*Bu sayfa, sitemize gelen, sitemizdeki ana sayfaların formatına denk düşmediği için bu sayfalarda değerlendirmediğimiz, ancak paylaşmaya değer bulduğumuz yazıların sunulduğu bir havuz olarak tasarlanmıştır.

 Dünyevileşmeci Zihniyetin Keyfi Tabiatı

PAPALIK MUHAFIZLARI mahpusları St. Peter Meydanına doğru sürüklüyorlardı. Mahpusların kolları zincirliydi ve meydanın ortasında bir daire oluşturacak şekilde dizilmişlerdi. Muhafızlar mızrak, kılıç ve kalkanlardan bir çember oluşturmuş, tüm kaçış deliklerini kapatmışlardı. Mahpuslar birden başlarını kaldırıp Vatikan Sarayının pencerelerine baktılar. Büyük pencerelerden birinin balkonunda yetmiş yaşındaki Papa VI. Alexander, yanında yirmi yaşındaki kızı Lucrezia Borgia ile birlikte duruyordu. İkisi de gülümsüyordu. Birkaç pencere ötede, Papanın tümüyle siyah kadife pelerinine bürünmüş oğlu Cesare Borgia bulunmaktaydı. Onun yanında da, yine siyahlar giyinmiş bir hizmetkâr vardı.

Acaba aff-ı şahaneye mazhar olacaklar mıydı? Mahpusların kimi ciddi suçlar işlemişti, kimiyse enti püften sebeplerle oradaydı. Ama hepsi de ümitliydi. Ne de olsa ‘baba’larının huzurundaydılar.

Mahpuslardan biri ansızın yere yığılıverdi. ‘Şanlı avcı’ Cesare ilk avını vurmuştu. Mahpuslar meydanın her tarafına doğru kaçışmaya başladı, çünkü pencerelerden birinden kendilerine ateş ediliyordu. Her atış sonrasında, hizmetkârı Cesare’a ateşe hazır yeni bir tüfek uzatıyordu. Her atışı bir diğeri izledi. Birkaç dakika içinde bütün mahpuslar öldürülmüştü.

Papa Alexander oğluna el salladı. “İyi atıştı evladım,” dedi Papa. Cesare gülümsedi ve ‘Papa’ babasına el sallayarak pencereden kayboldu. Bir arabayı sürükleyen dört adam cesetleri toplamaya başladı. Cesare’ın hasadı tamamdı, şimdi sıra ‘mahsul’ün Tiber nehrine atılmasına gelmişti.

PAPALIK Protokol Müdürü Johannes Buchard’ın günlüğüne mücmel olarak not ettiği, yukarıda tafsil edilen olay, Batı Avrupa toplumlarında Rönesans’la ivme kazanan, Aydınlanma düşüncesiyle olgunlaşan ve yirminci yüzyılda formelleşen seküler sosyo-politik yapılanmanın önemli dinamiklerinden birine ışık tutarken, aynı zamanda bu sürecin evrensel nitelik taşımayan tarihî köklerini de açığa vurmaktadır.

Şimdi, hayalinizi serbest bırakarak, mezhep çatışmalarıyla dolu onaltıncı yüzyıl Avrupası’nda biraz gezdirin.

Rodrigo Borgia, Kilise Genel Kurul üyelerinin önemli bir kısmını satın alarak 1492’de Papalık devletinin senyörü olur. Elbette ‘İsa’nın yeryüzündeki vekili,’ ‘Tanrı’nın masum tecessümü’ sıfatlarını da uhdesinde taşıyarak. Bu dönem papalarının önemli bir kısmı kendileri için sıfat olarak ‘innocent,’ yani ‘masum’u seçmiştir. Şimdi bu ‘masum’un masum(!) işlerine biraz daha yakından bakalım. Bu dönemde—Rönesans dönemi—bütünüyle siyasîleşen Papalık makamı ihtiras, cinayet, ensest ve ‘dindarlık’tan mürekkep bir ufunetin içindedir. Papa, devletinin sınırlarını genişletmek için mâl-i sebil, yani ‘sınırsız kaynak’ olarak dini kullanır; bunun öncelikli aracı ise Haçlı Seferi ilanıdır. Çünkü hiçbir feodal senyör ya da kral bu çağrıya açıktan ‘hayır’ diyemez. Sade halk için ise savaşın müşahhas anlamı önce mal, sonra can vergisidir. Gerçekte, toplanan vergiler Papalık devletinin kendi çıkarları uğrunda heba edilir. Yetmediyse, endülijanslar ne güne duruyor: Şahsî, cemaatî ya da umumî bir aff-ı şahane ile günahkâr kulların günahlarının affedilmesi karşılığında verilen belgelerin bir tarifesi vardır elbette. Ya da, bir kilise yapımı için gereken finansman da hemen bu yolla kolayca karşılanabilir. Elbette, ‘kilise yapımı’ dediysem, siz bunu aynı zamanda Papanın işret sofraları, metresleri ve siyasî ihtirasları için kullanacağı paraları ‘içinde’ olarak düşünün.

Biraz abartılı mı? Öyleyse, şu olaya da bakalım: Altıncı Alexander’ın kadınsı kötülüğün simgesi olarak maruf kızı Lucrezia—ki, Papanın Vannozza de Catanei isimli metresinden ‘olmuştur’—babasının ve kardeşi Cesare’ın en önemli iktidar araçlarından biridir. Papalığın siyasî çıkarları için ondan alınıp buna, sonra şuna verilen bir metadır Lucrezia. Bir meta ekonomisi olarak kapitalizm daha teşekkül etmeden, din ve kadınlık, Papalığın elinde olgun birer metaya dönüştürülmüştür. Lucrezia önce Milano Dükü Giovanni Sforza ile evlendirilir. Papanın metresinin başında bulunduğu 500 bayanın hoşamedisi ile Vatikan Sarayında mutantan bir düğün töreni yapılır. Çok geçmeden Sforza Papa için siyasî önemini yitirir. Lucrezia’nın geri alınması zamanı gelmiştir. Ancak Sforza boşanmayı reddeder. Sforza ailesi Papayla kavgalı olmak istememektedir. Halka açık bir tarzda erkekliğini ispatlaması istenince, Sforza karşı saldırıya geçer ve Lucrezia’nın babası ve kardeşleriyle ensest ilişkisini ifşa eder. Ailesinin himayesini kaldırma tehdidi karşısında Sforza ikna edilir ve şahitler huzurunda erkekliğinin olmadığını, dolayısıyla evliliğinin hükümsüz olduğunu belirten bir belgeyi imzalamayı kabul eder. Altı ay sonra Vatikan’da düzenlenen törene Lucrezia altı aylık hamile olarak katılır ve Sforza’nın şehadetiyle Vatikan hâkimleri Lucrezia’nın bakire olduğuna hükmeder. Daha sonra, doğacak çocuk, tarihe ‘Roma bebeği’ olarak geçecektir.

Borgia ailesine ilişkin son bir not da, ailenin en ünlü siması oğul Cesare’a ilişkin. Cesare Valentino Dükü iken kendisine elçi olarak gelen Machiavelli, daha sonra yazacağı Prens isimli ünlü eserinde, Cesare’ın niteliklerini ideal bir prensin nitelikleri olarak görür: cinayet, ihanet, etrafına korku salma ve dizginsiz ihtiras. Bu nitelikler iktidarı ele geçirme ve kaybetmeme açısından gerekli olan niteliklerdir Machiavelli’ye gore. Kardeşini ya da eniştesini çıkarları gerektirdiğinde rahatlıkla ve bizzat ortadan kaldırabilen bir adamdır Cesare. Babası tarafından kardinalliğe nasbedilmiş, bu ünvan da onu ‘kesmeyince’ Romagna bölgesinin Dükü olmuştur.

•••

Yukarıdaki tabloya, bir de Orta Çağ döneminde Kilisenin toplumu iki tabakaya ayırarak tanımladığı eklenince, resim daha belirgin hâle gelir: klerikaller (din adamları sınıfı) ve laikler (din adamı sınıfına mensup olmayanlar).

İşte Batıdaki sekülerleşme, laik sınıfın siyasî iktidarı klerikallerin elinden alarak, manevî iktidarı da kendisinin tayin etme kudretine kavuşmasıdır. Hıristiyanlığın ehlîleşmesi sürecinde din giderek siyasî alanın dışında bir olgu olarak yaşanmaya başlamış, kurumsal din iktidar planında dünyevî otoriteye yenik düşmüştür. Bu tecrübenin evrensel bir dinamiğin tezahürü olarak yorumlanması ise, beşerî çeşitliliğin kasdî olarak ‘ıskalanması’nı yansıtır.

Bu süreç içinde, Protestanlık ve Katolik Reformasyonu, Papalığın şahsında Hıristiyanlığın içine yuvarlandığı dünyevîleşme çukuruna karşı ortaya çıkan tepkilerdir. Kilise ve Papa’nın otoritesini reddederek herkesin kendi kendisinin rahibi olduğunu söyleyen Luther, kurtuluş için Kiliseyi şart görmeyip, Kutsal Kitaba imanla şahsî muhatabiyeti yeterli görmüştü. Kitab-ı Mukaddes etrafında beliren yorum farkları, kralların giderek güçlenip önce ‘ilâhî yönetme hakkı’ doktrinine, sonra da seküler temelli egemenlik ve sözleşme teorilerine dayanarak mutlak merkezî iktidarlar kurarak Kilisenin otoritesini devlete tâbi kılmak suretiyle yerelleştirmelerine, böylece evrensel Hristiyan monarşisi idealini tarihe mal etmelerine yol açıyordu. Onaltıncı yüzyılda, özellikle İtalya ve İspanya’da görülen Engizisyon mahkemelerinin ateşini yaktığı düşünce hürriyetinin gelişmesine paralel olarak, vahyin reddi ve bilimsel ‘bilgi’nin giderek Tanrı’ya karşı savaşın bir aracı hâline dönüştürülmesiyle belirginleşen süreçte, Hıristiyanlık bugün Batıda bulunduğu konumunu edinmiştir. Bu konum Batılı toplumların tarihî gelişim dinamiklerinin ürünüdür ve kesinlikle evrensellik arzetmez.

Hırıstiyanlık putperestliğin hâkim olduğu bir topluma doğduğu için, başlangıçta Hıristiyan mü’minlerin en önemli kaygısı inançlarını devletin tasallutundan mahfuz tutabilecekleri özerk bir alana sahip olabilmeleriydi. Roma İmparatorluğunun çevresinde doğan Hıristiyanlık, imparator Konstantin bu inancı benimseyince merkeze taşındı ve yavaş yavaş siyasî iktidar karşısındaki duruşunu değiştirdi. Başlangıçtaki, “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” şeklindeki İncilî düsturda ifadesini bulan ‘iki yol’ öğretisi, onbirinci yüzyıla gelindiğinde ‘iki kılıç’ doktrinine yerini bıraktı. Artık Kilise, Tanrı’nın hem manevî hem de maddî kılıcının sahibi olarak, tüm dünyevî otoritelerin üstünde bir uhrevî-dünyevî otoriteydi. Orta Çağda din-siyaset ilişkisi bu çerçeve içinde şekillenmiş; ancak onikinci yüzyıldan itibaren toplumsal, ekonomik ve siyasî dinamiklerin değişmesiyle Papanın yerini yavaş yavaş krallar almaya başlamış; onaltıncı yüzyılda bu dönüşüm, Protestanlığın da katkılarıyla önemli ölçüde belirginleşmiştir. Zamanla Kilise dünyevî otoritesini tamamen yitirirken, uhrevî otoritesi de merkezî devletin sınırlarında tuzla buz olmuştur.

Dolayısıyla, Batı toplumlarında din-devlet ilişkilerinin bugünkü yapılanması evrensel bir durumu değil, tarihî süreç içinde değişkenlik gösteren iktidar dengesindeki farklılaşmaları yansıtır.

Tarihi, süreçlerle değil, ‘an’larla okuyanlar, belli bir andaki beşerî durumu evrensel durum olarak yorumlamak gibi bir çarpıklıkla malüldürler. Türkiye’de Batılılaşma/dünyevîleşme sürecini ‘yöneten’ seçkinlerin zihniyet durumunu belirleyen en önemli hususlardan biri budur. Bu yüzden, Türkiye’deki hâkim öğreti ve pratik, eyyamcı bir çift-uçluluğa sahiptir: Bir taraftan ulema-i su’ seferber edilerek ve diğer ‘cebrî’ siyasî sosyalleştirme araçları kullanılarak İslâmiyet Hıristiyanlığa benzetilmeye çalışılmakta ve böylece dinin ‘yerinin’ mabedler ve vicdanlar olduğu söylenmekte (evrensel boyut); öte yandan, din hürriyeti konusuna gelindiğinde, aslında İslâm’ın Hıristiyanlıkla bir tutulamayacağı, dolayısıyla Batıdaki devlet-din ilişkileri yapılanmasının bizim için cari olamayacağı söylenmektedir (ulusal boyut).

Açıkçası, aldatarak iş yapmak gibi bir strateji üzerine kurulu dünyevîleşme rejimleri, hem kaba hem de “inceltilmiş” dinamikleriyle cebrî ve keyfî rejimlerdir. Bu nitelikleri ile de hem ahlâk-dışı, hem de ahlâk-karşıtıdırlar. Bundandır ki, sivil/medenî bir ahlâk üretememişlerdir.

ahmetyildiz@zaferdergisi.com

  01.04.2002

© 2021 karakalem.net, Ahmet Yıldız



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut