GENÇLİK GÜNLERİMİN en ufuk açıcı okumalarından biri, Fransız düşünür Edgar Morin’in Avrupa’yı Düşünmek adlı kitabıyla ilgiliydi. Üzerinden otuz yıl geçmiş, ama o kitapta söylenen bir dizi husus sanki dün okumuşum gibi hatırımda. Yazarın Avrupa’nın geleceğiyle ilgili tehdit ve tehlikelere dair öngörüsü meselâ. Avrupa’nın yüz yüze geldiği belki en önemli tehdidin ‘Amerikanlaşma’ olduğunu söylüyordu Morin. Amerikanlığın en hâkim göstergesi ise, eline aldığı herşeyi metalaştırmasıydı ona göre.
Morin’in dile getirdiği bu tehlikenin, sadece Avrupa için değil, bütün dünya için bir gerçek olduğunu geçen otuz yılın hepimize gösterdiğini sanıyorum. Bütün dünya, giderek ‘Amerikan’laşıyor. Yeme-içme, giyim, eğlence, düğün dernek derken, ‘Amerikan tarzı’ tüketim kalıpları filmler ve diziler üzerinden ‘küreselleşirken, bunun etkileri Müslüman dünyanın sahillerinde de hissediliyor.
En başta, New York özentisi şehirlerimiz, bunun alâmeti. Dubai, Kuala Lumpur, Jakarta, İstanbul, hatta ‘Zemzem Towers’ı ve benzeri yapılarıyla Mekke dahi New York kopyası bir siluete gitgide daha çok bezeniyor. Şehirlerin ‘gökdelenli’ siluetlerinden o binaların içinde yaşanan hayatlara herşeyde bu izi görmemiz mümkün.
Öyle ki, bir dinî duyarlılık ve hatıranın eşliğinde, ibadet şuuruyla ve birer mübarek gün olarak yaşanması beklenen bayramlarımız dahi giderek ‘Amerikan’laşıyor. Sadece bayram günlerinin manevî çağrışım yüklü ‘holy day’dan salt tatili düşündüren ‘holiday’in indirgenişine bakarak bile, ‘Amerikanlaşma’nın herşeyi neye nasıl dönüştürdüğünü anlamak mümkün. Amerikanlaşma, herşeyi bir gösteriye dönüştürüyor ve herşeyi metalaştırıyor. Bayramlar bile, metalarla biçimleniyor ve ‘değerler’ bu şekilde metalaşırken, metalar değerleniyor.
Bu bakımdan, ‘dünyevîleşme’ denilen şeyin gerçekten ne olduğunu en iyi Amerika aynasında görüyoruz. Dünyevîleşme, ille de, dinî olanın reddi, uhrevî olanın dışlanması, semavî olanın gözardı edilmesi anlamına gelmiyor. Bilakis dünyevîleşme, dinî/uhrevî/semavî olanın da aslî değerinden ve anlamından uzaklaşarak metalaşması anlamına geliyor. Meselâ, dinî bayramlara bir itirazı yok dünyeviliğin; yeter ki, ibadet şuurunun yerini tüketim yarışı alsın, yeter ki mübarek günlerden tatil planları çıkarsın.
Kendisini en güçlü şekilde ‘Amerikanlaşma’yla belli eden bu dünyevileşme trendinin tezahürleri bir ibadet hassasiyetine dayanan bayramların giderek tatil ve tüketimle eşdeğer hale gelmeye başlaması değil yalnızca. Bunun, başkaca tezahürleri de var ve onlardan biri de şu: Velev ki bayramda tatile gidilmiyor da aile efradıyla buluşmaya hasrediliyor olsun, bayramı bayram yapan değerler etrafında gerçekleşmesi gereken bu bayram buluşmaları giderek artan bir dozda artık bir ‘gösteri’ ve ‘gösteriş’ yarışına dönüşüyor. Bayram sofralarımız ve ikramlarımız; sohbetlerimiz ve hatta bakışlarımız dahi adım adım ‘Amerikan’laşıyor.
Vaktiyle, Amerikan toplumunda depresyonun, hatta intihar eğiliminin zirve yaptığı dönemin Şükran Günü ve Noel’i içeren Kasım-Aralık ayları olduğuna dair bir haber okumuştum. Çünkü, bayramlarda ailenin kimi evlenmiş, kimi bekâr, ama değişik evlere ve hatta şehirlere dağılmış fertleri biraraya gelirken, bu o fertlerden bazıları için dünyevî göstergeler üzerinden ne kadar başarılı olduğunu göstermek için bir fırsat, dolayısıyla da başka bazıları için yine dünyevî göstergeler üzerinden ‘aşağılanacağını’ düşündüğü bir zemine dönüşüyordu. ‘Başarılı’ evlilikler-problemli evlilikler, ‘başarılı’ çoluk çocuk manzaraları-problemli çoluk çocuk manzaraları, araba modelinden markalı kıyafetlere ‘gözle görülür’ her fırsatla ifşa edilen ‘başarılı’ ekonomik durum-yine aynı göstergeler üzerinden ortaya çıkan ekonomik açıdan geride kalış… Bir ibadet şuuruyla yaşanması gereken, insanların ‘kul’ olduğunu hatırlamaları icap eden bayramların, giderek bir ‘benlik yarışı’nın sahnesine dönüşmesi…
Bunun ailenin özellikle duygusal, ailevî veya ekonomik açıdan daha sıkışık durumdaki fertleri üzerindeki etkilerini, içinde bayram buluşmalarının da olduğu Amerikan filmlerinden de biliyoruz.
Ve artık ‘film gibi’ yaşanan hayatlarımızda, bu olgu Müslüman dünyanın evlerinde, Müslüman bayramlarının buluşmalarında da giderek kesifleşen bir biçimde yaşanıyor.
Bayramların güzellik ve hikmetlerinden biridir; mü’minler, özellikle de akrabalar biraraya gelir, komşular birbiriyle bayramlaşır.
Biraraya gelinmelidir; lâkin bazıları bazılarına çokluk yarışında önde olduğunu göstersin diye değil.
Biraraya gelinmelidir; ama bazıları başka bazılarının paraca, maddiyatça, statüce kendisinden geride oluşuna bakıp ego şişirsin diye değil.
Biraraya gelinmelidir; fakat bazıları bazılarına karşı kendini ezik hissettin diye hiç değil.
Dünya imtihan meydanıdır ve bu dünya meydanında şu veya bu açıdan önde olanlar olur, geride kalanlar olur; işi gücü yerinde olanlar olur, işsiz ve güçsüz kalanlar da olur; ailece mutlu mesut yaşayanlar olur, eşiyle veya çocuğuyla sıkıntıları olanlar da olur. Bayramda biraraya gelişin bir hikmeti, bu durumun görülmesidir zaten. Böylece, imkânı geniş olanın darlık yaşayana ne şekilde yardımcı olabileceğini düşünür; onun da imtihanı budur ve ona nasip olan fazlaca imkân da başkasını ezsin diye değil başkasının elinden tutsun diye kendisine verilmiştir. Keza, ailece huzur içinde olan ailevî sıkıntı yaşayanın derdiyle hemhal olur, nasıl yardımcı olabileceği üzerinde düşünür, hiçbir şey yapamıyorsa en azından kalben onlar için duacı olur.
Bayramlar başkalarından haberdar olup durumlarını seyredelim diye vaz edilmiş değildir.
Başkalarından haberdar olup, haliyle hemhal olalım; derdine derman, sıkıntısına çare bulalım diyedir bayramda mü’minin mü’minle, dostun dostla, kardeşin kardeşle, akrabanın akrabayla buluşması…
Baksanıza; mü’minler için iki bayram var.
İlki, oruç ayı Ramazan’ın ardından Şevval ayının ilk üç gününde gerçekleştiği halde dilimize ‘Ramazan Bayramı’ olarak yerleşmiş olmakla birlikte, sünnetteki ifadesiyle Îdü’l-Fıtr, yani Fıtr Bayramı.
İkincisi, Kurban Bayramı.
İki bayrama da ismini veren amel-i salihe bakalım: fıtr sadakası ve kurban.
Mü’minin iki bayramında, bayrama ismini veren imi amel-i salih de ‘paylaşmayı’ içeriyor. İlkinde, bahşedilmiş hayata şükrümüzün bir ifadesi olarak, ihtiyacı olana, darda kalana verilmesi icab eden fıtr sadakası (dilimize taşınmış haliyle fitre) var. İkincisinde Allah için kesilmiş kurbanların sünnette tarif edilen biçimiyle ancak üçte birini aile efradına ayırırken, üçte birini ihtiyaçta olana, üçte birini eşe-dosta ikram etmemiz tavsiye buyurulmuş.
İki bayrama da rengini veren şey, ‘paylaşmak’ kısacası.
Demek ki, görüyor ve sadece seyrediyorsan, bayram ruh dünyana henüz gelmiş değildir.
Paylaşıyorsan, bayram sana da gelmiş demektir.
Elde paylasacak maddî birşeyimiz yok diyelim, en azından kardeşinin acısını paylaşarak azalmak, sevincini onlarla paylaşarak çoğaltmak, tebessümünü dağıtmak, mü’minlerin kalbine sevinç koymak ve onlar için Rabb-ı Rahîm’e duacı olmak gibi imkânlar hâlâ elimizde…
Bu mânâyı da hatırda tutarak, bir kez daha tekrar edelim: Seyrediyorsan, senin ruh dünyana bayram henüz gelmiş değildir. Paylaşıyorsan, bayram sana da gelmiş demektir…