‘Tek adam’a karşı ‘tek adam’lar

KÖTÜLÜĞÜN EN büyük zararı, karşıtlarını da kendisine benzetmesidir. Bir yanlış, bu şekilde, karşıtlıklar üzerinden kendisini üretir durur.

Milliyetçilikler, hele ki en haşin tezahürü olarak ırkçılık, bunun en bariz örneğidir. Allah’ın yeryüzünde hepsi de ‘mahlûkiyet noktasında da, mabudiyetten uzaklık noktasında da bir ve eşit’ olarak yaratılan insanlar içinde, genetik aidiyetine göre üstünlük-düşkünlük iddiaları üzerinden bir ayrışma üretir bütün milliyetçilikler. Buna verilen tepki, ‘düşkün’ görülenin karşıt bir ‘üstünlük’ iddiası üretmesi olur genellikle. Meselâ ‘beyaz’ın ‘siyah’ı aşağı görmesine verilen bir tepki, asıl ‘siyah’ın üstün olduğu iddiasının gelişmesidir. Olan olmuştur böylece; kötülük, mağdurunu da kendisine benzetmiştir.

Dahası, aynı vatanın eşit vatandaşları da bir kere bu sarmalın içine girdi mi, milliyetlerine göre bu şekilde ayrılır ve ayrışır toprakları. Bölünür ülkeler. Bölünerek oluşan her yeni ve daha küçük ülkede, daha küçük ölçekte ayrışmalar yaşanır. Daha da küçük yeni ülkelerde daha da küçük ölçekte ayrışmalar.… Siyaset bilimi literatürüne her aşamada daha da küçük karşıtını oluşturan bir ‘bölünme’ eğilimi/süreci/olgusu olarak ‘balkanization (balkanlaşma/balkanlaştırma)’ terimini ‘hediye’ eden Balkan coğrafyası, bunun hazin bir örneğidir.

İçinde yaşadığımız ülke, kötülüğün mağdurunu da kendisine benzeterek ‘çoğalması’ olgusunun bir dizi tezahürünü barındırıyor. ‘Tek adam’ kültüne dayalı bir sosyal/siyasal/entellektüel tasavvur ise, bu tezahürlerin belki de en çarpıcısı.

Görünüşe bakılırsa, bu ülke doksan küsur yıllık bir ‘cumhuriyet.’ Ama ‘cumhur’un aklının ve iradesinin ‘tek kişi’ye endekslendiği bir ‘tek kişilik cumhuriyet.’ Bizi ‘tek başına’ kurtaran o, bizim için en doğruyu bilen o, en iyi düşünen o, dünü-bugünü-yarını en iyi kavrayan o. Normal şartlarda bize düşen ne varsa o zaten yaptığı için, bize sadece onun izinden gitmek düşüyor. Bizim yerimize düşünen o olduğu için, bizim sadece asla onun düşündüğünden iyisini düşünemeyeceğimizi düşünmemiz gerekiyor.

Bu ülkede eğitim, hangi dönemde ‘demokrasi’ adına ne derece ilerleme sarfedilmiş olursa olsun, hâlâ bu ‘tek kişi’ kültünün bir milimetre dışına çıkabilmiş değil. Dile getirilen o kadar ‘demokratikleşme’ adımlarına rağmen, hâlâ daha, eğitim müfredatı, özellikle de tarihyazımı bu ‘tek adam’ kültünü, ‘tek önder’ mitini aşabilmiş değil.

Bir kişinin ‘herşey’ demek olduğu, başka herkesin ise ‘hiçbir şey’e değmediği böylesi bir anlayışın ve anlatının, tepki çekmesi ve karşıtlarını üretmesi ise, anlaşılır olmanın ötesinde, beklenmesi gereken bir olgu olarak çıkıyor karşımıza.

Gelin görün ki, bu ‘tek adam’ kültüne karşı çıkanların sergiledikleri anlayışa ve verdikleri reflekslere baktığımızda, aslında bu kültün ne kadar ‘güçlü’ olduğunu; karşıtlarını bile nasıl kendisine benzettiğini görüyoruz. Çünkü, bu tek adam kültüne karşı olanların büyük kısmının zihninde ve söyleminde, başka bir tek adam kültü bizi karşılıyor.

Daha açık konuşalım: Birileri Mustafa Kemal etrafında örülü bir tek adam kültünü özellikle de eğitim ve medya üzerinden (uzunca bir dönem silahlı kuvvetlerin ve sermayenin de desteğini yanına alarak) geliştirirken, buna tepki olarak başkalarının karşımıza başka ‘tek adam’lar çıkardığını görüyoruz.

Meselâ, birilerinin ‘her derde deva Atatürk’ söylemine mukabil, başka birilerinin ‘her derde deva Abdülhamid’ söylemi, aynı derecede revaçta. Birileri “Bunu da Atatürk düşünmüştü” söylemi üretirken, başka birileri “Bunu da Abdülhamid düşünmüştü” söylemi üretiyor. Birileri aklımızı ve irademizi Mustafa Kemal’e teslim etmemizi isterken, başka birileri buna şiddetle karşı çıkıyor, ama bu ‘karşı çıkış’la yeşeren ümitlerimizi bir sonraki cümleleriyle söndürüyorlar: “Mustafa Kemal’e değil, Abdülhamid’e teslim etmemiz gerekir!”

Bu noktada Kemalist/seküler kesimin tarihyazımı ile, muhafazakâr/dindar kesimin tarihyazımı, beraberinde bugüne ve yarına bakışı neredeyse aynı. İsimler değişse de, kalıp ve zihniyet aynen duruyor: bizden önce herşeyi bilen, herşeyi düşünen; bize sadece ‘uymak’ ve ‘uygulamak’ bırakan, düşünecek hiçbir şey bırakmayan ‘önder’ler...

Açık söyleyelim, ‘isim’lerde değildir burada sorun olan, zihniyettir. Herşeyi tek adama indirgeyen zihniyet varlığını aynen koruduktan sonra, isimlerin değişmesinin hiç de anlamı yoktur. Çünkü yine zihinler yine ipoteklidir.

Gelin görün ki, üretilen ‘tek adam’ın ‘ismi’ne karşı çıkanların ‘tek adam zihniyeti’ne aynı şekilde karşı çıktığını söylemek mümkün değil. Dahası, düne dair Mustafa Kemal kültüne karşı Abdülhamid kültü üretilmişken, bugün için yeni ‘tek adam’ kalıpları da çıkıyor karşımıza.

Bazılarının ‘hocaefendi’leri var meselâ. O herşeyi ‘biliyor,’ zira—yakın dönemde istihbarat âlet ve ekiplerinin yardımıyla gerçekleştiği anlaşılmış da olsa— herşeyi ‘duyuyor,’ herşeyi ‘görüyor.’ Bizatihî kendi ifadesiyle, “o, ne sadece dün, ne bugün ne de yarındır. O bütün bu zamanların hepsine sözünü geçirme konumunda bir ‘sahibu’l-vakt’ ve bir ‘ibnü’z-zaman’dır” (bkz. Sızıntı, Mayıs 2001, başyazı).

Böyle bir anlayışın, bu anlayışın merkezindeki kişiyi de, bu anlayış etrafında kümelenen insanları da nerelere kadar sürükleyebileceğini açık gözlerle gördü bu ülke.

Ne var ki, bu anlayış ile mücadele ederken de, birileri bir başka ‘tek adam’ kültü geliştiriyor farkına vararak veya varmaksızın. Onların da ‘reis’leri var. ‘Reis’ herşeyi biliyor. ‘Reis’ herşeyin farkında. ‘Reis’ herşeyi yapacak. Başbakan dahil herkese, hepimize ise tek bir görev düşüyor: inanmak ve itaat etmek! O yapın diyorsa yapmak, durun diyorsa durmak.

Üstelik, ‘bugün’e dair bu söylem, ‘dün’den de bir destek alıyor. Bakın, ‘dün’ün herşeyi bileni-göreni Abdülhamid’e itaat edilmedi de, ne oldu?

Velhasıl, dünü bugünü, sağı solu, dindarı lâdinîsi farketmeden, karşıtını da kendisine benzeten bir ‘tek adam’ kültü bütün tezahürleriyle karşımızda. Ve hepsinin ürettiği söylem, son tahlilde aynı kapıya çıkıyor: ‘Olmasaydın, olmazdık/Olmasan, olmayız.”

Halbuki, Peygamberine bile ‘istişare’yi emretmiş bir Rabbimiz var bizim. Kur’ân’ında, ‘muhammedun resûlullah’ın hemen ardından, ‘vellezîne meahû’ diyerek onunla beraber olanları, yani sahabilerini öven bir Rabbimiz...

Ve, hakkında vahye ve ilâhî sevke muhatap olmadığı hususları, vahyin emrine uyarak sahabileriyle ‘meşveret’ ederek karar veren bir Peygamberimiz...

Diğer taraftan, her namazda tahiyyattan sonra Resûlullah aleyhissalâtu vesselam ile beraber ‘âline ve ashâbına’ da rahmet duaları edilişinde bu hususa da bakan bir ders ve ibret yok mu acaba?

Ayrıca, küffâra karşı cihad eden ordunun kazandığı zaferler tek bir adama, komutana, hem de hayatta iken Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın ‘Allah’ın kılıçlarından bir kılıç’ diye övdüğü harp dehası Halid b. Velid’e yazılır hale geldiğinde, bunda hem bütün ordunun himmetine ve mücahedesine karşı ‘yatay düzlemde’ bir haksızlık, hem de son tahlilde ‘neticeyi yaratanın, zaferi kazandıranın’ âlemler Rabbi olduğu hakikatinden gaflete götüren ‘dikey düzlemde’ bir haksızlık görerek, halife Hz. Ömer’in Halid’i azletmesindeki hikmet neyin nesiydi? Ya bu durumda yine kazanılan zaferler?

Dahası, Bediüzzaman’ın ‘İslâm ordusunun Yunan’a galebesinden sonra’ davet edildiği Ankara’da gördüğü manzara üzerine yazdığı ‘i’lem’lerden birinin şu olması manidar değil mi?

“İnsanların en büyük zulümlerinden biri de şudur ki: Büyük bir cemaatin mesaisine terettüp eden—hasenatı intaç eden—semeratı bir şahsa isnad ve ona mal ederler. Bu zulümde bir şirk-i hafî vardır. Çünkü, bir cemaatin cüz-ü ihtiyârîsiyle kesb ettikleri mahsulâtı bir şahsa atfetmek, o şahsın, icad derecesinde harikulâde bir kudrete mâlik olduğuna delâlet eder. Hattâ eski Yunanîlerin ve Vesenîlerin ilâheleri, böyle zâlimâne tasavvurat-ı şeytaniyenin mahsulüdür.” (bkz. Mesnevî-i Nûriye, “Hubab”)

Yine Bediüzzaman’ın kendisine de yaptığı iman hizmeti dolayısıyla ve yazdığı risaleler vesilesiyle gelen hidayet sebebiyle “Olmasaydın olmazdık” nazarıyla bakılmasına karşı, ‘iktiran’ hakikatine dikkat çekerek yaptığı şu uyarı dikkate değer değil mi?

“Esbab-ı zâhiriye eliyle gelen nimetleri o esbab hesabına almamak gerektir. (...) Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. (...) İktiran ayrıdır, illet ayrıdır. (...)

Meselâ, Risale-i Nur’un şakirtleri içinde Cenâb-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zâtlar (Hüsrev, Re’fet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur’ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş. Onlar derler ki: ‘Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademize illettir.’ Ben de derim: Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: ‘Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet edecekti?’ Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.” (Bkz. Lem’alar, “Onyedinci Lem’a”da “Onüçüncü Nota”nın “Dördüncü Mesele”si.)

Gariptir ki, başka bir ‘tek adam’ kültünü de, yazdığı bu apaçık satırlara ve tevhid dersine rağmen, onun etrafında da kuruyor birileri. İhlas ve Uhuvvet Risaleleri yazmış bir üstaddan aldıkları derse rağmen üstelik. Allah’ın dinine hizmetin bütün ümmetin ortak yolculuğu olduğu; bir kişinin ve bir grubun tekelinde ve inhisarında olmadığı dersini dahi unutarak hem de.

Sözün kısası, karşıtlıklar üzerinden gelişen bir ‘tek adam’ zihniyeti ve söylemi kol geziyor ortalıkta. Hür iradeleri baskılayan ‘ortak akıl’la vasatı ve istikameti bulma, ‘akl-ı selîm’de buluşma imkânını safdışı bırakan bir tekçi söylem...

Dikkat gerek...

  14.04.2015

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut