ANLAYABİLDİĞİMİZ ÖLÇÜDE yakınlaşabiliyoruz. Diğer taraftan da yakınlaşabildiğimiz ölçüde anlayabiliyoruz. İnsanları, nesneleri anlayabilme çabası; kâinatı, yaratılışı anlamlandırabilme gayreti diyebileceğimiz ontolojik arayışlarımız gözlemlerimizi şahsi alemlerimize ne kadar yakınlaştırabildiğimizle doğrudan ilişkili. Eflatun’un ifade ettiği gibi ‘bir kimsede nesne ile yakınlık olmazsa, ne öğrenme ne belleme kolaylığı ona bir şey gösterebilir; çünkü görebilmek için nesne ile yakınlık şarttır.’[1] Yakınlaşabilmemiz, dolayısıyla anlayabilmemiz, görebilmemiz ise benliğimizden, enaniyetimizden geçiyor.
Ene, ben Otuzuncu Söz[2]’de detaylı bir şekilde tahlil edildiği üzere bir kıyas aleti olarak düşünüldüğünde, Allah’ın Rububiyetininin vasıflarını, Uluhiyetinin şuunatını anlamaya vasıta olur. Allah’ın isim ve sıfatlarının bilinmesi enaniyete bağlıdır. Çünkü mutlak ve sınırsız olguları anlayabilmemiz; onlara farazi sınırlar koymakla, şekiller vermekle mümkün olabilir. Karanlık olmaksızın daimi ışığın görünemeyeceği, bilinemeyeceği gibi Allah’ın kudret sıfatı, Hakim, Rahim gibi isimleri de sınırsız, mutlak kuşatıcı, ortaksız olduğu için onlara vehmi bir kayıt, sınır koymaksızın anlamamız mümkün olmamaktadır. İnsan, enaniyeti ile kendinde farz ettiği kudret, ilim gibi sıfatlar dürbünü ile farazi sınırlar çizerek, kıyas yaparak Allah’ın mutlak ilim ve kudretini anlamaya çalışabilir. Yine enaniyet ile kendisinde vehmettiği, tasavvur ettiği hikmet ve şefkat ölçücükleri ile Allah’ın sonsuz hikmetini, şefkatini anlamaya yanaşabilir, yakınlaşabilir. Bu şekliyle ene, aslında kendisinde olmayanı gösteren ayna gibi, keyfiyetleri tartan bir ölçü aleti(termometre gibi), anlamı oluşturmaya yardım eden harf gibi insanlığın vücudunun kalın ipinden şuurlu bir tel gibidir ve iki yüzü vardır ki biri hayra ve vücuda bakar. Bu yüzde vereni kabul eder, kendi icad edemez.
Diğer yüzü şerre bakar ve ademe(yokluğa) gider. Bu yüzde faildir, fiil sahibidir. Benliğini ilk yüzüyle bilen, ona göre hareket eden kainatın ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür(Eflatun’un dediği gibi görebilmek için yakınlık şarttır ene bu haliyle dürbün vazifesi görüyor, yakınlık sağlıyor) ve afaki malumat nefse geldiğin zaman enede tasdik görür. O ilimler, nur ve hikmet olarak kalır. Zulüm ve abesiyete dönüşmez. Vazifesini bu şekilde yerine getiren ene, ölçü aleti olarak kullandığı mevhum rububiyetini ve farazi malikiyetini terk eder…Ene bu yüzüyle adeta bir ana anahtar(master key) vazifesi görerek zahiren açık görünen, hakikatte kapalı olan kainat kapılarını açabiliyor.
Enenin bu anahtar vazifesinin keşfi ile olsa gerektir ki Bediüzzaman Katre risalesinin girişinde kırk senelik ömründe otuz senelik tahsil hayatında öğrendiği dört kelime, dört kelam olarak ene ve ene ile doğrudan ilişkili sekiz kavramdan bahseder. Kelimelerden manay-ı harfi, manay-ı ismi enenin iki yüzünü ifade ediyor. Niyet, nazar eneye göre şekilleniyor. Kelamlar ise ene, Rabbim birdir(ene mevhum rububiyetini terk eder), kendime malik değilim(ene farazi malikiyetini terk eder) ve ölüm haktır(ene her şeyin kendinde fani olduğunu fark ediyor).
Ene diğer yüzü ile kendisini malik zannederse, kendisine bir pay verirse şirk, şer ve dalaletlerin kaynağı olmuş olur. Böyle bireysel bir benlik, toplumsal milli benliklerden de kuvvet alarak adeta şeytan gibi Allah’ın emirlerine karşı çıkar. Kendisini bir pay sahibi düşündüğü için başkalarını da pay sahibi olarak görür. Cenab-ı Hakkın mülkünü onlara ve sebeplere paylaştırır. Kendime malikim iddiasında olan, her şeyin kendine malik olduğuna inanması gerektir. Burası, enenin nazar ile ilişkisini gösteriyor. İman ile normal bir bakış açısı getiren ene, her bir yaratılmış ile arasında yakınlık bağı kuruyor. Bu yakınlık ile zaman ve mekan üstü birliktelikler geliştiriyor. Şirk ise her bir mahluku izole bir varlık mesafesine iterek, her bir şeyi yapayalnız gösteren birbirlerine uzak kılan karanlıklı bir bakış açısı getiriyor. Said Nursi, enenin kendini malik zannettiği bu şirk içindeki vaziyetini ‘hainane’ olarak vasıflandırıyor:
‘İşte, ene, şu hâinâne vaziyetinde iken, cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeple bir eçheldir.’
Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin bir yönü olan eneyi bu şekilde yüklenen insan emanete hıyanet etmiş oluyor. İlgili ayetin[3] sonunda ifade edildiği üzere bu haliyle insan çok cahil bir durumdadır(mutlak cahil). Binler fenleri bilse de(kainat kapılarını zahiren açık görür) bilmediğinin farkında olmayıp, kendini bilir zanneder derecede bir cehalet içindedir(hakikaten kainat kapıları ona kapalıdır). Şu haldeki enenin rengi şirk ve inkar olduğu için bütün kainat parlak ayetlerle de dolsa enedeki karanlıklı bir nokta onları nazarda södürür, göstermez.
Otuzuncu Söz’ün giriş kısmının sonunda, insanın mahiyetini ve insanda enenin(doğru anlaşılmak ve kullanılmak şartıyla) mahiyetinin ne kadar hassas bir ölçü, doğru bir mikyas, kuşatıcı bir fihriste, mükemmel bir harita, kapsamlı bir ayna, kainata güzel bir takvim (ahsen-i takvim) olduğunu anlamak için On Birinci Söz referans verilmiştir. On Birinci Söz, alemin hikmetinin tılsımını, insanın yaratılış muammasını ve namazın hakikatinin işaretlerini birleştiren bir risale. Adeta, eneyi namaz ile kıvama getirmek suretiyle insanın yaratılışı anlamını bulduğu gibi alemin hikmeti de açığa çıkmış oluyor. Diğer bir ifade ile insanın kendi yaratılışının içselleştirilmesi ve alemin hikmetinin anlaşılması namazın hakikati ile olabiliyor. Namazın hakikati, eneyi en başta ifade ettiğiniz yakınlaşma vesilesine, ana anahtara dönüştürmüş oluyor:
‘…mütefekkirâne ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcut ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür.’[4]
[1] Eflatun, Mektuplar
[2] Saıd Nursi, Sözler, 30. Söz
[3] "Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Hepsi de onu yüklenmekten kaçındı ve ondan korktu. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zalim, çok cahildir." Ahzâb Sûresi, 33:72.
[4]Said Nursi, Lem’alar, 23. Lem’a
© 2021 karakalem.net, Harun Pirim