*Bu sayfa, sitemize gelen, sitemizdeki ana sayfaların formatına denk düşmediği için bu sayfalarda değerlendirmediğimiz, ancak paylaşmaya değer bulduğumuz yazıların sunulduğu bir havuz olarak tasarlanmıştır.

 Cumhuriyetin Halkı mı, Halkın Cumhuriyet mi?

CUMHURİYETİ KURAN kuşak Fransız Devrimiyle, en azından Jakoben yönetim dönemiyle ilişkisi açık olan J. J. Rousseau’nun müritleriydi. Rousseau’ya göre toplum çoğunluğunun iradesi toplumun genel çıkarı istikametinde tecelli ettiğinde ortaya yanılmaz, egemen ve toplumu meydana getiren bireylerden bağımsız bir iktidar çıkardı: genel irade. Toplum çoğunluğunun toplumun genel çıkarlarını gözetmemesi mümkündü; o zaman genel irade herkesin iradesine dönüşürdü. Bu durumun sürekliliği ise o toplumun ortadan kalkmasıyla sonuçlanabilirdi.

Burada problem, genel iradenin çoğunluğun iradesi hâline geldiğine kimin karar vereceği idi. Rousseau genel iradenin temsil edilmesinin mümkün olmadığını söylese de, 1792-95 yıllarındaki Terör Saltanatı dönemine damgasını vuran Jakoben önder Robespierre genel iradeyi temsil eden bilge yasa koyucu olarak kendisini görmüş ve o şekilde davranmıştı. Bütün iktidarı halka veren ve bunu kuvvetler birliği olarak isimlendiren bu yaklaşım, sonuçta vehmî bir halk egemenliği söylemini halka dayalı despotizmlerin meşruiyet ilkelerinden birine dönüştürmüştü.

Cumhuriyet Devrimi de egemenliğin hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmadan halkta olduğunu anayasal bir şiar olarak kabul etti. Kuvvet ‘tek’ti ve o da ‘milletin’di. Artık sultan yoktu, halk vardı. Gerçekte ise egemenlik sultandan alınmış, ama halka da verilmemişti. Bütün halkçı söylemine rağmen, Kuruluş dönemi resmî metinlerindeki halk söylemi, var olmayan bir halkı anlatır. Nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan köylü ‘milletin efendisi’dir, ama Ankara Kalesinin içinden kalkıp da biraz ötedeki Ulus meydanına girmesi yasaktır; çünkü bu, medenîleşme iradesinin görsel estetiğine aykırı görülmüştür!

Yakup Kadri’nin Yaban’ında tasvir ettiği halk, Cumhuriyeti, yani egemenliğin sahibi olmayı hak etmiyordu; çünkü buna hazır değildi. Oysa cumhuriyet halka ait olan şey, halka ait olan devlet demekti. Peki, ‘devlet’ ne zaman halkın olacaktı?

Halk devletin olunca elbette... Bunun anlamı, halkın kendi başına karar verme ehliyetine ulaşmadığı, yani reşid olmadığıydı.

Aslında bu yaklaşım klasik oryantalizmin Doğu toplumları hakkındaki yerleşik kalıplarıyla yakından ilişkiliydi. Montesquieu’ya kadar uzanan Doğu Despotizmi düşüncesi Marksizmde bile kendisine önemli bir yer bulmuş ve Cumhuriyet seçkinlerinin siyasî sosyalleşme süreçlerine de damgasını vurmuştu. Buna gore, Doğu toplumları ancak despotizmle idare edilebilirlerdi; çünkü onların toplumsal yapısı bunu amirdi. Bu toplumlar iyiye dönük değişim iradesine sahip değillerdi. Bu ‘zayıf tarihsellik’in telafisi ancak halkın vesayet altına alınarak dönüştürülmesiyle mümkün olabilirdi. Dünyevîleşme, hem bir süreç hem de bir proje olarak, işte bu ehlîleştirme ameliyesinin adıdır.

Bu tasvir elbette bütünüyle haksız da sayılmaz. Aklını bir büyüğünün cebine koyan, ‘bilenlerin,’ ‘âlim ve fazılların’ kendisi adına karar vermesini tercih eden bizim halkımızdı. Mutlak istibdad ya da mutlak anarşi sarkacında yaşamayı alışkanlık hâline getiren de bu halktı. Devletin uyguladığı ithal ikamesine dayalı sanayileşme stratejisi ile tarım sübvansiyonları da halkı devlet memesinden beslenmeye iyice alıştıran, bu memede süt bitince ‘kendi başına var olamaz’ duruma düşüren ‘mutlak rüşvet’ politikasının tezahürleridir. Kendisinde var olan istidat çekirdeklerinin kabiliyete dönüşmesini sağlamak yerine, başı sıkıştığında hep ‘kerim devlet’e sığınan bu halk, yeri geldiğinde karşısında bu devleti ‘ceberut’ kimliğiyle bulmuş ve bunu ‘kaldırmak’ zorunda kalmıştır. “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe”dir. Kendisi yoktur, iradesi hükümsüzdür; önemli olan devlettir. “Allah devletimize zeval vermesin!” duası bu salınımda yerini kolayca devleti her türlü kötülüğün kaynağı olarak görme gibi bir ifrata da bırakabilmektedir. ‘Baba devlet’ kültünün bu kadar silikleştirdiği bir iradenin taşıyıcılarına egemenlik altın tepside sunulmayacaktı elbette.

Yine de Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele bu halkın iradesini aktif hâle getirdiğinin müşahhas örnekleri oldu. Bu halk, egemenliği kullanma kabiliyet ve ehliyetine sahip olduğunu en somut şekliyle ortaya koymuştu. Ama bu ortaya koyuş şekliyle cumhuriyetin kurucu iradesi arasında telif edilemez bir çelişki ortaya çıkınca, devletin halkın devleti, yani Cumhuriyet olması, halkın devletin halkı olacağı zamana dek ertelendi. Şiar “halka rağmen halk için”di artık. İradesi hükümsüz olduğu için halk kendisi için iyi ve güzel olanı takdir edemezdi; yani moral bir varlığı yoktu. Bunu onun yerine bilge yasa koyucu ve yöneticiler yapacaktı. Komünizan faaliyetlerde bulundukları için yakalanan gençlere, dönemin Ankara valisi Nevzat Tandoğan şunları söylüyordu: “Size de ne oluyor? Bu ülkeye komünizm lâzımsa onu da biz getiririz!” Demokrasi bu yüzden kurucu seçkinler açısından tam bir kabustu. Çünkü bu halkın ne yapacağı belli olmazdı. Devlet seçkinleri içinde, kuytu köşelerde “Aman kimse duymasın, aslında bu halk da bizim düşmanımız” diyenler de vardı.

O gün bugündür, halkı gütmeye alışanlar, halkın iradesini aktifleştirmesi karşısında var oluş krizleri yaşadılar; bu krizlerini de hemen topluma yansıttılar. Halk vesayet zincirlerini kopardıkça ne olacak dersiniz? Devletlûların dediği gibi, ya davulcuda mı, ya da zurnacıda mı karar kılacak? Kimbilir, belki de karşıdan beyaz atlı Prens göz kırpıyordur…

ahmetyildiz@zaferdergisi.com

  01.05.2002

© 2021 karakalem.net, Ahmet Yıldız



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut