Yanına almak...

ON YILDAN uzun bir süre önceydi.

O sıralar müstakil ama küçük bir yayınevi olarak yoluna devam eden Karakalem bünyesinde bir çeviri kitap yayınlamıştık. Avustralya asıllı Kanadalı bir mü’mine olarak Katherine Bullock’un “Müslüman Kadınları ve Tesettürü Yeniden Düşünmek” isimli kitabını.

Bir doktora çalışması olarak başlayan ve giderek genişleyip tekemmül ederek bu son halini alan kitabın girişinde yazar, kendisini hem bu kitaba, hem de İslâm’a sevkeden yolculuğun kısa bir öyküsünü de aktarıyordu. İslâm’a karşı tavrı ‘nefret’ten ‘saygı duyma’ya, oradan ‘ilgi duyma’ya, oradan da ‘kabul’e uzanan bir yolculuktu bu. İslâm’ı kabulünden bir müddet sonra tesettür emrini de fiilen uygulamaya başladıktan sonra Batı dünyasında yaşadıkları ve gözlemledikleri ise, onu özellikle ‘Batılı zihnin tesettür karşıtlığı’ üzerine psikanalitik boyutlar da yüklü böyle bir çalışmaya sevkedecekti.

Sözkonusu girişte yazar, onu İslâm’a ve tesettüre götüren bu yolculukta Türkiye’nin özel bir önemi olduğunu belirtiyordu. 1991 yılında Türkiye üzerine bir belgeselde gördüğü ‘üniversitede tesettür yasağı’ görüntüleri, onun için, bir başlangıç noktasıydı... Türkçe baskı için istediğimiz önsözde de, bu hususa özellikle değiniyor ve hemen ardından ‘Atatürk döneminde yürütülen tesettür aleyhtarı kampanya’ya atıfta bulunuyordu.

Sağlam bir akademik çerçeveye oturan bu kitap, Karakalem Yayınları arasında Türkçe’de yayınlandı; ama okuyucuya ulaşma sürecinde şimdilerde çok konuşulan bir mecrayla birebir irtibatlı bir ‘dağıtım ağı’nın ‘sansür engeli’ne takıldı. Kitap, onların nezdinde, ‘dağıtılamaz’ bir kitaptı ve ‘tedbir’iyle tanıdığımız bu mecranın bir ‘tedbirsizlik’ eseri bize iade ettiği nüshaya düşülmüş notlar bu mecraya hâkim zihniyet ve davranış kodları açısından manidar dersler barındırıyordu. Meselâ kitabın daha en başında yer alan, döneminde tesettür aleyhtarlığının, hem de “Atatürk döneminde ona karşı yürütülen kampanya” gibi bir ifadeyle dile getirilmiş olması ilgili mecranın dağıtıma onay veren nihaî kişisini rahatsız etmiş; kenara şu notu düşmüş durumdaydı: “...Hedefe almak yerine, yanına almak daha isabetli. Polemiğe gerek yok, çıkarılmalı!”

Hedefe değil, yanına almak...

Bir ‘tedbirsizlik’ eseri elimize ulaşan nüshada yer alan bu ifade, evvelce de gözlemlediğimiz, ilerleyen zaman dilimi içinde ise hayretler içinde “Bu kadarda mı olur?” diye sorup anlayamadığımız nice yönelimin ve ittifakın da bir özetiydi aslında.

Ortada apaçık bir gerçek varken, bu gerçeğin en nezih ifadesi dahi birilerince ‘gereksiz’ bulunuyor; ve bu da, ‘hedefe almak yerine, yanına almak’ formülüyle ifade ediliyordu.

İlerleyen zaman içinde görülecekti ki, bu, ‘kişiye özel’ bir formül değildi ilgili mecra için. Durduğu yer İslâm’ın durulmasını emrettiği yer olmayan kişiler için, dahası İslâm’ın durulması istediği yerin tam karşısında duranlar için de geçerli görülen bir formüldü.

Bu ülkede ve dünyanın her yerinde hem de.

“Doğan grubunu hedefe almak yerine, yanına almak daha isabetli.”

“Cumhuriyet gazetesini hedefe almak yerine, yanına almak daha isabetli.”

“Koç grubunu hedefe almak yerine, gönlüne girip yanına almak daha isabetli.”

“Ertuğrul Özkök’ü hedefe almak yerine, yanına almak daha isabetli.”

“Sözcü’yü hedefe almak yerine, yanına almak daha isabetli.”

“CHP’yi hedefe almak yerine, yanına almak daha isabetli.”

“İsrail’i hedefe almak yerine, yanına almak daha isabetli.”

“Orta Asya diktatörlerini hedefe almak yerine, yanına almak daha isabetli.”

“Neocon’ları hedefe almak yerine, yanına almak daha isabetli.”

“Sisi’yi hedefe almak yerine, yanına almak daha isabetli.”

‘Formül’ün bu olduğunu gösteren daha nice hadise tecrübe edecektik süreç boyunca. Kişiler, eğilimler, devletler, lobiler, güçler...

Ama bir kez daha belirtelim: ‘hedefe almak yerine, yanına almak’ formülü işletilen bütün bu isimlerin ortak özelliği İslâm’ın durulmasını emrettiği yerde durmuyor olmaları, dahası önemli kısmının İslâm’ın durulmasını emrettiği yerin karşısında olmalarıydı.

Gelin görün ki, hedefe almak yerine yanına almak’ formülü ‘işe de yarıyor’ zehabıyla neredeyse “İblis’i hedefe almak yerine, yanına almak daha isabetli” noktasına kadar alanını genişletirken, bunun başka birilerini ‘hedefe almak’ anlamına geldiğini de görecektik.

Göremediler ve hâlâ göremiyorlar ise ‘ahmak,’ gördükleri halde devam ediyor iseler ‘ümmete ihanet içerisinde’ olduklarına hükmetmemizi gerektiren bir vâkıa olarak hem de:

“Filistin’i yanına almak yerine, hedefe almak daha isabetli.”

“Mursi’yi yanına almak yerine, hedefe almak daha isabetli.”

“Erdoğan’ı yanına almak yerine, hedefe almak daha isabetli.”

“Bizim gibi düşünmeyen dindarları yanına almak yerine, Batıdan ithal terimle ‘siyasal İslâmcı’ diye yaftalayıp hedefe almak daha isabetli.”

“İHH’yı yanına almak yerine, ‘el-Kâide’yi destekliyor’ diye yaftalayıp hedefe almak daha isabetli.”

“Bediüzzaman’ı talebelerini, yanımıza gelmiyorlarsa, hedefe almak daha isabetli.”

Burada da örnekleri uzatmak mümkün...

Görülen o ki, bir kitabın kenarına ‘red gerekçesi’ olarak çiziktirirken çok da ‘zekice’ gözüken ‘hedefe almak-yanına almak’ denklemi, o kadar da basit ve kolay değil.

Bilakis, ava giden, avlanıyor. ‘Hedefinde olması gereken’i ‘yanına almaya’ çalışanların yolculuğu, ‘yanında olunması gerekenler’in hedefe alınmasıyla sonuçlanıyor...

Bu gerçek ne zaman gözümün önüne gelse, Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın “Ben müşriklerle içiçe yaşayan her müslümandan uzağım” hadisi geliyor aklıma.

Kimse Resûlullah aleyhissalâtu vesselamdan daha ‘müstakim’ değil.

Ve kimsenin, onun uyarısına kulak kapayıp istikameti koruması da mümkün değil.

Ve Kâfirûn sûresindeki o keskin ayrımı içselleştirmeden, Tebbet’teki o duruşu da benimsemeden, ‘İhlas’a ulaşmak; ‘neffâsâtin fi’l-ukad’ların, ‘vesvâsu’l-hannâs’ların şerrinden kurtulmak da...


Meraklısı için not: Kitaptan o bölüm çıkarılmadı ve kitap ilgili mecrada asla dağıtılmadı ve okutulmadı...

  10.06.2015

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut