BENİ KUR’ÂN’LA ve Resûlullah’la tanıştıran mürşidim Bediüzzaman Said Nursî’nin zihnimde en uyarıcı işaretler bırakan risalelerinden biri, 1911’de yazmış olduğu “Devâü’l-Ye’s”idir.
Batının askerî, siyasî, ekonomik, teknolojik.. her koldan ilerlemesi karşısında Müslüman zihinlerin bedbinlik içinde öfke ve teslimiyet uçlarından bir uç beğenmeye zorlandığı bir vasatta ‘ümitsizliğin ilacı’ olarak yazılan bu risalenin daha en başında, bir ‘medenî engizisyon’a dikkat çeker Bediüzzaman. Tarih kitapları engizisyonu Batının ‘Orta Çağ’ının bir simgesi olarak anlatsalar da, ona göre bu, modern zamanların da gerçeğidir. Batının düşünceler ve inanışlar üzerinde uyguladığı engizisyon şiddeti Orta Çağ’da bitmiş değildir, bilakis modern çağlarda da berdevamdır. Bir farkla ki, dünün doğrudan bedenler üzerinde fiziksel şiddet uygulayan kaba engizisyonunun yerini, zihin ve duygu durumu denetimini sofistike yöntemlerle yapan ‘medenî’ engizisyon almış haldedir.
Bu modern ‘medenî’ engizisyonun en önemli aracı ise, kelimeler, kavramlar, ‘görüş’ler, sorular ve hazır cevaplardır.
Misal; ‘vitrin’leriyle bütün dünyanın gözlerini kamaştıran Batı, ara sokakları, hele ki arka sokakları gizler. Oysa Londra’nın ışıltısı İngiltere’nin yanıbaşındaki İrlanda’da yaşanan Büyük Açlık’tan da, Hindistan ve Afrika’daki kıyımlardan da bağımsız okunamaz. Paris’in, Amsterdam’ın, Viyana’nın yahut New York’un parıltılı vitrinlerinin ardında da benzer tablolar saklıdır. Ama vitrinlerin ışıltısıyla kamaşmış bir gözün, ötesini görmeye de, düşünmeye de mecali olmaz.
Bilakis, göz kamaştırıcı ‘vitrin’ler üzerinden gerçekleşen bir ‘gözbağcılığı’yla Batı kendi tecrübesini ‘tarihin sonu’ ve insanlığın nihaî varış yeri olarak takdim eder ve dolayısıyla maddî anlamda kendi ulaştığı seviyeye ulaşması için herkesi aynı yoldan yürümeye çağırır. Batı dışı bütün dünyada, bu arada Müslüman dünyada varolan ‘müstağribler’ güruhu, bu çağrının ürünüdür işte. Meselâ Müslüman topraklarda Batının medenî engizisyonu öyle işlemiştir ve işler ki, maddî başarısı üzerinden bazı zihinleri aşılayarak, “bir kısım nâmeşru evlâdını vücuda getirip, İslâmiyete karşı kinini ve hiss-i intikamını icra eder.” Peki, nasıl yapar bunu? “Diyanetsizliğe veya lâubaliliğe veya Hıristiyanlığa temayüle veya İslâmiyetten şüpheyle soğutmaya bir kapı açmak ister.” Neticede, hepsi de, Batı tecrübesine dayalı davetlerdir. Öncelikle, kendisinin yaptığı gibi gibi dinden kopuk ve hatta dine düşman lâdinî bir zihniyet ve hayat inşa etmeye çağırır. Bunu yapmıyorsa, din ile ilişkisini ‘liberalize’ ettiği, lâkayt gevşek bir yaşayış önerir. O da değilse, Hıristiyanlığın yaşadığı tecrübeyi takip ederek, ‘Hıristiyanîleşmiş,’ özellikle de protestanlaşmış bir Müslümanlığa yönlendirir. Ve her hâlükârda, İslâm ile arasında zihinsel, duygusal ve amelî mesafeler oluşmasını hedefler.
Mantık, arızalı, ama basittir: Sonuçta, ikisi de ‘din’ değil midir? ‘Din’ olarak Hıristiyanlık ile Batının kurduğu ilişkinin modern dönemlerde aldığı şekil ile Batının maddeten ileri gitmişliği arasında kurulan ilişki üzerinden, her din ve her coğrafya için, bu meyanda Müslüman coğrafya ve İslâm için de aynısı önerilir. Neticede, bu topraklarda ve bütünüyle Müslüman dünyada ikiyüz yıldır olup biten, Avrupa’nın ‘tercüme bürosu’ gibi çalışan müstağrip bir entelijansiya ile Batıda yazılmış bir piyesin gönüllü oyuncusu olmaya teşne asker-sivil yönetici elitler ve uzantıları ile ‘Müslüman bakiye’ arasında yaşanıyor değil midir?
Kendi dinine ve toplumuna Batıdan ithal sorular sorarken Batının hazır cevaplarına özgürce soracağı özgün sorulardan uzak olanların Batının göz kamaştırıcı vitrinlerine kilitlenmenin getirdiği görüş darlığı ile sorgusuzca hazmettiği nice nice kelimeler ve kavramlar vardır bir de. Meselâ Batı, vahyedildiği keyfiyetten uzaklaştırılıp ‘insan-eseri’ bir dine dönüştürülmüş muharref Hıristiyanlığın ürettiği Orta Çağ şiddeti üzerinden, her türden dine dönüş çabasını ‘fundamentalizm’ olarak niteler ve ‘din’ kötü birşey olarak resmedildiği için de her türden dinin esaslarına dönüş çağrısının ifadesi olarak kavramsallaştırılan ‘fundamentalizm’ kötü birşey olur. Ve müstağrip dimağlar, bu kelime hangi coğrafyanın ve zihniyetin çocuğu, bizim zihnimize bu kelimeyi kim telkih etti sorgulama zahmetine girmeksizin kabullenir ve dahası ‘köktendinci’ diye de tercüme ediverir. Din kötü, köktendincilik ise kökten kötüdür buna göre.
‘İçimizden’ bazıları, böyle böyle ‘müstağrip’ hale gelir işte.
İçimizden başka bazıları da, bu kelimeyi sorgusuz kabullenen müstağriplerin esaretini de, onları esir eden garplıların kendi tecrübelerini nâhak yere insanlığı kuşatan genelgeçer tecrübe diye sunma cesaretini de görmeden ‘ılımlı’ bir sunumla dinini de, kendisini de bu engizisyonun hışmından kurtaracağını sanır. Bütün kutsallara savaş açan bir zihniyete had sorması ve haddini bildirmesi gerekirken, İslâm’ın ne denli ‘barışçıl,’ ‘insancıl,’ ‘ılımlı,’ hatta ‘modern’ bir din olduğunu isbata girişir; ve Müslümanlar içinden ‘öfke kontrolü’nden nasipsiz az bir orana bu tanımı yakıştırmakla meseleden sıyrılmaya çalışır. Oysa karşısında “Ben başörtüsüne izin veriyorum, sen de eşcinsel evliliğine izin verecek misin?” diye sorabilen bir azgınlık vardır; ve bu soruya cevabınız ‘hayır’sa (ki tanım gereği, Kur’ân’a iman eden her Müslümanın bu soruya vereceği cevabın hayır olması icap eder) siz onun gözünde zaten ‘köktendinci’sinizdir.
Bu örnekte olduğu gibi, tarifleri o yapar, kavramları o biçimlendirir, soruları o sorar ve doğru cevap şıkkını o hazırlar. Hazır cevaplarına yönelik sorunuz, evvelce pişirilip servis edilmiş kavramlarına dair sorunuz yoksa, ağına ve tuzağına düşmüşsünüz demektir. O yüzden Müslüman topraklarda dahi nice insan ‘insan hakları,’ ‘kadın hakları,’ ‘çocuk hakları,’ ‘işçi hakları,’ hatta ‘hayvan hakları’ üzerine konuşur da, hepsini kuşatan ve dahası aşan ‘hukuk-u ibâdullah’ gibi bir güzelim kavramın Müslüman zihinlerden dahi nasıl kaybolup gittiğini soramaz. Oysa ‘insan hakları,’ ‘kadın hakları’ gibi kavramlar, Yaratıcıdan bağımsız bir varoluş düşüncesi üzerinde gelişen kavramlardır; yeri gökten ayırır. Dahası hayatı bir ‘mücadele’ olarak gören ve insanı insanın kurdu bilen bir zihniyet zemininde kök salmış kavramlar olarak, yerdekileri de birbirine rakip ve düşman gördüğünden, ‘çözüm’den öte ‘çatışma’ üretirler. ‘Hukukullah’ kavramının bir alt kümesi olarak ‘hukuk-u ibâdullah’ ise, bütün varoluşu âlemler Rabbine bağladığı gibi, O’ndan gayrı herkesi ve herşeyi ‘yaratılmışlık’ noktasında da, ‘Yaratıcılık vasfından uzaklık’ noktasında da bir ve eşit kabul eder. Ve mahlukatın en güçlüsünü dahi, O’nun izni ve rızası olmaksızın, yani ‘bigayri hakkın’ mahlukatın en zayıfına dahi müdahaleden men eder. ‘Hukuk-u ibâdullah’ idraki içinde hayata bakan bir mü’min, ne kendisi gibi yaratılmışların kendinden daha güçlüsünü kendisine rab tanır, ne de kendisinden zayıf olanlara karşı rububiyet davasına kalkışır. Dahası, Yaratıcıdan bağımsız bir ‘insan’ ve ‘hak’ tanımı içinde ‘kendi keyfinin kahyâsı’ olmaya hazırlanan nefsini ve hevasını da ilah edinmekten uzak durur. Şimdi, sadece bu karşılaştırma dahi gösterir ki, Batıda üretilmiş hiçbir kavram ‘nötr’ bir şekilde doğuyor da değildir, ‘nötr’ şekilde bizim zihnimize aşılanıyor da değildir. Bu kavramlar, basitçe, ‘hukuk-u ibâdullah’ın ‘muadili’ ve hele ki ‘tercümesi’ olarak da görülemez. Müslüman dünyadan olup onu sorgusuz sualsiz alan kişi de, hâlâ dindar kalma gayreti içindeyse, sırasıyla zihni, dili ve yaşayışı ‘sekülerize’ olma yolunda ‘liberalleşmiş’ bir ‘dindar’ olabilir ancak; o da, olabiliyorsa elbet...
Bu örnekler, İslâm’a karşı cephelerde yürütülen savaştan daha ‘sofistike,’ ama daha sürekli ve şiddetlisinin zihinlerde gerçekleşiyor olduğunu anlamak için herhalde yeterlidir.
Müslüman dünya, coğrafî sınırlarının ötesinde ‘zihin haritaları’nı ve ‘yürek ülkeleri’ni istila eden bir ‘zihin kontrolü’ne dûçar halde ve bu esaretten kurtulabilmek için en başta ‘uyanabilmek’ gerekiyor...