Arşiv

 Te’lifler Telef Olmasa…

Kendi telifimizin derdine düşmüşken, asıl müellifin mülkünü çalıyoruz. Ve henüz, bunca hırsızlamaya rağmen, aleyhimize bir telif davası açılmış değil.


BİRKAÇ YIL önce, ABD’de, ilginç bir dava yaşandı: Bir telif davası. Davacı Art Buchwald, bir film şirketini mahkemeye vermişti. Bir hiciv yazarı olarak, “Filmin tasarımı benim” diyordu. Meğer bir yazısında iki cümle de olsa, “Şöyle şöyle bir film olsa" demişmiş. Film şirketi ise bu parlak düşünceyi havada kapıp, film yapmış. Ama, yazara telif parası vermemiş. “Düşünce benim. Hakkımı isterim” diyordu yazar.

Mahkeme, yazarı haklı gördü. Şirket, yüklü bir tazminat ödemeye mahkûm oldu. Senaryoyu başkası yazmış da olsa, “düşünme”nin bedeli vardı.

O sıralar, bir Amerikan gazetesinde bu haberi okuyan birkaç arkadaşın, tepkilerini dile getirirken “Bu kadarı da pes doğrusu” dediğini hatırlıyorum. Bence de “pes”ti.

Ne ki, “Bu kadarı pes de, ne kadarı değil?” sorusuyla bakınca, bizim halimiz de pek iç açıcı görünmüyor. Gerçi, şu ana kadar, bir “düşüncemi çalmışlar” davasına dalmış değiliz belki. Fakat bizler de pekâlâ “telif”, “patent”, “ihtira beratı” vs. peşine düşebiliyoruz.

Sözgelimi, vaktiyle güzel bir cümlecik söylemiş olalım. Bir arkadaşımız onu bir diğerine aktarmış olsun. O da gelip, “Filancadan şu sözü duydum. Sana da duyurayım istedim” deyip, bize anlatsın. Hemen atılırız. “Onunla konuşmuştuk da, kendisine ben söylemiştim.” Yahut, yanımızda bir kişi “çok ileri görüşlü, çok ince fikirli bir insan” diye övülüyor olsun. Şayet üzerinde azıcık emeğimiz var gibiyse, bir fırsatını bulup, deriz: “Zamanında yardımımız dokunmuştu. Gelir, bana danışırdı.” Dahası da var: “O mu? Elimde büyüdü sayılır. Az emeğim geçmedi. Meselâ bir gün…”

Örnekleri, kendi hayatlarımızdan alacağımız bir dizi vak’ayla uzatmak mümkün. Lâkin, bu kadarı bile, bizim de bir “telif hakkı” derdimiz olduğunu ele vermeye yetiyor olmalı.

Böylesi telif davaları peşinde iken, sanırım, kimi ciddî soruları da atlıyoruz: “Ona aklı ben vermiştim” diyoruz. Peki bize bu aklı Kim verdi? “O söz benim” diyoruz. Peki, o sözü akleden kalbi, söyleyen dili, gırtlağı, ses tellerini, o sözü çevremize ileten hava zerrelerini biz mi yarattık? Yoksa sahipsiz idiler de, sokaktan mı aldık? Benim gibi biri, bir sayfalık yazının altına bile imzasını atıyor. Küçük bir resmin bile kenarında ressamın imzası mevcut. Peki, beklenmedik bir anda, bu yazının ilhamı nereden ve kimden geldi? Ressama ilham kaynağı olan kâinat manzaraları hangi Ressama ait? Bana ve ressama, aklı, hayali, kalbi, elleri ve boya yahut mürekkebi sunan Kim?

Farkına varmadan, gün be gün, telif davaları peşinde koşuyoruz. Doğru, başka biri ne hakla şu yazıyı sahiplensin ki. Ne ki, biz “verilmiş” şeyleri, bir resmi, bir yemeği, bir sözü, bir evi bile ‘ben’lenirken, eşsiz bir kitap hükmündeki kâinat parça parça Kâtibinden gayrısına isnad ediliyor. Sözümona kendi “telif”imizin derdine düşmüşken, asıl müellifin mülkünü çalıyoruz.

Ve henüz, bunca hırsızlamaya rağmen, aleyhimize bir telif davası açılmış değil. Ancak, şu ana dek açılmamış olması, hiç açılmayacağı anlamına gelmiyor. Bilakis, bize hep doğru haberler getiren Muhbir-i Sâdık, Mahşer günü açılacak bir “ilâhî telif davası”nı haber veriyor: Bize verileni Onun ikramı mı bildik, kendimize mi verdik?

O gün, yaptığımız tüm “aparma”ların tazminatı olarak cehennemin yolunu tutmak istemiyorsak, şimdiden dikkat! Üstelik, hiç olmazsa bundan sonra Onun ikram ettiğini Ondan bilir; geçmiş hırsızlamalar için ise “istiğfar” tazminatı ödersek, O, cennette çok daha fazlasını vereceğini müjdeliyor…

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut