Bu zamanın sefilleri

A’RÂF SÛRESİ, kendisine mühlet verildiğinde İblis’in ettiği yemini bize bildirir. Bu yemini gösterir ki, İblis, Allah’ın hak yolundan alıkoymak üzere insana ‘solundan, önünden ve arkasından’ yanaştığı gibi, ‘sağından’ da yanaşır.

İblis’in insana ‘yanaştığı’ bu dört yön, gerçekte, insana kurulan bütün şeytanî tuzakların da özeti niteliğindedir.

İblis, insana ‘önden’ yanaşır; yani geleceğe dair hedefler, hayaller veyahut korkular ve endişeler koyar insanın önüne. Bu hayale ulaşması veya bu endişeden uzak olması için, kendi yolunda yürümeye yöneltir. Yahut, ‘arkadan’ yanaşır; ‘dün’e dair, ‘geçmiş’e dair bir olayı, korkuyu, hatırayı insan için bir ‘karadeliğe’ dönüştürür, onun içinde insanı hak yoldan saptıracak bir damar bulur. Soldan nasıl yaklaştığı da aşikârdır. ‘Günaha çağrı’ ile; nefsanî hazlar, şehevî arzular, dünyevî tutkular ve ihtiraslar üzerinden insanı saptırmasıdır bu...

Peki, İblis insana ‘sağdan’ nasıl yanaşır ve nasıl saptırır?

İşte burada, bambaşka bir şeytanî tuzak belirir karşımızda: hakikatin dengesini bozarak, doğru ölçüleri yanlış yerde veya yanlış kıvamda tatbike bizi sevkederek bize ‘sağdan’ da çelme takar ve tuzağına düşürür İblis.

Önden, arkadan ve soldan yanaşmakta zorlandığı mü’minler için en başarılı tuzağı da burada işler. Elindeki tuzak da son tahlilde doğru bir ölçü ve ilke olduğundan, nice insan bu doğru ölçünün yanlış elde, yanlış niyetle, yanlış yerde, yanlış şekilde ve yanlış kıvamda sunuluyor olduğunu farketmez bile. Hakkı takip ediyorum zannıyla haksızlık eder; doğrunun izini sürüyorum zannıyla yanlışa düşer.

Tarihe baksak, hele İslâm tarihine baksak, bu şeytanî tuzağın işlediği ne kadar da çok örnek vardır!

Birinci Dünya Savaşında Osmanlı yurdunun doğu tarafının uğradığı Rus işgaline karşı cihad ederken esir düşen Bediüzzaman’ın Kostroma’daki esir kampından firar edip İstanbul’a ulaştığı günlerde karşısına çıkan tabloda teşhis ettiği, İblis’in o zamandaki vekilleri eliyle işlettiğini gördüğü tuzaklardan birçoğu da, işte bu ‘sağdan yanaşmalar’ sûretindedir.

1919’da yazdığı “Rüyada Bir Hitabe”nin devamında ‘dünyevîler meclisi’nde gördükleri ve duydukları, bunun bir dizi örneğini barındırır meselâ.

Ona, İttihad ve Terakki karşısındaki tutumuna dair sorulan soru da onlardan biridir.

Sorarlar Bediüzzaman’a: “İttihad’a şedit bir muarızdın. Neden şimdi sükût ediyorsun?”

On sene önceki Bediüzzaman’a atıfta bulunan bir sorudur bu. Saltanata mukabil ‘meşrutiyet’i İslâm’ın yönetime dair ilkelerine daha uygun bulduğu gibi, Osmanlı için de bir felah reçetesi olarak görüp destekleyen Bediüzzaman, Meşrutiyetin ilanından kısa bir süre sonra, birilerinin ‘meşrutiyet’ görüntüsü altında bir ‘zümre istibdadı’na zemin hazırlama gayreti içinde olduğunu görmüş, bu duruma müdahale etmeye çalışsa da, kendi tarifiyle ‘zaten planlar serilmiş’ olduğu için, muvaffak olamamıştır. İşte o ‘zümre istibdadı’ da, o ‘planlar’ da İttihad ve Terakki Cemiyetine aittir. Bediüzzaman ise, kendi tarif ettiği veçhile İttihad-ı Muhammedî Cemiyetine dahil olduğu gibi, İTC’nin ‘meşrutiyeti lekedar eden’ zümre istibdadı arayışına karşı Ahrar Fırkasıyla da ittifak halindedir.

İşte Bediüzzaman’a 1919’da sorulan o soru, 1909’daki bu duruşuna atıf içerir. On sene önce İttihad ve Terakki’ye ‘şedit bir muarız’ olan Bediüzzaman, neredeyse herkesin İttihad ve Terakki aleyhine konuşuyor olduğu 1919’da ise İttihad ve Terakki Cemiyeti ve müntesipleri hakkındaki bu konuşmalara dahil ve taraftar olmama yolunu seçmektedir. İşte o yüzden sorulur Bediüzzaman’a: “İttihad’a şedit bir muarızdın. Neden şimdi sükût ediyorsun?”

Çok kısa, ama son derece veciz cevabında Bediüzzaman, bir dizi ölçüyü muhataplara öğretir.

Bu ölçülerin tamamı, ama özellikle de ilki, doğru ölçülerle doğru zamanda doğru yerde durma dersi niteliğindedir:

“Dediler: ‘İttihad’a şedit bir muarızdın. Neden şimdi sükût ediyorsun?’

Dedim: ‘Düşmanların onlara şiddet-i hücumundan. Düşmanın hedef-i hücumu, onların hasenesi olan azim ve sebattır ve İslâmiyet düşmanına vasıta-i tesmim olmaktan feragatıdır.’”

Bu kısa cevap, bir dizi hakikat dersini içinde barındırır. Bu derslerden ilki ise şudur: Biz bir kişi veya grubu ‘eksik gördüğümüz’ için eleştirirken, başka birileri onu ‘fazla’ gördüğü için eleştiriyor olabilir. Aynı şekilde, bizim ‘hata’sından dolayı eleştirdiğimizi, birileri de ‘sevab’ından, ‘hasene’sinden dolayı eleştiriyor olabilir. O halde, durup dikkat gerekir!

Nitekim Bediüzzaman, İttihad ve Terakki’ye zamanında hatalarından ve eksiklerinden dolayı onlara bu eleştiriyi getirmiştir. Ama bugün ona hücum edenlerin başında, İstanbul’u işgal eden İngilizler ve onların yerli uzantıları yer almaktadır. Onların İttihad ve Terakki’ye şiddetle hücum etmelerinin sebebi ise, İTC’nin ‘hataları’ değil, ‘faziletleri’dir: “Düşmanın hedef-i hücumu, onların hasenesi olan azim ve sebattır ve İslâmiyet düşmanına vasıta-i tesmim olmaktan feragatıdır.”

Dolayısıyla, ‘eksi’lerinden dolayı onları eleştiren Bediüzzaman, ‘artı’larından dolayı onları eleştirenlerle nasıl yan yana durabilir? Onlar ‘artı’larından dolayı İttihad ve Terakki’ye saldırırken, o hengâmda ‘eksi’lerinden dolayı onlara yüklenmek kime hayır getirir ve kime kuvvet verir? O halde, ‘eksi’lerinden dolayı eleştirdiğimiz bir hamiyetliler topluluğuna ‘artı’larından dolayı saldıranlarla aynı safa düşüp o saldırıya destek vermemek, hem hamiyet, hem feraset gereğidir.

Nitekim, Bediüzzaman’ın 1909 şartlarında açıkça eleştiri getirdiği İttihad ve Terakki’ye 1919 şartlarında İngiliz siyasetinin güdümünde gelen o şiddetli hücumların sebebi, İttihad ve Terakki’nin ‘hata’sı değil, ‘fazileti’dir. İttihad ve Terakki, büyük yanlışları da olsa, millet ve memleket namına hamiyet taşıyan insanlardan oluşmuş bir topluluktur ve zaten şimdi onlara hücum edenler ‘onların hasenesi olan azim ve sebat’larından dolayı hücum etmektedir. Ve de, bu azim ve sebatları dolayısıyla ‘İslâmiyet düşmanına,’ yani Bediüzzaman’ın ‘şeytanın bu zamandaki vekili’ dediği İngiliz siyasetine ‘vasıta-i tesmim olmaktan feragat’larından dolayı... Ne kadar yanlış yapmış olursa olsun, İttihad ve Terakki, İslâm dünyasının yarıdan çoğunu kendi adına sömürgeleştirmiş olan İngilizlerin siyasetine tâbi ve teslim olmamıştır. Bilakis, İslâm âleminin ‘mücahid evladı’ Osmanlıya yönelik bütün fitnelerin de merkezinde yer alan, dahası bizzat kendi başbakanı ağzından Avâm Kamarasında ‘Kur’ân ile Müslümanların arasını açmak siyaseti’nden söz eden bu el-hannâs’a karşı tavır ve direnç ortaya koymuştur.

Doğrudur, Bediüzzaman’ın vaktiyle ‘şiddetle muarız’ olduğu üzere, büyük hataları vardır İttihad ve Terakki’nin. Büyük yanlışlar yapmışlardır, ama asla hain olmamışlardır. ‘İslâmiyet düşmanı’ İngiliz siyasetinin akıldâneleri, asla onları İslâm’a ve ümmete karşı ‘zehirli hançer’ olarak kullanamamıştır. Şimdi onlara yönelik hücumun sebebi de işte budur. Hamiyetleri ve dessas İngiliz kâfirinin ümmetin sırtındaki zehirli hançeri olmaktan her zaman feragat etmeleri...

Dolayısıyla, İngiliz işgali altındaki İstanbul’da onlara eleştiri ve hücum bu noktadan gelirken “Ben de eleştiriyorum onları” diyerek bu koroya dahil olmak, hakikate değil, İslâmiyet düşmanına kuvvet ve destek vermektir. Bediüzzaman’ın İttihad ve Terakki’ye muhalefetine rağmen bu süreçte susması, işte bu sebeptendir.

Bu keskin ölçüyü ortaya koyduktan sonra, “Bence yol ikidir: mizanın iki kefesi gibi. Birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer” der Bediüzzaman.

Bu cümlenin öğrettiği üzere, mü’min, ‘basiretli’ ve ‘dengeli’ olma durumundadır. Söylediği söz, yaptığı eleştiri, kimin hesabına geçecek, hangi kefeye kuvvet verecektir? Bu kadar hassas bir zeminde ‘azim ve sebat; ve İslâmiyet düşmanına vasıta-i tesmim olmaktan feragat’ gibi üç ‘hasenesi’ olan bir mecraya yöneltilecek muhalefet, terazinin bu tarafını hafifletirken, öteki taraftaki ‘İslâmiyet düşmanı’na kuvvet verecektir. Mü’min, hesabını buna göre yapmak, yerini buna göre belirlemek, buna göre tavır oluşturmak durumundadır. Yani zaman, İttihad ve Terakki’ye yüklenilecek zaman değildir; bu, terazinin dengesinin İslâm düşmanları lehine iyice bozulması sonucunu getirecektir.

İşte bunu da söyledikten sonra, dört tarihî şahsiyet üzerinden o meşhur sözünü söyler Bediüzzaman:

“Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halim’e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir.”

“İttihad’a şedit bir muarız idin. Neden şimdi sükût ediyorsun?” sorusuna cevaben gelen cümlelerin sonunda İttihad ve Terakki’den bu iki ismin zikredilmesi başlıbaşına manidardır. Manidardır, “Antranik ile Talat’a, Venizelos ile Cemal’e” demez Bediüzzaman. Çünkü İttihad ve Terakki içindeki seküler ve masonik damarı temsil eden bu isimlere karşılık, hem Harbiye Nâzırı Enver Paşa, hem Sadrâzam Said Halim Paşa, İttihad ve Terakki içindeki hamiyetli ve dindar damarın iki sembol ismidir. Buna karşılık, Antranik, Batılı güçler ve de Rusya’yla da temas halinde Osmanlı’ya karşı girişilen ayrılıkçı Ermeni hareketinin sembol ismidir, Taşnak Partisinin kurucusu ve Taşnak komitacılarının başıdır, Birinci Dünya Savaşında Doğu cephesinde Rus işgaline desteği ve bu işgalin yedeğinde Müslümanlara karşı giriştiği katliamlarla meşhur bir isimdir. Yunan başbakanı Venizelos ise, yine Batılı güçlerin desteğiyle Yunanlıların Anadolu’yu işgalini yöneten akıl olarak, kralı da etkisine altına almış Yunanistan lideridir.

Bediüzzaman’a o cümleyi kurdurtan sebepler irdelendiği görülmektedir ki, İstanbul’daki İngiliz işgali şartlarında birileri dengesiz ve dizginsiz bir İttihad ve Terakki ‘eleştirisi’ içinde Enver Paşa’yı Antranik’le bir tutar haldedir. Halbuki, hata da yapsa Osmanlının bekası için hayatını ortaya koyan ve en sonunda şehit olan Enver Paşa nerede, Osmanlı’nın içinden çıkıp Batılı güçlerin ve Rusların desteğinde doğudan Osmanlıya hançer vuran Antranik nerededir? Yine birileri, Said Halim Paşa’yı Venizelos ile bir tutar haldedir. Halbuki, hataları da olsa İslâmî hamiyeti tartışılmaz bir gerçek olan sâbık Sadrazam Said Halim Paşa nerede, batıdan Osmanlıya ve Anadolu’ya hançer vuran Venizelos nerededir? Durum bu iken marazi bir ‘ortacılık’ ve hastalıklı bir ‘dengecilik’ içerisinde Antranik’le birlikte Enver’e, Venizelos’la birlikte Said Halim’e vuran, Bediüzzaman’ın nazarında, sefildir. Bu durumdakiler ‘sefil’ ise, Antranik’e vurmadan Enver’e, Venizelos’a dokunmadan Said Halim’e vuranların hali, yine Bediüzzaman’ın nazarında, geçelim ‘sefil’liği, ‘rezil’likten de öte olsa gerektir.

Bediüzzaman’ın bu tutumu, zor zamanlarda ‘daha güçlü’den yana ikircikli tutumunu ‘hastalıklı bir dengecilik’le kamufle etmeye çalışanların ruh halinin ve zihin dünyasının deşifresi gibidir. Meselâ 12 Eylül şartlarında darbecilere alkış tutmasını ‘siyasîlerin hatasıyla’ meşrulaştırmaya çalışanlar; meselâ 28 Şubat şartlarında postmodern darbecilere selam dururken ‘Erbakan’ın da hataları vardı’ diyerek durumu izaha çalışanlar; meselâ zalim Esed’in cinayetlerine seyirci kalırken ‘ÖSO’nun hataları’ analiziyle durumu kurtaracağını sananlar; meselâ Mısır’ın eli kanlı ihtilalcilerine suspus iken ‘Mursi’nin ve İhvan’ın hataları’ diskuru ile vicdanlarını rahatlatmaya çalışanlar, en hafif ifadesiyle bu ‘sefil’lerin, daha şiddetli ifadesiyle bu ‘rezil’lerin bir örneğini sunar önümüze.

Ve aynı zihin, yürek ve vicdan sefâletini, nicedir, Ak Parti, Erdoğan, Davutoğlu ‘analizi’ üzerinden geliştirmeye çalışıyor birileri. Erdoğan, Davutoğlu ve Ak Parti, ‘doğru’larından, ‘fazilet’lerinden, bu millete ve bu ümmete yönelik hamiyetlerinden dolayı birilerinin bindirilmiş kıtalar halinde külliyetli ‘saldırısına’ maruz iken, onların ‘hataları’na dair analizlerle bu kıtalara dehalet ediyor birileri... Kimileri ‘dış politikadaki hatalar’ analizinden ‘yolsuzluk’ söylemlerine nice şeyin, onların karşısına ve İslâm düşmanı küresel muktedirler ile yerli uzantılarının safına müttefik yazılmanın ‘meşruiyet sebebi’ veya ‘mazeret’i olarak takdimine çalışılıyor. Dahası, ‘eleştiri ve uyarı hakkını saklı tutarak,’ öncelikle bu külliyetli hücum karşısında bu hücumun sebebi olan faziletlerinden, hamiyetlerinden, ‘artı’larından dolayı onlara desteğini ifade edenlere türlü çeşit yakıştırmalarla arsızca saldırılıyor.

Halbuki hepimiz biliyoruz. Küresel muktedirler tarafından ‘devşirilmeye’ razı olsalar, ‘one minute’ demeseler, ‘dünya beşten büyüktür’ demeseler, Esed’in zulmüne Batılı güçler gibi sessizce ortak olmayı seçseler, küresel düzlemde zayıfların değil güçlülerin safında kendilerine yer belirleseler, bugün onları ‘şeytanlaştırma’ya çalışan bütün o şeytanî propagandanın yerinde övgülerden geçilmez olacaktı Batının başşehirlerinde, kanallarında ve gazetelerinde. Biliyoruz; ümmet olarak sırtımızda hançer olmayı reddettikleri için sırtlarından hançerlendiler!

Durum buyken, ‘eleştiri ve uyarı hakkını saklı tutarak onlara verdiğimiz desteğe ilişenler ‘bu zamanın şeytanı’nın tuzağına düşmüş ‘bu zamanın sefilleri’dir nazarımızda. Sisi’ye, Esed’e, küresel muktedirlere ‘dokunamadan’ bu desteğe ilişenler için ise ‘rezil’ kelimesi bile hafif kalacaktır kuşkusuz...

Ne diyordu Bediüzzaman:

Dediler: “İttihada şedit bir muarızdın. Neden şimdi sükût ediyorsun?”

Dedim: “Düşmanların onlara şiddet-i hücumundan. Düşmanın hedef-i hücumu, onların hasenesi olan azim ve sebattır ve İslâmiyet düşmanına vasıta-i tesmim olmaktan feragatıdır.

“Bence yol ikidir: mizanın iki kefesi gibi. Birinin hiffeti, ötekinin sıkletine geçer. Ben tokadımı Antranik ile beraber Enver’e, Venizelos ile beraber Said Halim’e vurmam. Nazarımda vuran da sefildir.”

  28.06.2015

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut