SAYININ SÖZE, niceliğin niteliğe egemen olduğu, ‘modern’ hatta ‘post-modern’ tabir edilen bir kesitinde yaşıyoruz dehrin. Modern ulus-devletler sürekli bir şeyleri yarıştırıyorlar; rakamlar, istatistikler, veriler… Kim daha fazla büyüdü, kimin daha fazla filancası var, kim ne kadar falanca üretti ilaahir. Toplumsal düzlemde de bu durum pek farklı sayılmaz, kimliklere göre değişen şekilde, kimi zaman ülkemizi, kimi zaman kendimizi ait hissettiğimiz etnisitemizi, kimi zaman şehrimizi, hatta bazen köyümüzü, denkleriyle yarıştırıyoruz.
‘Ne kadar da güzel ve çok öldük…’
Bazen çoğaltma ve yarıştırma güdümüz o denli artırıyor ki Tekâsür suresinde ifade edildiği gibi kabirlere kadar vardırıyoruz işi: ya ‘biz ne güzel ve ne çok öldük’, ya da ‘bizim ölülerimiz/atalarımız şöyle büyük insanlardı’ gibi anlamsız yarışlara giriyoruz.
Güce, başarıya, zenginliğe, asalete dair yarıştırmalarımız bir yana, bir de salih amellerimizi ve niyetlerimizi yarıştırıyoruz bazen: “Ben şu kadar yaptım, sen daha ancak şu kadar yapmışsın!”
Bunlar da insan mı?!
Yetmiyor, vicdanlarımızı yarıştırıyoruz. Nerede bir kötülük görsek “bunlar nasıl insan böyle, bu da yapılır mı” diye kınıyoruz failleri. Hatta sonrasında kınamayanları da kınıyoruz. Bir de tabi herkesin bizim kınamalarımızı duymasını istiyoruz.
Bununla, aslında öncelikle o kötü işi yapanlardan ne kadar da daha vicdanlı/iyi olduğumuzu da deklare etmeye çalışıyoruz, sadece onlardan da değil; sonrasında onları kınamayan ‘vicdansızlar’dan da…
Önce (ve/ya çok) kınayan kazansın
Önce kınayan, daha çok kınayan yarışı kazanır, diye bir algımız var içten içe; farkında olmasak bile.
Elbette kötülükten rahatsız olmak, hele de toplum içinde alenen işlenen bir kötülüğün yine alenen kınamak anlaşılır, hatta elzem bir şey. Fakat burada problemli olan nokta şu: işlenen kötülüğü kendimizden bütünüyle tecrid etmek, tabir-i caizse nefsimizi tezkiye etmek ve vicdanımızı diğer insan kardeşlerimizle yarıştırmak.
Oysa vicdan tanımı itibariyle yarıştırılabilir, rekabet ettirilebilir bir şey olamaz asla. Vicdan mahviyet gerektirir; ‘ben’, ‘benim’ gibi izafetlerden mümkün mertebe kurtulmaya çağırır bizleri.
Vicdan ‘bizim’ mi?
Zira vicdan ‘benim’ malım değildir, dolayısıyla ‘benim vicdanım’ diyemem. Vicdan küllî bir şuurdur içimizde, Alemler Rabbi’nin bize emanet ettiği. Tüm insanlık, aslında o büyük küllî vicdanın birer emanetçisidir, vicdan bölünmez; küll değil küllîdir zira. Aynen Cenab-ı Hakk’ın sair sıfat ve esma tecellilerinin: ilim, irade, kudret gibi, ‘bizden’ ve ‘bizim’ olmayışı gibi, vicdan da kendimizden ve ‘bizim’ değildir.
Öyleyse neyi yarıştırıyoruz?
Yoksa tam da vicdanın zıddı olan nefislerimizi yarıştırıyor olmayalım?