“EN CAHİL insan, başkasının zannından ötürü kendi yakînini terk edendir.”
Nefsinin kusurunu bilmemek en büyük cehalettir
İNSANOĞLUNUN ÂLEMDEKİ SERÜVENİ ESASEN bir fiille ifade edilebilir. Âlimlerimiz bu fiili ifade eden “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyât 51/56) ayet-i kerimesindeki ‘kulluk etme’ (li-ya‘budûn) ibâresini, ‘bilme’ (li-ya‘rifûn) olarak tefsir etmişlerdir. Dolayısıyla insanın bu âlemde tek bir amacı olmalıdır ki o da Rabbini bilmektir. Sûfîlerin tabiriyle bilen bulur, bulan olur. Vücûd (varlık) ile vecede (bulmak) arasında da çok sıkı bir ilişkiden bahseder sûfîler. Kendinden geçme anlamındaki ‘vecd’ de esasen ancak O’nu bulanın kendisini kaybetmesinin bir diğer ifadesidir.
Olmaya giden bu yolun ilk basamağı olan bilmenin de -alemdeki her olgu ve nesne için geçerli olduğu gibi- dereceleri vardır. En temelde üç dereceli bir bilgiden bahseder düşünce geleneğimiz: ilmelyakîn, aynelyakîn ve hakkalyakîn. Özünü Kur’ân-ı Hakîm’in ilgili ayetlerinden alan bu tasnifte, bilginin zıddı olan zannın yeri yoktur. Zan bilginin bir alt mertebesi olamaz zira o cehaletin ilim sanılması gibi bir yanılsamanın adıdır esasen. Yokluğun varlık sanılması gibidir bu.
İlmelyakîn kabaca bir olguyu veya hakikati teorik/nazarî olarak bilmek, aynelyakîn müşahede etmek suretiyle bilmek, hakkalyakîn ise tecrübî olarak bilmek demektir. Tekâsür sûresinde ibretlik bir biçimde âhiretin önce ilmelyakîn, sonra aynelyakîn bilineceğinin vurgulanmasının ardından “hakkalyakîn” ismi zikredilmeden “Sonra o gün, nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz” (Tekâsür 102/8) hakkalyakîn bilmenin ne kadar çarpıcı bir biliş tarzı olduğunu tekid eden bir işaret barındırır içinde. Yani ‘hesap verme hakikati o kadar apaçık, o kadar ayan beyan olacak ki, onu tavsif etmeye, tanımlamaya dahi gerek kalmayacak sizin için, o hakikati bittecrübe bileceksiniz’, demektir bu bir nevi.
Yakîn dendiğinde işte bilgini bu en üst mertebesi kasdedilir, yani hakkalyakîn. Sûfîler tasfiye ve tezkiye metodlarıyla bu bilgiye eriştiklerini söylerler. Bunu bilgi-eylem ilişkisiyle açıklarlar. İlmelyakîn veya aynelyakîn düzeyindeki bilgi eyleme geçirildiğinde Cenâb-ı Hak bu bilgi türünden olmayan çok daha farklı bir yakîni kuluna bahşeder ki buna sûfîler keşif, marifet, ilm-i ledün gibi çeşitli isimler vermişlerdir.
En yalın hakikat: nefis kusurludur
İbn Atâullah el-İskenderî’nin başta zikrettiğimiz hikmetinde ifade ettiği bilgi işte bu yakîndir, yani marifet-i nefs veya marifetullahtır. Nitekim birini bilen, diğerini de bilmiş-bulmuş olacaktır: ‘Nefsini bilen, Rabbini bilir’. Bu hikmetin şerhinde bazı şârihler kişini kendi kusurlarını -marifet-i nefs- bildiği halde, dışarıdan gelen övgülerle kendinde bir kemâl olduğunu zannetmesine vurgu yapmışlardır. Yani insan kendi aczini ve kusurunu en iyi bilen olduğu halde, dışarıdan kendisinde olmayan bir vasıfla övüldüğünde, kusurlarına dair yakînî bilgisini terk edip kendisini övenlerin hüsn-i zannına tâbi olur bazen. İskenderî’ye göre bu, insanın başına gelebilecek en büyük yanılsamadır. Nitekim bu insan, insanların en cahili olarak tavsif edilir. Halbuki başta yakînî bilgiye sahipken, küçük bir sınanmanın ardından cehâlete düçar olabilmektedir insan. Cehâletin en koyusu ise, cehl-i mürekkeptir ki bu bilmediği halde bildiğini sanmak, zannını yakîn olarak görmektir.
İşte İskenderî hazretleri bu hikmetiyle hem iç dünyamızda zanna hem de dışarıdan gelen zannî uyarıcılara kulak asmamamız, özellikle de kendi nefsimize dair yakînî ve esasen vicdânî-fıtrî bilgimiz olan nefsimizin mutlak aciz, mutlak fakir ve binlerce kusuru olduğu şeklindeki en temel bilgilerimizi hiçbir zanna kurban etmememiz gerektiğini hatırlatıyor bizlere. Bu hatırlatma diğer taraftan şu anlamı da içinde barındırır: ‘(Ancak) nefsini bilen rabbini bilebilir’ kaidesince baktığımızda, eğer nefsimize dair bu yakînî bilgimizin yerini zanna bırakırsak rabbimizi tanımamız, varlığımızın biricik gayesi olan marifetullaha ulaşmamız da imkânsız olacaktır.