Arşiv

 Osmanlı’yı Anlamak: “Para vakfı” örneği ışığında, bir anlama denemesi

1641 yılına ait Manastır kadı sicilleri bu bölgedeki 176 köyden 90’ının para vakıflarına müştereken borçlu olduğunu gösteriyor. Bu küçük örnek bile bu kurumun yaygınlığının ve etkinliğinin derecesini göstermesi açısından yeterince anlamlıdır.


AT GÖZLÜKLERİNİ bilirsiniz. Bize göre, hayvanın sağını ve solunu görmesini engelleyen, görüş açısını daraltan bu gözlükler, binicilere sorarsanız hayatî önemi haizdir. Çünkü aslolan, atın dört bir yanını görebilmesi değil, görüş sahasının sadece menziliyle sınırlı olmasıdır.

At, at gözlüklerini kendi iradesiyle takmaz. Ama birçoğumuzun gözünde kendi irademizle taktığımız at gözlükleri var. Onun içindir ki, dünyamızda ara tonlara, griliklere pek yer bulunmuyor. Nesneleri ya sütbeyaz görüyoruz, ya da kömür karası. Övgülerimiz de, sövgülerimiz de pek sınır tanımıyor. İnsanlara ya hata yapmaz, mükemmel varlıklar nazarıyla bakıyoruz, ya da sırılsıklam hatalara, yanlışlara gömülmüş zavallılar olarak algılıyoruz. Kısacası sevmediğimiz insanların doğru tavırlarını bile mahkûm ediyoruz: o tavırları bile kötülemek için bin bir kılıf uyduruyoruz. Öte yandan sevdiğimiz insanların yanlışlarını, yine adaletsiz bir yaklaşımla aklamak, tevil etmek, mazur göstermek yoluna gidiyoruz.

Bu tavır, haliyle, diğer davranışlarımızda da makes buluyor. Olayları, kurumları, anlayışları, sistemleri, dönemleri, kısacası hemen herşeyi aynı nazarla değerlendiriyoruz. Tarihle ilgili görüşlerimiz de bundan azade değil. Meselâ Osmanlılara bakışımız. Kimilerine göre, onlar Asr-ı Saadet misali, her yönüyle örnek alınması gereken ulaşılamaz bir toplum örneği oluşturuyorlar. Aksini düşünenler de var. Onlar da Osmanlıların yerden yere vurulması, kıyıda-köşede kalmış her ne eksikleri varsa bulunup çıkarılması gereken, kokuşmuşluk nümunesi bir toplum olduğu fikrindeler. Nitekim, her iki müfrit yaklaşıma ilişkin tavırlara sık sık tesadüf ediyoruz. Burada konu edindiğimiz, Osmanlıda “vakf-ı nukûd” bahsi de, birinci —yani hasenat hesabına seyyiatı gizleyici— türden aşırılığa bir örnek oluşturuyor.

Para vakıfları diye Türkçeleştirebileceğimiz “vakf-ı nukûd” ya da “evkâf-ı nukûd” kurumunun işleyişi kısaca şöyle özetlenebilir: Bir hayırsever belli miktarda nakit parayı vakfeder ve vakfın başına getirdiği mütevelli de bu parayı —diğer işletme tarzlarına ilaveten— vakıfnâmede belirtilen oranı aşmamak kaydıyla istirbâh eder, gelirini de yine vakıfnâmede belirtilen yerlere harcar. (İstirbâh: faize yatırma, fazla faizle para verme, verilme; Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat. Meraklısı için, dil konusunda sözü senet sayılan Redhouse’ın kaleminden gâvurcasını da verelim: “An asking or borrowing money on interest,” J. W. Redhouse, A Turkish and English Lexicon.) Vakıfnâmeler bu işlemin ayrıntılarıyla doludur. Osmanlı dönemine ait kimi fetvalarda “Murâbaha-i mer’iyye ile muâmele,” [murâ-baha: tefecilik, F. Devellioğlu,] “onu onbire is-tirbâhı meşrûta olan [şart koşulan] nukûd-u mevkûfe [nakit para],” “şuhûd mahzarlarında [şahit huzurunda] istir-bâh olunup şahitsiz istirbâh olunmaması meşrûta olan nukûd-u mevkûfe,” “ancak rehin ile istirbâhı meşrûta olan nukûd-u mevkûfe,” “rehîn-i kavî [sağlam rehin] ile istirbâhı meşrûta olan nukûd” gibi ifadelere sıklıkla rastlanır. (bkz., Fetevây-ı Âlî Efendi, İstanbul, 1272).

Ne kadar şaşırtıcıdır ki, 1500’ler ve 1600’ler Osmanlı iktisadî düzeni içinde merkezî bir rolü olan bu kurum hakkında, şimdiye kadar pek az araştırma yapılmış. Bunların büyük çoğunluğu da, Osmanlıların aslında şeriatçı olmadığını her fırsatta kanıtlamaya çalışan “Atatürkçü-Osmanlıcı” Ömer Lütfi Barkan’a ait. Öte yandan, Ahmet Akgündüz de İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi adlı kitabında konuya kıyısından bucağından değiniyor; ama konuyu yalnızca fıkıhta nakit paranın vakfedilmesinin caiz olup olmadığı bağlamında değerlendiriyor. Faiz konusunda ise “Bu iddialara kısmen hak vermek ... ve vâkıada az da olsa görüldüğünü kabul etmek mümkün olsa bile” kaydını düşmekle birlikte “Osmanlı Devleti’nin faizi uyguladığını söylemek mümkün değildir” sonucuna varıyor.

MİNAREYE KILIF:

Bir beldede âlim nâmına olan Zeyd, vakf-ı nukûd haramdır, vakf edenler ehl-i nârdır, devr ile hâsıl olan ribh dahî haramdır, ânı ekleden imâma iktidâdan men’etmekle ekser-i mesâcidin ta’tîline ve ol belde ehâlisi beyinlerinde ihtilâle bâis olup ve bunun emsâli kelimât ilkâsiyle fitne zuhûru havf olunsa şer’an Zeyd’e ne lâzım olur?

el-Cevâb: Ta’zîr-i şedîd ile men’ ve zecr olunur, mümteni’ olmazsa rücû’ edinceye kadar zindanda habs olunur.

Behçetü’l Fetâvâ,

İstanbul 1266, s. 150.



Hind Zeyd’e verdiği akçesi için Zeyd’in üzerinde bir sene tamâmına dek, onu onbir buçuk hesâbı üzere muâmele-i şer’iyye ile, şu kadar akçe ribh ilzâm idüb, sene tamâmında Zeyd’den ribh-i mezbûru alsa, ribh-i mezbûr helâl olur mu?

el-Cevâb: Olur.

Fetevây-ı Âlî Efendi,

İstanbul 1272, s. 222

Kayıtlara göre Osmanlılarda ilk para vakfı 15. yüzyılın ilk yarısında tesis edilir. 1423’de Edirne’li Hacı Yağcı Muslihuddin adlı bir zat Ağaçpazarı’ndaki bazı dükkânlarını ve 10.000 akçesini vakfeder. Yüzde 10 ile “istirbah” edilecek olan bu paranın geliri Kilise Camii’nde her gün Kur’ân okuyacak üç kişiye verilecektir. 1442’de de Osmanlı valisi Balaban Paşa 30.000 akçesini vakfeder ve bu para da “onu onbir hesabı üzere istirbah” edilecektir.

Fatih döneminde para vakıflarının sayısında hafif bir artış gözlenir. Araştırmalar bu dönem boyunca İstanbul’da kurulan bütün vakıfların yüzde 16’sının para vakfı olduğunu gösteriyor. (Ö. L. Barkan ve E. H. Ayverdi, İstanbul Vakıflar Tahrir Defteri, 953 [1546] Tarihli) Hatta Fatih Mehmed’in kendisi bile bir para vakfı kurar. Vakfettiği 24.000 altının geliri, et fiyatlarındaki artışı engellemek amacıyla ilgililere ödenecektir.

1500’e gelinceye kadar para vakıflarının İstanbul’daki toplam vakıflar içindeki oranı her yıl yavaş yavaş artar. 1505’te ise sayı itibarıyla olarak çoğunluğa ulaşır. 1533’te ise, vakfedilen değer olarak da birinci sıraya yerleşir. Rakamlar bu durumun yalnız İstanbul’a özgü olmadığını gösteriyor. Nitekim 1531 tarihli Ankara Vakıf Tahrir Defteri üzerine yapılan bir araştırma, sözkonusu yıl içinde tescil edilen vakıfların yarısının tamamen veya kısmen para vakfı olduğunu gösteriyor. Aynı paralelde, daha birçok örnek bulmak mümkün.

İslâmın faiz konusundaki tavizsiz hükümleri hatırlanırsa, para vakıflarının o dönemde ciddi ihtilaflara yol açtığı kolaylıkla söylenebilir. Para vakıflarına taraftar olan âlimler, başlangıçta nakit para vakfetmenin şer’an sahîh olduğunu belirtmenin dışında pek birşey söylemezler. 1530’lara kadar ortalık sakindir. Görünürde bu kuruma karşı bir tepki yoktur. Bu durum Rumeli Kazaskeri Çivizade’nin 1545’te para vakıfları uygulamasına şiddetle muhalefet eden beyanlarıyla değişir. Derinden derine devam eden çatışma açığa çıkar. Bundan böyle para vakıfları konusu ulema arasındaki en ciddi ihtilaf konularından birini oluşturur.

Para vakıflarına taraftar olanlar, bu tavırlarını şeriatın teâmül ve istihsân ilkeleriyle meşrulaştırmaya çalışırlar. Hatta Halveti şeyhi Bâlî Baba konuyla ilgili olarak Kanunî Süleyman’a hitaben yazdığı mektupta, “icma-ı ümmet”i de işin içine sokar. Ona göre, ümmetin üçyüz yıldır uygulamakta olduğu bir kurumun şeriata uygun olmaması sözkonusu değildir. Çünkü “ümmet bir yanlış üzerinde üçyüz yıl şöyle dursun, üç gün bile ittifak etmez.” Eğer para vakıfları yasaklanırsa, ona göre, ortada iki tür hatadan söz edilebilecektir. Ya üçyüz yıldır buna cevaz veren ulemâ hatalıdır, ya da şimdi bunu yasaklamaya kalkanlar. Bâlî Baba sözü, “Bu türediler de kim oluyor ki üçyüz yılın ulemâsına kafa tutuyorlar” demeye getirir.

Öte yandan İmam Birgivî para vakıflarına karşı olanların safında, en başta yer alır. Ölümünden bir yıl önce kaleme aldığı es-Seyfü’s-Sârim fî Ademi’l Cevâzü’l Menkûl ve’l-Derâhim adlı kitapçığında, bu vakıfların gerek yapısı gerek sonuçları itibarıyla şeriata mugayir olduğu, çünkü yapılan muamelenin faize girdiği konusunda sıkı deliller sunar. Bu risaleden hemen sonra yazdığı et-Tarîkatü’l Muhammediyye adlı kitabında da, para vakıflarını günün en önemli şer kaynaklarından biri olarak nitelendirir.

Ne var ki bu fikirler o zamanın Osmanlı toplumunda pek rağbet görmez. Gerek kimi ulemâ, gerekse halkın bir kısmı çeşitli gerekçelerle para vakıflarının yanında yer alır. Hatta Behçetü’l Fetâvâ adlı fetva mecmuasında yer alan bir fetvaya göre, vakf-ı nukûdun haram olduğunu söyleyerek “ol belde ehâlisi beyinlerinde ihtilâle bâis” olan kişinin “ta’zîr-i şedîd ile men’ ve zecr” olunması; “mümteni’ olmazsa rücû’ edince”ye dek “zindanda habs” olunması gerekir. Yani, bir kişi “Bu iş faize giriyor, o yüzden haramdır” diyorsa, önce uyarılır ve şiddetle azarlanır. Yine de aynı kanaati serdetmeye devam ederse, zindana atılır.

Gerek bazı halk kesimleri nezdinde, gerekse kimi ulemâ arasında destek bulan para vakıfları 17. yüzyıl Osmanlı toplumunu derinden etkiler. Mesela 1641 yılına ait Manastır kadı sicilleri bu bölgedeki 176 köyden 90’ının para vakıflarına müştereken borçlu olduğunu gösteriyor. Bu küçük örnek bile, bu kurumun yaygınlığının ve etkinliğinin derecesini göstermesi açısından yeterince anlamlıdır. Aynı şekilde, istendiği kadar faydası ileri sürülerek şeriata yamanmaya çalışılsın; şeriata aykırı birşeyin gerçek anlamda fayda getirmediğinin de…

Osmanlı iktisadî ve sosyal yapısı açısından bu denli önemli olan para vakıfları 17. yüzyılın ikinci yarısında, Osmanlı ekonomisini kasıp kavurmakta olan enflasyon sebebiyle sendeler, 18. yüzyılda ise ortadan kalkar. Ribh, istirbâh, muâmele konulu tartışmalar; helâl midir, haram mıdır konulu ihtilaflar da, böylelikle son bulur.

Para vakıfları bugün için gündemimizde yok. Ama “faiz” hâlâ, üstelik alabildiğine yoğun bir şekilde hayatın gündeminde. Dolayısıyla yalnız dünü değil, bugünü de anlamak için; ya da bugüne nasıl gelindiğini anlamak için, “vakf-ı nukûd” gibi kurumların farkında olmak gerekiyor. Kimbilir, tarihe gerçekten ibret nazarıyla bakmaya belki ancak o zaman başlayacağız. Çünkü işte o zaman anlayacağız ki, dünyada herşey ya siyah, ya beyaz değil. Biz kesinlikle çok mükemmel olduğumuz halde dıştaki kötüler yüzünden kötü duruma düşmüş değiliz. Meselâ, “laik cumhuriyet” ya da onun önderi birden zenbille önümüze inmedi; yüzlerce yıllık ihmaller, imanî lâkaytlıklar o meyveyi verdi. Yine o zaman anlayacağız ki, dışarıda düşmanlar var olabilir; ama asıl düşman kendi içimizde. Yine anlayacağız ki, kader adalet ediyor!

Ne dersiniz, topyekün yeni bir imanî uyanışın eşiğine varmak, biraz da bu muhasebelere bağlı görünmüyor mu?

  10.05.2004

© 2021 karakalem.net, İzzet Akyol



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut