Kesrete düşülür mü?

Abdullah Taha Orhan

Akşemseddin ‘kesrete düştük’ deyip Beypazarı’ndan önce İskilip’i bir köyüne, ardından da Göynük’e yerleşir. Kendisinden köşe bucak kaçılan bu kesret de ne ola ki? Kesret, içine düşülen bir tuzak mıdır? Akşeyh’in İstanbul’da tüm teveccühleri, adına yapılacak medreseyi ardında bırakıp yine Göynük’e kaçışı düşünülürse, elhak öyle olsa gerek…


Şeyhe hilafet verileceği zaman geldi, Beypazarı’nda mescid ve değirmen yaptı. Şeyhe talipler gelip çoğaldı. Şeyh “kesrete düştük” diyerek Beypazarı’ndan göçüp İskilip kazasında Kösedağı ismiyle maruf, kasabalardan ırak dağın üstünde mütemekkin oldu. O köye “evlik” derler… Ardından o köyde dahi halk üşü(şü)p kesret hasıl oldu. Ondan dahi gitti, Göynük’e mescid yaptı, değirmen yaptı.

BU SATIRLAR Akşemseddin hazretleri hakkındaki en muteber kaynaklardan biri olan, Emir Hüseyin Enîsî’nin Menâkıb-ı Akşemseddin isimli eserinden.

Akşeyhe hilafet veren Hacı Bayram-ı Velî. Akşemseddin hilafet aldıktan sonra Beypazarı’na yerleşir ve orada Hacı Bayram’ın ve Anadolu’da özellikle Ahî Evran gibi sûfî/ahîlerin adeti olduğu gibi, gittiği yerde bir değirmen ve bir mescid yaptırır. Halkı irşad için mescid, hem kendisinin hem de çevresinin maişeti içinse değirmen…

Fakat sonrasında bir şey olur ve Akşeyh buradan kendisinin belki de hiç tanınmadığı bir kazanın, dağ başındaki ücra bir köyüne yerleşir. İşte asıl vurgulamak istediğimiz yer burası: Akşemseddin’in Beypazarı’ndan, İskilip’in ücra bir köyüne yerleşmesinin sebebi. Müellif Enîsî, şeyhe atıfla “kesrete düştük diye” Beypazarı’ndan ve sonrasında da yine aynı sebeple gittiği köyden ayrılıp nihayet Göynük’e yerleştiğini söylüyor.

Peki ne ola ki bu “kesrete düşmek”? Kesret bir tuzak mıdır ki içine düşülsün?

İlgili tabirlere tekrar dikkatle bakalım: “[t]alipler gelip çoğaldı. Şeyh “kesrete düştük” diyerek…” ve “halk üşü(şü)p kesret hasıl oldu”. ‘Düşmek” fiilinin eski Türkçedeki anlamlarına baktığımızda burası için en uygun anlamın “mağlup olmak (yenik düşmek)” olduğunu görürüz.[1] Buradan şunu anlıyoruz, Akşemseddin hazretleri kesretten, halkın aşırı teveccühünden oldukça rahatsız, öyle ki buna “yenik düşüp” Beypazarı gibi merkezî bir yeri terk edip bir dağköyüne yerleşmeyi tercih ediyor.

Fakat aşırı ilgi burada da peşini bırakmıyor ve bu sefer Göynük’e gidiyor. Arada başkaca yerlerde bulunsa da İstanbul’un fethinin ardından yine Göynük’e dönmesi ve ruhunu sahibine burada teslim etmesi de gösteriyor ki Beypazarı ve Evlik’te başına gelenler burada gelmiyor. Yani halkın ‘aşırı’ ilgisi yok Göynük’te.

İstanbul’dan Göynük’e, kesretten vahdete kaçış

Gayesi halkı irşad etmek olan, daha çok insanın Allah’ı tanımasına, marifete ulaşmasına vesile olmak olan Akşemseddin neden kesretten, talebin çokluğundan rahatsız olsun ki?

Bu sorunun cevabını gelin yine Akşemseddin hazretlerinin hayatında arayalım. Kendisini Fatih Sultan Mehmed’in danışma meclisinde görüyoruz örneğin sonraki dönemlerde. Fatih’i fethe şevklendirenlerin başında geliyor Akşemseddin, Molla Güranî ile birlikte. Kuşatma sırasında da hem kendisi hem de mürîdânı maddi-manevi desteklerini esirgemiyorlar. Fatih’in şevki ne zaman kırılsa, morali bozulsa, uğradığı ilk adres Akşemseddin oluyor. Ardından fetih müyesser oluyor ve öyle ki Fatih “fetihten çok, Akşemseddin gibi bir alimin benim zamanımda yaşadığına sevinirim” diyor.

Tüm bu teveccühe, hatta Fatih’in dahi kendisine mürid olmak istemesine rağmen Akşemseddin fetihten sonra İstanbul’da çok kalmayıp, Göynük’e geri dönüyor. Demek ki Göynük, Beypazarı ve İskilip’e müreccah olduğu gibi İstanbul’a da müreccah oluyor onun nazarında.

Akşemseddin’in İstanbul’dan Göynük’e dönüşü de Beypazarı ve İskilip’ten Göynük’e kaçışı gibi olmalı muhtemelen. İstanbul’da vazifesini ifa ettikten sonra, ‘kesrete düşünce’ yeniden bir nevi inzivagah olan Göynük’e dönüyor. Her ne kadar bu son gelişine Fatih’e kırgınlığının sebep olduğu tahmin edilse de, son tahlilde Fatih’e kırılmışsa eğer bu muhtemelen ‘kesret’ten, yani aşırı ve rahatsız edici ilgiden ötürü olmuş olsa gerektir.

Somuncu Baba’dan Akşemseddin’e, aynı tavır aynı çizgi

Benzeri bir ‘kaçış’ı, Akşemseddin’in hocasının hocası olan, Somuncu Baba’da da görüyoruz. Meşhur menkıbede geçtiği gibi, Ulu Cami’de verdiği hutbede Fatiha’yı 7 ayrı şekilde mükemmelen tefsir edip ‘kesrete düşünce’ o da Aksaray’a döner bu ilgiden kaçıp.

Biliyoruz, yukarıda sorduğumuz soruya tam bir cevap veremedik. Ama cevaba buradan gidilebileceğini tahmin ediyoruz: şöhret afettir. Bediüzzaman’ın tabiriyle şöhret, insanın malı olmayanı da insana mal eder. Bediüzzaman’ı anmışken, onun hayatının da aslında bize tam da bu dersi verdiğini söylemeden geçmeyelim. Çok meşhur olduğu, çok zeki talebelerinin olduğu Doğu’da istediği mecraı bulamayan Said Nursi, kaderin sevkiyle geldiği ve tabiri caizse herkesin unuttuğu Barla’da ümmi talebeleriyle dünyaya ulaşacak bir çağrının tohumlarını atar, tam da kendi sözünü bizzat kendi hayatıyla tefsir edercesine:

Meziyetin varsa hafâ turâbında kalsın, tâ neşvünemâ bulsun.

Bilinmenin tohumu unutulma toprağında gizli demek. Afetsiz bir şöhret ancak böyle mümkün olsa gerek.

Akşemseddin de kesret tuzağına düşmeden, kendini Göynük toprağına gizledi belki de. Ve böyle gizlenerek öyle bir tohum attı ki şu fani dünyaya, vefatından 550 sene sonra, halen dahi hayırla yad ediliyor.

Rahmet ola, ona ve yolundan gidenlere…


[1] Bk. TDK Tarama Sözlüğü, “düşmek” md.

  08.01.2019

© 2021 karakalem.net, Abdullah Taha Orhan



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut