Arşiv

 Çağdaşlar Ne Kadar Demokrat?

OSMANLIDA MODERNLEŞMECİ HAREKETLERİN BAŞLAMASIYLA, KENDİSİNE AYDINLANMACI BİR MİSYON BİÇEN BATILILAŞMACI ELİT VATANDAŞIN GÜNDELİK HAYATINA RAHATLIKLA

KARIŞMAYA BAŞLAR. BU ELİTİN KENDİSİNE GÖRE DAHA İLERİ, MODERN VE GELİŞMİŞ BİR TOPLUMSAL PROJESİ VARDIR VE BU PROJENİN TAHAKKUKU DA VATANDAŞIN BİR ŞEKİLDE DÖNÜŞTÜRÜLMESİNİ GEREKTİRMEKTEDİR.



BUNDAN BİRKAÇ ay öncesinde Sabah gazetesinin arka sayfasında büyük fotoğraflarla bir haber çıkmıştı. İstanbul Florya’daki özel bir anaokulunda öğretmenler “türban” takmaktaydılar ve de buradaki çocuklara dinî bilgiler verilmekteydi. Gazetenin acar muhabiri de bir veli ayaklarıyla bu anaokuluna gitmiş; yine türbanlı sahibe ve müdireden birtakım bilgiler aldıktan sonra bunları “bu çağda böyle şeyler” gibisinden bildik yorumlarla gazetesine yazmıştı.

Bu tavır aslında bu ülke elitlerinin modernleşme adına nasıl bir vesayetçi —hatta insanların çocuklarını yetiştirme şekline dahi karışmaya varacak kadar despotça— bir anlayışı benimsediklerinin hayli somut bir örneğidir ve bu tür örneklerin haddi hesabı da yoktur. Sözgelimi —her ne demekse— “çağdaş yaşam”ı destekleme amacıyla kurulan ve bu doğrultuda faaliyetlerde bulunan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin yayınları buna benzer örneklerle doludur.

Mesela Çağdaş Kültürümüz’e birkaç makale yazan emekli öğretim üyesi Hüseyin Batuhan başta son derece demokratik bir tavır takınarak “demokrasilerde ... devletin bazı fikirlere sahip çıkıp onları koruması altına alama”yacağını söyler. Ama aynı yazar birkaç sayfa ötede bu sözlerini unutmuşçasına sözler eder. Batuhan’a göre, “kurulacak yeni dünya, şüphesiz bilimsel düşünüş temeli üzerinde kurulacaktır; zira insanları birleştirebilecek tek güç bilimdir. Dinler ve ideolojiler de insanları bir çatı altında toplamak amacıyla ortaya atılmıştır” ancak, “bunlar bilgiye değil de inanca dayandıkları için hiçbir zaman düşledikleri birliği sağlayamamışlar, tam tersine bölücü hatta düşman edici olmuşlardır.” Dolayısıyla eğitimin akılcı-bilimsel bir düşünüş biçimine göre yürütülmesi zorunludur. “İşte Atatürk’ün tüm eğitim politikası”nın “belki bugüne kadar dünya tarihinde görülmemiş bir girişim olması” da bu yüzdendir.

Aynı derneğin yayınladığı Çağdaş Eğitim’in yazarlarından Jale Baysal ise “ülkenin her bir yanına bir ağ gibi yayılmış” Kur’an kurslarından söz açar. Baysal’a göre “okullarda başlayanı, bir kısım Kuran kursları ve bazı tarikat çevreleri çarpıtıp bozarak tamamlamaktadırlar,” dolayısıyla “devletin kesin ve ciddi denetimi altında tutulmalıdırlar.” İnsanlar “... şimdi gördüğümüz gibi bazı Kur’ân kursları gibi ne olduğu açık seçik belli olmayan amaçlara yönelmemelidirler.”

Aynı eserin bir başka yazarı, Aysel Çelikel, “laikliğe aykırı bir biçimde İslâm’ın siyasî yönüne ilişkin telkin, propaganda ve eylemlerin din özgürlüğü veya din eğitim ve öğretimi yolu ile çok kolayca ve doğal olarak yapılabilmesin”den bahseder. Çelikel’e kalırsa, bu özelliğin, “bu akımı diğer siyasî doktrinlerden ayıran en önemli özellik olduğunun gözden uzak” tutulmaması gerekir. “Hareket noktasında eşitliğin bulunmadığı bir özgürlük, demokratikleşme değil, aksine tek taraflı olarak yalnız bir siyasetin hakimiyeti ve baskısını doğuracaktır.” Dolayısıyla “demokratikleşmeye aykırı olan bütün engeller kaldırılırken, bütün siyasal ideolojilerin Anayasa dahil bütün yasalar ve idari uygulamalar bakımından sıfır noktasında yarışacakları ve devletin tarafsız kalacağı bir sistem içinde olabilir.” Bu da ancak “ülkemizde laik eğitim”in “tam anlamıyla sağlanma”sıyla gerçekleşecektir —o zaman devletin tarafsızlığına ne olacağı ise meçhuldür.

Yine aynı kitabın yazarlarından öğretim üyesi Recep Nas da eğitimin amacını “yapıcı, yaratıcı, çağdaş, bilimsel tavırlı, üretken, sorgulayan, bağımsız ve eleştirel düşünme gücü gelişmiş bireyler yetiştirmek” olarak tanımlar ve bunun için de “Atatürk’ün eğitim politikasının ilkeleri ışığında zaman yitirilmeden eğitim sistemimizin yeniden yapılandırılması gerektiğini” vurgular. Yetişkinlerin eğitim konusunda yazan emekli öğretim üyesi Turhan Oğuzkan da “Türkiye’de eğitimi bekleyen görev”i “Cumhuriyetin açtığı laik, demokratik çağdaşlaşma yolunda halkımızın siyasal eğitimine katkıda bulunmak, böylece içinde bulunduğumuz kültür değişimini Atatürkçü çizgide hızlandırmak” olarak belirler.

Özetle, “çağdaşlar”ımız —ya da “çağdaşçılar”ımız— demokratlıktan geçer not alamıyorlar ve “modernleşmeci/ideolojik devlet” anlayışını benimsediklerinden ülkemizin demokratikleşmesi ve devletin ideolojiden bağımsızlaştırılması sürecine katkıda bulunacak öneriler getiremiyorlar.

Yakınlarda okuduğum, insanların gündelik hayatlarını belirleyen davranış kalıpları konulu “bilimsel” bir makaleye göre, davranışlarımızın yalnızca yüzde onunda rasyonel değerlendirmeleri asıl alıyormuşuz. Geri kalan yüzde doksanı belirleyen ise alışkanlıklar ve geleneklermiş. Neyin normal ve neyin anormal olduğuna da yine bu alışkanlıklara ve geleneklere göre karar veriyormuşuz.

Modern bilimlerin ölçme yöntemlerine yanılmazlık atfedenlerden değilim —hele hele konu insan ve toplum olunca bu yöntemlerin yetkinliğine ilişkin tereddütlerim daha bir belirginleşiyor. Ama bu yazının girişinde sözü edilen yargının bir gerçekliğin ifadesi olduğu da herhalde inkâr edilemeyecek bir vâkıa. Gerçekten de insanlar öteden beridir alıştıkları, ünsiyet ettikleri, kanıksadıkları şeyleri normal görme eğilimindeler. Daha önceleri görmedikleri, bilmedikleri, duymadıkları türden kişiler, anlayışlar, değerlendirmeler, davranışlar, gruplar vs. ile karşılaşınca bunları ilk önce —artık her neyse— kendi meşreplerine, anlayışlarına göre bir “doğru-yanlış” kriterine tâbi tutmuyorlar; sadece alışkanlıklarıyla örtüşüp örtüşmediğine bakarak olumlamayı ya da olumsuzlamayı tercih ediyorlar. Daha da kötüsü, bu tutum içselleşmiş bir biçimde az veya çok hepimizde yer etmiş durumda. Kendisine hata yaptığı söylendiğinde “Ama ben hep böyle yaparım” cevabını veren ahmağın tepkisine benzer tepkileri zaman zaman hepimiz gösterebiliyoruz. Meselâ “Biz bunu böyle gördük/öğrendik” ya da “Bizim meşrebimizde/cemaatimizde/kliğimizde/fraksiyonumuzda vs. böyle şey görülmemiştir, bundan sonra da bu tür sapmalara izin vermeyiz” şeklindeki patolojik değerlendirmeler de sağcısından solcusuna, dinlisinden dinsizine bu ülke vatandaşlarının yabancısı olmadığı değerlendirmeler…

Alıştığımız şeyleri normal görme eğiliminde olunca, belki de üzerinde biraz kafa yorunca yanlışlığını farkedeceğimiz anormalliklere de lakayt kalıyoruz. Mesela ilkokul öğrencilerinin her sabah ettiği yemin... Her sabah bağıra-çağıra edilen bu yemine bakılırsa çocuklar öncelikle Türk, doğru ve çalışkandırlar. Büyükler sayılacak ve küçükler sevilecektir. Varlıklar da Türk varlığına armağan olacaktır. Bugünümüzü sağlayan Ulu Atatürk’ün açtığı yolda, kurduğu ülküde, gösterdiği amaçta hiç durmadan yürünecektir. Ayrıca Türküm diyene de ne mutludur!

İnsanları yığınlar halinde ve önceden, başkaları tarafından belirlenmiş bir şekilde bağırtmanın estetik olarak ve demokratik gelenekler açısından uygunsuzluğu bir tarafa, bu yeminin muhtevasının çok yoğun faşizan unsurlar barındırdığı herhalde kolay kolay inkâr edilemeyecek bir husus. Ne yazık ki eğitim sistemimizdeki antidemokratik uygulamalar bu yeminden ibaret değil. Öğretmen-öğrenci ilişkilerinden ders programlarına, oradan da ders kitaplarına kadar eğitim sistemimiz öğrencilere devletin belirlediği değerleri empoze edici antidemokratikliklerle dolu. Bu noktada tarih ve inkılâp tarihi kitapları hâssaten belirtilmelidir. Bu dersler cumhuriyetin kuruluşundan çok partili siyasî hayata, 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e kadar birçok konuda öğrencilere resmî görüşü empoze etmektedirler. Keza din bilgisi kitaplarında da devletin istediği türden bir din anlayışı öğretilir. Velhasıl, velinin çocuğunu kendi istediği şekilde yetiştirme ve şekillendirme hakkı böylelikle gasbedilmekte; devlet, öğrencileri kendi istediği gibi şekillendirmeyi amaçlamaktadır. Bunun sonucu da özellikle öğrenciler için çok ciddi bir parçalanma ve yabancılaşmadır.

Esasında bu totaliter uygulamalar, gerilerindeki antidemokratik değer yargılarına ve devlet anlayışına işaret ediyorlar. Demokratik sistemlerde devletin rolü mümkün olduğunca teknik bir konuma indirgenecektir. Devlet, vatandaşların kendi aralarındaki ve devletle vatandaş arasındaki ilişkileri, vatandaşların üzerinde mutabakat ettiği (konsensus) biçimlerde yürütecek, bunun zeminini hazırlayacak ve müeyyidelerini uygulayacaktır. Gelgelelim Türkiye gibi ülkelerde devlet kendisine değer empoze edici bir misyon biçmektedir. Devlet, vatandaşlarının istediği doğrultuda örgütlenmek şöyle dursun, vatandaşı kendisine göre örgütlemeye çalışmakta; vatandaşların birbirlerine nasıl hitap edeceğinden (meselâ bey, hanım gibi hitapları inkılâp kanunları gereği kullanamazsınız) giyim-kuşamına, okuyabileceği kitaplardan, üye olabileceği derneklere ve okullarda takip edeceği eğitim programına ve hatta imamların Cuma namazlarında okuyacağı hutbelere kadar herşeye karışmakta, bunları belirlemektedir. Yani Türkiye gibi ülkelerde vatandaşa göre devlet değil, devlete göre vatandaş asıldır.

Bu baskıcı devlet anlayışının temelinde de bana kalırsa laik/batıcı elitin modernleşme politikaları yatmaktadır ve bunun da aşağı-yukarı 200 yıllık bir tarihi vardır. Osmanlı devleti, klasik döneminde, siyasî iktidarı hedefleyen ya da siyasî iktidarın otoritesini haleldar edebilecek oluşumları acımasızca ortadan kaldırmaktadır; ama bunun dışında eğitimden giyime, mirastan evlenmeye, din işlerinden dünya işlerine kadar bütün konuları siyasî otoriteyi ilgilendirmeyen konular olarak belirlemekte, bunları tamamıyla toplumsal inisiyatife bırakmaktadır.

Ne var ki Osmanlıda modernleşmeci hareketlerin başlamasıyla, kendisine aydınlanmacı bir misyon biçen Batılılaşmacı elit vatandaşın gündelik hayatına rahatlıkla karışmaya başlar. Bu elitin kendisine göre daha ileri, modern ve gelişmiş bir toplumsal projesi vardır ve bu projenin tahakkuku da vatandaşın bir şekilde dönüştürülmesini gerektirmektedir. Cumhuriyet dönemine kadar bu misyonu üstlenen kadrolar bu politikaları nisbeten ılımlı bir biçimde yürütürler. Bir taraftan yeni anlayış doğrultusunda okullar açılır, ama eski tür okullar da varlıklarını sürdürürler. Bir taraftan Osmanlı emperyal anlayışını simgeleyen fes devlet memurları arasında kullanılmaya başlanır, ama vatandaşın giydiğine de karışılmaz.

Cumhuriyetle beraber bahsettiğimiz müdahaleci politikalar inanılmaz derecede katı bir müsamahasızlıkla uygulanmaya başlanır. Dinî eğitim veren ve toplumun bu noktadaki ihtiyacını karşılayan medreseler bir çırpıda kapatılırlar —bu kurumların o sıralarda günün ihtiyacına cevap veremeyecek bir noktaya geldiği ve ciddi bir ıslahattan geçmesi gerektiği ise ayrı bir konudur.

Devlet yeni bir vatandaş tipi yetiştirme gibi bir misyonu üstlendiğinden bütün eğitim kurumlarını “Tevhid-i Tedrisât” kanunuyla bünyesinde toplar ve memleketin her bir köşesindeki bütün eğitim kurumlarında Ankara tarafından belirlenmiş programlar uygulanmaya koyulur. Hatta, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi “ilerici” bir dernek tarafından yayınlanan Çağdaş Kültürümüz’de yazan Hüseyin Batuhan bu konuda ne kadar ileri gidildiğini anlatırken “Atatürk bununla da yetinilemeyeceğini anlamış olmalı ki, okullardan din derslerini de kaldırttı. Bu uygulamada bazı Batı ülkelerinden de ileri gittiği açıktır” demektedir. “Ancak” diye bir not düşer Batuhan, “son yıllarda başkaldıran gerici akımlar, bu arada pervasızca dile getirilen şeriat özlemleri, ... Atatürk’ün bu konuda ne kadar ileri görüşlü olduğunu kanıtlamıştır.” Aynı kişinin, aynı kitabın başka bir sayfasında devleti “dinci” akımları himaye etmekle suçlarken “Demokrasilerde ... devlet bazı fikirlere sahip çıkıp onları koruması altına alamaz” gibi ifadeler kullanması da şâyân-ı taaccüptür. Cumhuriyetin en başından bu yana eğitimin içeriğinin devlet tarafından belirlenmesi bir gelenek olarak süregeldi. Devlet de mevcut ideolojilerden birisini kendisine resmî ideoloji olarak seçtiği için, haliyle, kendi ideolojik seçimlerini vatandaşa cebren benimsetegelmekte… Demokratikleşmenin esaslı ve kalıcı olması için yapılacak ilk şey devletin ideolojiden bağımsızlaştırılmasıdır ve bu da, zorunlu olarak, eğitimin devlet tarafından belirlenmesine ve kontrol edilmesine son verilmesini gerektirmektedir. Ne var ki yeni demokratikleşme düzenlemeleri hâlâ eski anlayışın izlerini taşımaktadır ve mesela partiler yine “Atatürk ilke ve inkılapları” ekseninde örgütleneceklerdir. Demokratikleşme paketi, görebildiğimiz kadarıyla, hâlâ “devlet-eksenli” özellikler arzetmektedir ve devlet ideolojik bir devlet olmaya devam ettikçe eğitimin —ve dolayısıyla herşeyin— demokratikleşmesi de bir hayal olmaya devam edecektir.


(Haşiye: “İdeolojik devlet” karşıtı bir tavır bir defa tebarüz edince, ideolojik devlet özellikleri taşıyan “İslam devleti” de haliyle güme gidiyor; ammâ şimdi tatvîl-i kelâm etmeyelim ve bu hususu bir başka yazıya bırakalım. İ.A.)

  17.01.2004

© 2021 karakalem.net, İzzet Akyol



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut