BEDEVÎSİ VE medenîsi ile bütün Arap kabileleri, komşu devletler, bütün dünya, şartlar, güçlüler, konjonktür ve trendler… Aklınıza her ne geliyorsa hepsinin Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın ve getirdiği semavî haberin aleyhine gözüktüğü bir zeminde onun yanında durabilmiş sahabilerin hepsi, elbette gözbebeğimizdir. Onlar ki, bizim gibi bindörtyüz yıllık bir tarihe ve mirasa, milyonlarca esere ve milyarı aşan bir nüfusa yaslanarak değil, onlar da olmasa yeryüzünde “lâ ilâhe illallah’ diyen hiç kimse kalmayacak bir avuç insan durumunda oldukları şartlarda hakka iman eden kalb, hakkı savunan dil, hakkı tutan el olabilmişlerdir. Onlar ki, inandıkları Rab inandıkları Kitabında inandıkları peygamberi ile dikensiz gül bahçesi vaad etmeyip, bilakis canlarıyla ve mallarıyla sınanacakları haberini verdiği halde iman etmiş; ve onca sene yüzlerce defa hem canlarıyla hem mallarıyla sınandıkları halde bu imtihandan yüzlerinin akıyla çıkabilmişlerdir. Bütün bu vasıflarıyla onlar, elbette gözbebeğimizdir.
Sahabiler, derece itibarıyla onlardan sonra gelen bütün müminlerin tartışmasız üstündedir. Sonraki hiçbir kuşak mertebece onlarla kıyaslanamaz. Ama onların dahi kendi içlerinde dereceleri vardır. İçlerinden İslâm’ı en önce seçenler, muhacirler, Bedir ashabı, “O ağacın altındayken Allah müminlerden razı olmuştur” müjdesine (bk. Fetih, 48:18) erişen Hudeybiye ashabı, Mekke’nin fethinden önce Medine’ye hicret edenler, fetihten önce Müslüman olanlar derken… sahabiler içinde de dereceler vardır.
Benzer şekilde, cesaretiyle, takvâsıyla, verâsıyla, sehavetiyle, ilmiyle öne çıkanlar derken, bu açıdan da sahabilerin kendi içinde dereceler vardır.
Nitekim, diğer sahabilerin dahi bilmedikleri veya tereddüt ettikleri konuları gelip kendilerinden sorarak öğrendikleri ‘âlim sahabiler’ vardır. Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbas, Muaz b. Cebel, Übey b. Ka’b, Ebu Musa el-Eş’arî onlardandır meselâ. Abdullah b. Mes’ûd da onlardandır. Dahası, aynı anda hem ilk Müslümanlardan, hem Muhacirînden, hem Bedir ashabından, hem Hudeybiye ashabından olmak gibi şerefleri de üstünde taşımaktadır. Ve, ilminin yanında kahramanlığı ve idareciliği ile de temayüz etmiş olup, bütün bu vasıflarıyla sahabiler içinde dahi müstesna bir simadır.
İlmiyle öne çıkan, yüzlerce talebe yetiştiren, 900 civarında hadisin ravisi olup o noktada da önde gelenler arasına ismi yazılan, sahabiler içinde Kur’ân’ı en iyi bilenler arasında anılan bu güzide sahabinin, ilâhî ve nebevî mirasın sonraki nesillere taşınması, Kur’ân’ı ve sünneti anlama ve yaşamada yolun ve usulün anlaşılması bakımından müstesna bir yeri vardır velhasıl.
Yetmişten fazla sûreyi bizzat Resûlullah’tan dinleyip ezberleyen Abdullah b. Mes’ûd’un Kur’ân’a dair müktesebatıyla ilgili olarak söylediği, ilk duyduğum onlarca sene öncesinden bugüne her hatırlayışımda benim hem gülümseten hem de ilmin edebine dair muazzam dersini bir kez daha veren manidar bir sözü vardır. “Yemin ederim ki, Allah’ın Kitabında, nerede nâzil olduğunu bilmediğim bir sûre ve kimin hakkında indiğini bilmediğim bir âyet yoktur” der İbn Mes’ûd, ama sözü burada bitirmez. Sözü burada bitirmeyip, devamında “kısacası, benden iyi bileni yoktur” gibi bir iddia ve iftihara da girişmez. Bilakis, Kur’ân’a dair her bilgiye olan aşk, şevk ve iştiyakını veciz biçimde ifade eder sözünün devamında. İlme yakışan edebin, iddia değil tevazu, tokluk değil iştiyak olduğunu da bize öğreten bir devam cümlesidir bu: “…Bununla birlikte, Allah’ın Kitabını benden daha iyi bilen birinin var olduğunu bilsem hemen ayağına gider, ondan faydalanırdım” (bk. Buhârî, Fezâ’ilü’l-Kur’ân 8).
Kur’ân’a ve sünnete dair bu engin ilmiyle birlikte, kendi görüşlerini Allah’a ve Resûlullah aleyhissalâtu vesselama nisbet etmeme konusundaki titizliğiyle de edep öğretmiş bir âlim sahabidir o. Talebelerinin aktardığına göre, hakkında Kur’ân’da ve hadislerde açık bir hüküm bulunmayan bir konuda kendi görüşünü belirttikten sonra, İbn Mes’ûd şöyle dermiş: “Eğer doğru ise Allah’tandır, yanlış ise benden ve şeytandandır. Allah da, resûlü de bu yanlışlıktan uzaktır.”
Sözün kısası, nebevî mirasın istikamet üzere nesilden nesile taşınmasını mümkün kılan İslâmî ilimlerin inkişafında hem ortaya koyduğu yol, hem öğrettiği ilim, hem yetiştirdiği talebeler ile Abdullah b. Mes’ûd’un güzide bir yeri vardır. Müfessirler de, muhaddisler de, fakihler de; Kitabullah ve sünnet-i Resûlullah’ın nasıl anlaşılıp yaşanacağı konusunda onları üstad edinen biz sıradan müslümanlar da, bu bakımdan kendisine çok şey borçludur. Bu noktada özellikle İmam-ı Âzam Ebu Hanife çizgisi, en özet biçimiyle ifade edilecek olursa Hammâd-Nehâî-Alkame tarikiyle, Abdullah b. Mes’ûd’a gelip dayanmaktadır.
Hayatı öğrenmek ve öğrenmekle geçen Abdullah b. Mes’ûd’un talebelerine, talebeleri üzerinden hepimize öğrettiği bir husus ise, özellikle bu topraklarda ve bütünüyle Müslüman coğrafyada müthiş altüst oluşlar, gelgitler, çöküşler ve yıkılışlar, hayaller ve sukut-u hayaller, ümitler ve karamsarlıklar yaşadığımız şu son dönemde bilhassa akıl kulağında küpe olarak kalması gereken bir söz gibi gözüküyor bana.
Şu son dönemde ve son senelerde, ne fırtınalar, ne kaoslar, ne şaşırtıcı haller ve keyfiyetler yaşadık, değil mi?
Dün söylenenler ve bugün söylenenler, dün beraber olunanlar ve bugün ayrı düşülenler, dün övülenler ve bugün sövülenler… diye başlayıp uzayan bir liste yapılacak olsa, karşımıza neler ve neler çıkar birbiri ardınca kimbilir. Meselâ, on sene önce ölmüş olsa türbesini kim yapacak diye yarışa girecekleri biri için, dün ölse o yarışı yapacak zevat bugün tekfirde eli arttırma yarışında. Dün övdüğüne bugün sövenler, dün sövdüğüne bugün övgüler diziyor. Dün dediğini bugün yalanlayanlar, dün yalanladığını bugün doğrulayanlar; dün yapmam dediğini bugün yapanlar, dün yapacağım dediği şeyi bugüne kadar hiç yapmayanlar; dün melekler gibi tarif edilirken bugün şeytanlaştırılanlar, şeytan iken melekleştirilenler; dün kara dediğine bugün ak, dün ak dediğine bugün kara demekle meşgul olup bir türlü griye gri diyemeyenler…
O kadar karmaşa, o kadar kaos, o kadar bilgi ve usul kirliliği, o kadar edep nasipsizliği, o derece itidal ve muvazene yoksunluğu…
Herşeyin karmakarışık olduğu o kadar ağır bir fitne kol geziyor ki ortalıkta…
Dünün ayarsızlığı, bugünün ayarsızlığı; dünün ifratı, bugünün tefriti.. derken, itidal yine çok uzağımızda; ilkesel duruş yine çok ötelerde. İlkenin düz çizgisinin yerine, dün de bugün de, ‘pozisyon’un eğriliği tercih edilen seçenek konumunda…
Yaşayanların nelerle imtihan olunduğuna; kişilerin hayatta olduğu sürece kaç ayrı hal ile sınandığına, hangi tür fitnelere maruz kaldığına ve hangi fitnelerin sebebi olabildiğine bakınca, Bayezid-i Bistâmî’yi hüzünle ağlatan güzel haberi de hatırlıyor insan. Yetmiş yaşında bir papazın Müslüman olduğu haberi geldiğinde herkes sevinçler içindeyken, ağır bir hüzünle hüngür hüngür ağlar Ebû Yezid. Sevinenler, sevinilecek hale neden ağlıyorsun diye sorduklarında ise şu cevabı verir: “Yetmiş sene papaz olarak yaşayan kişi Müslüman olarak ölecekse, bu demektir ki, yetmiş sene Müslüman yaşadım diye benim Müslüman olarak öleceğimin garantisi yok; işte buna ağlıyorum.”
Yaşananlar, altüst oluşlar, kaoslar, karmaşa, fitne, ifratlar ve tefritler ortasında Bayezid’in bu sözüyle birlikte, onu ağlatan bir akıbetin benzerinden uzak durabilmek için ise, İbn Mes’ûd’un talebelerine söylediği nasihat imdadımıza yetişiyor işte. Tecrübeyle sabit ‘yaşayanların başına ne geleceğinden, nelerle imtihan olunacaklarından emin olamama’ tablosuna karşılık, böylesi bir fitneden yarasız-beresiz kurtulabilmek için, “Bir yol takip etmek isteyen, bu yolu, ölmüş olanların yolundan seçsin” diyor Abdullah b. Mes’ûd. Neden? “Zira hayatta olanların fitnesinden emin olunamaz.”
İbn Mes’ûd, ‘ölmüş olanların yolu’ derken, bu dünyada ‘yolcu ve altında konakladığı ağaç misali’ yaşayıp tertemiz bir hayatla bu diyardan göçmüş Resûlullah’ı ve onun yolu üzere bu dünyadan göçmüş sahabilerini kastediyor elbet. Nitekim, sözünün devamında şöyle söylüyor: “Ölmüş olanlar ise Peygamber’in ashâbıdırlar. Onlar bu ümmetin en efdalidir. Kalpçe en temizleri, ilimce en derinleri, amelce en ihlaslıları yine onlardır. Allah, Peygamber’in sohbeti ve dininin yerleşmesi için onları seçmiştir. Öyleyse sizler onların üstünlüğünü idrak edin, onların yolundan gidin, elinizden geldikçe onların ahlâkını ve yaşayış tarzlarını kendinize örnek kılın. Zira onlar en doğru yolda idiler.”
Müslümanın müslümana imtihan sorusu olduğu, söylem ile eylem arasındaki mesafenin daha da açıldığı, dünden bugüne yaşananların bugünden yarına yaşanacaklara dair derin bir endişeye bizi çağırdığı bir zeminde; peşinden gidilen önderlerin sorgusuz sualsiz peşlerinden gidenleri istikametsiz yollara yöneltebildiği ayân-beyân görülmüşken, Abdullah b. Mes’ûd’un bu sözünün bizim için de bir kurtuluş formülü sunduğunu düşünüyorum.
Resûlullah aleyhissalâtu vesselam, sahabiler, onların adımlarını takip edenler (tâbiîn), onların adımlarını takip edenleri takip edenler (tebe-i tâbiîn) derken, Asr-ı Saadetten bugüne, sapmamış ve saptırmamış, aldanmamış ve aldatmamış, ayağı kaymamış ve ayakları kaydırmamış halde Kur’ân ve sünnet üzere yaşayıp da ölmüş olanların yolunu yol, usulünü usul, mirasını miras edinmek; yaşayanları ise, onların hayatlarında yürüdükleri ve hayatlarıyla öğrettikleri yolun hendesesiyle tartmak, ölçmek, değerlendirmek…
Yaşayanların yolunu asıl edinip onların eğrilerine doğru demek, zikzaklarına istikamet görüntüsü vermek uğruna dünü eğmek ve yarını bükmek değil; ‘ölmüş olanların yolu’nu yol edinip, yaşayanların doğrusuna doğru, eğrisine eğri diyebilmek…
Fitne büyük, imtihan şedid, çözüm belli.
Şükür ki, iman ve istikamet üzere yaşamış, sapmadan ve saptırmadan bu dünyadan göçmüş mürşidlerim var.
Şükür ki, elimden geldiğince, ‘ölmüş olanların yolu’ndan gitme gayreti içindeyim.
Şükür ki, yaşayanların hiçbirisine eğrisine de doğru diyecek kadar meftun yahut doğrusuna da eğri diyecek kadar düşman değilim. Ölmüş olanların geride bıraktığı teraziyle tartmaya çalışıyorum hepsini de.
O yüzden, aklım hür, vicdanım azad.
O yüzden kafam gözüm rahat…
Ölmüş olanların yolu en selametli yol, inanın.
Herkese tavsiyemdir…