İlkemin yanındayım

BİR ÖNCEKİ yazımız, bu yazıya bir girizgâh olarak yazılmıştı aslında. Ama bu yazıda söyleyeceğimiz söze bir hazırlık mahiyetinde söylediklerimizi hem zaten bir yazı hacmine ulaştığı, hem de bu yazıdan bağımsız olarak da dikkate alınmasının yerinde olduğu kanaatiyle, ‘devam edelim’ notuyla, sözü oracıkta bırakmıştık geçen yazıda.

Bir yönetimin âdil, meşru, haklı ve bütün bu özellikleriyle güçlü olabilmesi için ‘denetlenebilirliğin’ elzem olduğuna; bunun mümkün olması için de özgür bir kamuoyunun gerekliliğine dairdi önceki yazımız. Bunun, sanıldığı gibi bir yönetimi zayıflatmadığına, bilakis dıştan gelen her türlü tazyike karşı güçlendirdiğine bilhassa dikkat çekmiştik.

Bu cümleleri yazarken, zihnimizin bir ucunda, ‘adalet-meşveret-hürriyet-kanun hâkimiyeti’ esaslarına dayalı bir yönetimin Müslüman dünyanın bütün coğrafyaları için elzem olduğuna ısrarla dikkat çeken Bediüzzaman’ın saltanatın ürettiği istibdada karşı ‘meşrutiyet’in ‘meşruiyet’ini savunduğu Münazarat’taki bir cümlesi vardı. İstanbul’dan memleketine döndüğünde Van, Bitlis, Hakkari civarındaki aşiretlerle yaptığı münazaraları soru-cevap suretinde kaleme taşıdığı bir eser idi Münazarat. Ve bu eserin daha en başlarında, “İstibdad nedir, meşrutiyet nedir” sorularına cevap verirken, istibdatla mukayeseli biçimde meşrutiyet için yaptığı uzun tarifin bir cümlesi de şuydu:

“…Bir ince tel gibi her tarafa hevâ ve hevesin tehyîci ile çevrilmeye müstaid olan rey-i vâhid-i istibdâdı lâyetezelzel bir demir direk gibi, lâyetefellel bir elmas kılınç gibi olan efkâr-ı âmmeye tebdil eder; siz de, sefine-i Nuh gibi emniyet ediniz.”

Açık ve net biçimde, özgür bir kamuoyunun önemine dair bir cümleydi bu. Bir tarafta tek kişinin sözünün geçerli olduğu istibdad rejimleri, öte tarafta herkesin fikrini ortaya koyduğu, yapılmış, yapılan veya yapılacak işler üzerine herkesin sözünü söyleyebildiği hürriyet rejimleri.

İlk elde, her kafadan bir sesin çıkabildiği ikinci rejimler ‘kaotik,’ buna karşılık tek görüş ve tek sesin olduğu birinci rejimler tıkır tıkır işler gibi gözükebiliyordu; çok sesliliğin zayıflığa, tek sesliliğin düzene ve güce zemin hazırladığı gibi yanlış bir kanaat de sözkonusuydu. Lâkin, işin aslı tam zıddıydı. Belirleyici tek kişi ve tek sesin olduğu durumlarda, bir ülkeyi rüzgârın önündeki yaprak gibi yahut dümeni kırılmış bir gemi gibi istediği tarafa çekmek mümkün, lâkin ikincide imkânsızdı. Kaotik görünende denetlenebilir yapıda düzen, düzen vaad ediyor gözüken tek sesli yapıda kaos vardı. Çünkü, tek kişiyi etkilemek, koca bir kamuoyunu etkilemeye göre çok çok kolaydı; tek sesi yönetmenin ve yönlendirmenin kolaylığına nisbetle, çok sesli özgür bir kamuoyunu zorla bir yöne sevketmek imkânsızdı. Ortada ‘rey-i vâhid’ varsa, bir kişi konuşuyor ve herşeyi o belirliyorsa, o bir kişi üzerinden herşeyi etkileyebilirdiniz. Çünkü zahiren çok güçlü de görünse, o bir kişi neticede bir insandı; dolayısıyla, heveslerine veya vehimlerine dokunarak ‘bir ince tel gibi’ istediğiniz tarafa çekip çevirebilir, eğip bükebilirdiniz. Nitekim, Münazarat’ın daha sonraki sayfalarda, o tek kişinin etrafını çevreleyen dalkavuklar ve yalancılarla ‘içeriden,’ daha güçlü devletlerce ‘dışarıdan’ bir tazyikin bu tek kişi üzerinden mümkün olabildiğine dair geniş atıflar vardı.

Buna karşılık, adalet-meşveret-hürriyetin hâkim olduğu, ‘ülke’nin ‘ilke’yle yönetildiği, yönetenlerin de ‘ilke’ye bağlı olduğu rejimlerde, özgür bir kamuoyu, ortadaki bir meselenin bütün yönleriyle, güçlü ve zayıf yönleri, fırsatları ve tehditleri, imkânları ve riskleri, faydaları ve zararları ile etraflıca müzakeresini mümkün kılıyordu. Bu ise, heyecan ve hevesle veya tehevvürle değil, çok aklın ve çok gözün katıldığı bir müzakere ve meşveret zemininde kararların olgunlaşmasını sağlıyor ve isabet yüzdesini mutlak surette arttırıyordu. Ortaya çıkan tablo şuydu: bir tarafta ‘ince bir tel gibi her tarafa çevrilmeye müsait’ tek adam rejimleri, öte tarafta özgür bir kamuoyu ile sarsılmaz bir demir direk gibi, kırılmaz bir elmas kılınç gibi sağlamlaşan hürriyet rejimleri…

Gerçi, tek adam, tek görüş, tek ses yanlılarınca bu ikinci durumu ‘değersiz’ kılmak ve özgür bir kamuoyunu ‘ayak bağı’ olarak göstermek için kullanılan bir gerekçe vardı. Bu şekilde, geç karar alınıyordu, karar almak zorlaşıyordu; bu ise işi geciktiriyor, hatta tamamen engelliyordu. Buna karşılık, yine Bediüzzaman bu kez Münazarat ile aynı tarihte yazdığı Muhakemat ve “Devâü’l-Ye’s”te, kâinatta da işleyişini gördüğümüz şu fıtrî kanuna, şu âdetullaha dikkat çekiyordu: “…geç almak, geç bırakmak, metanet etmek.” Çabuk büyüyen, çabuk solar; geç büyüyen, daha metîn olur. Sadece ağaçlar âlemine bakmak, bu sünnetullahı okumak için yeterliydi. Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın şu hadisi, bu fıtrî kanuna da işaret etmekteydi: “Teennî Rahmân’dandır, acele şeytandandır.” Teennî; yani his ve hevesle acele karar verip hemen harekete geçmemek, sakin bir şekilde etraflıca düşünüp taşınarak bir karara ulaşmak ve bir eyleme girişmek. Aceleyle işe girişen erkence tökezler ve kolayca vazgeçerken, teenni ile hareket edip düşünüp taşınarak yola koyulan engellere rağmen menzil-i maksuda kadar gidebiliyordu.

Yine bir uzun mukaddimeden sonra söylememiz gereken asıl söze gelirsek; bir önceki hafta, bu ülkenin vicdanlı insanlarının, özellikle de dindarlarının gözardı etmemesi gereken üç manidar olay vardı. (1) 14 Ağustos, Batı ve Suud destekli Mısır diktatörü Sisi’nin emriyle Rabia meydanında gerçekleştirilen katliamın beşinci yıldönümüydü. (2) Haber ajansları, Çin rejiminin dinlerinden vazgeçmeyen milyonlarca Uygur Türkleri’ni toplama kamplarına alma yönünde bir uygulamaya başlattığını haber veriyordu; bu meyanda oluşan insanî endişeler, Birleşmiş Milletler kaynaklarına da atıfta bulunarak dile getiriliyordu. (3) Sözümona ‘şeriat devleti’ olduğu iddiasındaki, ama şeriatın vazgeçilmezi iki temel ilkeyi çiğneyen, yani hürriyetsiz ve adaletsiz iki rejim olarak İran ile Suudî Arabistan’ın hegemonya savaşına maruz Yemen’de[1] bir okul otobüsünü hedef alan Suud-menşeli füze saldırısında 29’u çocuk 50’den fazla masum insan katledilmişti.

Aynı tarihte, Suriye’de, Irak’ta, Filistin’de, Myanmar’da, Orta Afrika Cumhuriyeti’nde, Kafkaslar’da, başka bir dizi coğrafyada maalesef devam ettiği için ‘kanıksadığımız’ ve dolayısıyla ‘duyarsızlaştığımız’ insanlık suçları da olduğu gibi sürüp gidiyordu ayrıca…

Müslüman olup olmadığına bakılmaksızın, masum insanları hedef alan, ‘haksız yere cana kıyan’ her fiile ve her faile tavır koymak, âyetle sabit, müminin boynunun borcu. Mümin bu zulümleri gücü yetiyorsa eliyle durdurmakla, yapamıyorsa diliyle karşı çıkmakla, onu da yapamaz durumdaysa kalbiyle buğzetmekle yükümlü. Ki âlimlerimiz, hadiste dile getirilen bu üçlü aşamayı, güç ve yetki sahibi eliyle, ilim ve fikir sahibi diliyle, avâm ise kalbiyle karşı çıkmakla yükümlü diye de harikulâde bir şekilde şerhetmişler.

Durum bu iken, geçmiş yıllarda ‘Rabia’ diyerek doldurulan meydanlar da boştu; gazete manşetleri de, gazete köşeleri de, TV açık oturumları da… Geçelim, ne kadar tesirlidir bilinmez ama evvelce hevesle ve organize bir şekilde girişilen çabalara benzer şekilde “Rabia’yı TT yapalım” kabilinden çocuksu bir gayretten dahi eser yoktu. Aynı şekilde, ‘konvansiyonel’ medyaya baksak, Çin’de Uygur Türklerine yönelik zulme dair bir haber de sözkonusu değildi. Keza, Yemen’de katledilen masum canlara karşı da ‘görmedik, duymadık, bilmiyoruz’ tavrı tercih edilmiş haldeydi.

Oysa geçmişte ne olurdu?

Sosyal medyanın ‘timeline’ı ilgili konuya dair mesajlarla dolar, konuyu Türkiye’de ve dünyada bir numaralı ‘TT (trend topic; en çok konuşulan konu) yapmak için sağa-sola haberler salınır, siyasîlerin demeçleri ve meydan konuşmaları konuya dair atıflarla dolu olur, manşetler, köşeler ve açık oturumlar bu konulara ayrılır; bununla da kalınmaz, belediyesinden STK’larına, bakanlıklarından üniversitelerine elli bin yerde konuyla ilgili panel-sempozyum-konferans-sergi organize edilirdi.

Peki, neden olmadı?

Siyasîlerin neden konuşmadığını biliyoruz.

Öncelikle, uluslararası dengeler açısından kolay durumda değiller.

İkincisi, ‘Rabia’ kelimesi dahi bir özgürlük mücadelesi iken bir milliyetçilik söylemine dönüştürülmüş halde iken Mısır’ı ve Rabia katliamını konuşmak ‘siyaseten doğru’ değil; çünkü ‘Arap Baharı’ denilen güzel rüya için halklar yola çıkmış ama sonuç kâbus olmuşsa, bunda bizim, bu ülkenin kanaat önderlerinin ve bilhassa şartları doğru tahlil etmeden müşevvik olmuş siyasîlerimizin ciddi sorumluluğu var. Ama yine ‘grandiyözite’ ile mâlûl halde yeni maceralara açık yeni hayaller arzedilirken, dünden miras bu gibi ‘sorumlulukların’ hatırlanmaması, dolayısıyla da konuşulmaması gerekiyor. O sebeple de bu siyasî suskunluğun psikolojisini anlıyoruz. Siyasîler Çin’in Uygun Türklerine yönelik zulmüne de ses çıkarmadılar ve çıkaramazlar; çünkü kıssa-i Yusuf’tan alınması gereken ders mucibince doğru bir kaynak yönetimi gerçekleştiremedikleri için karşılarına çıkan ekonomik manzarada, aynı zamanda Çin’den borç para talep etmeye mecbur haldeyken böyle birşeyi yapabilmelerinin siyaseten imkânsız olduğunu görebiliyoruz. Keza, uluslararası şartlar, özellikle de Orta Doğudaki dengeler ve yine kimi ekonomik endişe yahut beklentiler sebebiyle katlettiği masum canlara rağmen Suud rejimine tavır koyabilecek durumda olmadıklarını da görüyoruz.

Bütün bunları, ‘mazur görmek’ anlamında söylüyor da değilim. Özellikle de bir yandan ‘dünyaya adalet dağıtan ülke ve lider’ imajı sunarken bir yandan bu suskunluğu en azından dürüstlüğe aykırı görmekteyim. Ama siyasîler açısından, herşeye rağmen, durum, anlaşılır bir durum. Hakkâniyete değil güce göre oluşturulmuş kahrolası bir ‘reelpolitik’ zemininde ve ekonomik açıdan bu kadar sıkışmış bir halde iken, bu zulümler karşısında siyasîlerden değil ellerinden, ‘dillerinden’ dahi bir ‘buğz’ beklemeyecek kadar gerçekçiyim.

Ama ya kamuoyu? Ya kanaat önderleri, köşe yazarları, akademisyenler, âlimler, hocalar, sivil toplum kuruluşları, dernekler, düşünce kuruluşları, cemaatler, dahası ve ötesi…

Onların bir siyasî sorumluluğu yok. Onlar ülke yönetmiyorlar. Onların zulume zulüm demelerine mani olacak bir ‘konjonktür’ sözkonusu değil. Onların da mı vicdanı kurudu?

Özellikle medyada, akademyada ve bir kısım sözümona ‘think tank’lerde boy gösteren kapıkulu ‘profesyonel’leri biliyoruz. ‘Vatan sana canım feda’ kıvamında söylemler üretirken edindikleri makamlar, oturdukları postlar ve aldıkları ücretler itibarıyla her açıdan ‘profesyonel’ olan bu insanların vicdanlarının da ‘profesyonel’ biçimde işlemesi beni şaşırtmıyor. Ücret aldıkları yerden gelen emirle bir konuda bir sene en canhıraş feryadı koparırken, ücret aldıkları yerden emir gelmediği veyahut ‘sus’ emri geldiği için aynı konuda bir başka sene susmayı elbette başarmaları gerekiyor. Veya aynı zulüm yönetenlerin ‘kavgalı’ olduğu bir ülke tarafından yapıldığında ortalığı feryada verirken, yönetenlerin ‘anlaşmalı’ olduğu bir ülke tarafından yapıldığında üç maymunları oynamaları gerektiğinin de farkındayım. Onlar, ‘ekmek kapısı’ dedikleri yoldan ‘vicdan satarak’ geçiyorlar, bu sır değil. Biliyoruz, onlar, gelen talimata göre çalışırlar. Aynı yanlışı bir ülke yapınca susup, öbürü yapınca savunabilirler; aynı ülke dün yapınca konuşup bugün yapınca susabilirler veya duruma göre, dün susup bugün konuşabilirler…

‘Profesyonel vicdan’lar, elbette bahsimizin harici. Onlar bizi şaşırtmıyorlar.

Peki ya diğerleri? Nerede İslâmcılarımız, nerede cemaatlerimiz, nerede sivil toplum kuruluşlarımız, nerede ‘İslâmî duyarlılık’ yüklü söylemlerin ‘ağır abiler’i, nerede ‘ümmet şuuru’nu dilinden düşürmeyenler?

Tevbe sûresinin 122. âyetinin emri açık. Cihada bile, hepiniz birden gitmeyin diyor Hakîm ve Rahîm olan âlemler Rabbi. Bir kısmınız geride kalsın, dinde ‘tefakkuh’ etsin, derinlemesine bir dinî idrak ve kavrayış için çalışsın, emek versin. Neden? Cihad alanı, maddî yaralanmaya açık olduğu kadar, manevî yaralanmaya da açık bir alandır. Savaşın şartlarında öfkenin galebesiyle ‘kıst’i çiğneyip adalet ölçülerinden şaşabilirsiniz, zaferle gelen bir gurur sarhoşluğuna kapılabilirsiniz, yenilgiyle gelen bir bezginliğe ve gevşemeye duçar olabilirsiniz, yahut kendilerine karşı mücadele ettiklerinizin hayatına özenip onlarınki gibi sarayların sevdasına düşebilirsiniz. O yüzden, bir kısmınız geride kalsın, dinde tefakkuh etsin; ‘ola ki uyarılmanız gerekir.’

Uyaracak olanlar nerede peki?

Yazık ki, uyarması gerekenlerin de bir kısmının vicdanı artık ‘profesyonel;’ bu kadar düşmemiş olanlarınki ise ‘konjonktürel.’

O yüzden bizim mahallede gelinen nokta, özgür bir kamuoyunun yitimi ve tek sesin egemenliği.

Ama fikirlerin özgürce ifade edilmesiyle oluşan bir kamuoyu olmadığında, yönetenler sandıkları gibi daha güçlü olmuyorlar, içte ve dışta hegemonik unsurların tazyikine daha da açık hale geliyorlar.

Ülkesini seven, ilkeyi korur velhasıl, ilkesel konuşur.

Vicdanı hükûmet kapısında nöbet tutan bir kamuoyundan kimseye hayır gelmez; yönetilenlere de, yönetenlere de…

“Ülkemin yanındayım” demenin yolu, ilkenin karşısında olmaktan geçmiyor…

Bilinse keşke!


[1] Not: Yazının bu kısmında dakikalarca durdum. Çünkü bu durumlarda Türkçe’de kolayca kullanıverdiğimiz bir kelime var, ama o kelimeyi kullanmak istemedim. Pekâlâ saniyeler içinde “İran ile Suudî Arabistan’ın hegemonya savaşının kurbanı Yemen’ diyebilirdim. Ama bu yaygın kullanım, aslında bizim ‘kurban’ın hakikatini kavrayamadığımızı gösteriyor. Kurban gibi Allah’ın emrine uymayı ve O’nun yakınlığını ummayı içeren bir ibadeti ifade eden bir kelimenin böyle olumsuz durumlar için asla kullanılmaması gerekiyor. Dilde yerleşik anlamlara göre çağrışımı daha zayıf ‘maruz’u seçmem o yüzden; zira ‘kurban’ kelimesine Türkçe’de iade-i itibar borcumuz var. Hele ki Kurban Bayramının arefesinde, o olumsuz tablo için o güzel kelimeye haksızlık edemedim, edemezdim…

  19.08.2018

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut