, hangi siyasî görüşten olursa olsun herkes gönül rahatlığıyla gelebilir halde midir? Yoksa kırk yıllık bazı ders ve hizmet arkadaşıyla bile, siyaseten farklı tercihte bulundukları için, birbiriyle oturup ders yapamaz, hatta birbirine selam veremez halde midir?
Farklı siyasî tercihte bulunmuş Nur talebeleri, ‘hizmet-i imaniyede arkadaşımız’ olarak mı görülmekte midir; yoksa öyleleri için gıybeti geçelim, hakareti ve hatta iftirayı dahi caiz görürcesine davranan kişilere mi rastgelinmektedir?
Soruları çoğaltmamız mümkün.
Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu apaçık, ak ve pak ölçülere rağmen maalesef vâki olduğunu bildiğimiz, gözümüzle gördüğümüz, hatta bizzat yaşadığımız olaylara dayanarak sorulan sorulardır bunlar.
Nur talebelerinin çok büyük kısmı, maalesef, ‘siyasetten istiaze’ imtihanında, Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu ölçüler açısından sınıfta kalmış haldedir.
Vâkıa, maalesef budur. Vâkıayı görmezden gelenin veya inkârı mümkün değildir.
Eğer bir iman hizmetinin hâlâ bayraktarı olmak istiyorlarsa, siyaseten tercihleri ne olursa olsun, yapmaları gereken iman hizmetini “bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârâne telâkkiyatlarından müberrâ ve sâfi olan bir makam”a yeniden çekmeleri gerekmektedir.
(Not: Aksi halde neler olur ve ne gibi veballer oluşur?
Bir sonraki yazıda, Sünuhat’taki ilgili bahsin devamındaki uyarıya kulak verelim.)
[1] “Allah için sevmek, Allah için buğz etmek.” Buharî, Îmân: 1.
[2] Siyaset için sevmek, siyaset için buğz etmek.
© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu