*Bu sayfa, sitemize gelen, sitemizdeki ana sayfaların formatına denk düşmediği için bu sayfalarda değerlendirmediğimiz, ancak paylaşmaya değer bulduğumuz yazıların sunulduğu bir havuz olarak tasarlanmıştır.

 Thomas Carlylenin Kahramanları

TAKLİTTEN TAHKİKE:ÇAĞDAŞ BATI DÜNYASINDA PEYGAMBER İMAJININ DÖNÜŞÜMÜ VE THOMAS CARLYLE’IN “KAHRAMANLAR’I”

I

On dokuzuncu yüzyılda Müslümanlara karşı misyonerlik faaliyetleri Evanjelik Hristiyanlığın yükselişiyle başladı. Oryantalist zihniyetin desteğindeki bu “Haçlı seferleri”nde, Katolikliğin “Kilise dışında kurtuluş yoktur” akidesi “Hıristiyanlık dışında kurtuluş yoktur” şekline dönüşmüştür. Bu dönemde yazılan misyonerlik metinlerinde İslam’dan Hıristiyanlığa geçişi özendirmek amacıyla Hıristiyanlığın İslam’a üstünlüğün ortaya koymaya çalışan mukayeseler ve Şark Kiliselerine ilişkin eleştirilere yer verilmekteydi. Yakın dönemde ortaya çıkan İslam’a karşı daha toleranslı bir tutumu haber veren yaklaşımlar da bulunmakla birlikte, bunlar oldukça azınlıktaydı. Bu yaklaşımlarda İslam’ı kendi kaynaklarından inceleme ve Müslümanlarla girilen birebir etkileşimlerin husule getirdiği “ef’al ve etvardaki islam”ın etkisi büyüktü.

Yirminci yüzyıl bu açıdan önemli bir dönüşüme tanıklık etmiş ve İslam’ın yakın zamanda tarih sahnesinden çekileceği kehanetine dayandırılan misyoner yaklaşım yerini, İslam’ın bir din olarak kıymetini teslim eden, hatta bunu İslam Peygamberinin rolüne de teşmil eden bir yaklaşıma terk etmiştir. Ancak tüm Müslümanların Hıristiyanlaştırılmasına ilişkin nihai ümit korunmaya devam edilmiştir. Nitekim, günümüzdeki misyonerlik literatürü bu ayrışma üzerinde yürüdüğü için, “diyalog” ve “şahitlik” yaklaşımları arasındaki açık gerilim üzerine oturur.

Bugün İslam dünyasındaki misyonerlik faaliyetleri esas itibariyle evanjelik Protestanlar tarafından yürütülmektedir. Uğranılan genel başarısızlığın yol açtığı taktik değişiklikler, yeni Kiliseler kurarak bunun meyvelerini Hırıistiyanlığa ihtida şeklinde devşirmek amacını değiştirmiş değildir. Çağdaş evanjelik literatürün önemli bir bölümü Batı Avrupa’yı Hırıstiyanlığa yeniden kazanmak ve tüm dünyadaki Müslümanlara Hırıstiyanlığı propaganda edebilmenin yollarına ve imkanlarına ayrılmıştır. Diyalogu münhasıran Hıristiyanlaştırma sürecinin bir bileşeni olarak görmekten çok, iki din arasındaki karşılıklı değişme ve büyümenin ortak vesilesi olarak gören daha liberal eğilimdeki Hıristiyan ruhanileri, din değiştirtmeyi hedefleyen geleneksel misyoner saikin ciddi şekilde sorgulanması gerektiği görüşünü taşımaktadırlar.

Diyalogu “şahitlik”in bir türü olarak görenler Hz Peygambere ilişkin orta çağ imajlarına atıfta bulunmayı sürdürmekle birlikte, çoğunluk itibariyle İslam’ın gerçek ve geçerli bir imana dayandığı düşüncesi kabul görmeye başlamıştır. Nihai kurtuluşun, İsa Mesih’e Hıristiyanlık öğretisine göre imanı gerektirdiği düşüncesinden taviz vermeden, İslam’ın tevhid üzerindeki vurgusu ve dindarlığa dayalı nezih ahlak pratikleri Hristiyanlıkla ortak zeminler olarak değerlendirilmektedir. Birçok Hıristiyan din adamı Hz Muhammed’in peygamberliğini kabul ederken, kimisi Onun hem Müslümanların hem de Hıristiyanların peygamberi olduğu kanaatindedir.

“İslam meselesini” Müslümanların Hıristiyanlaştırılması problemi olmaktan çıkararak, Hıristiyan inançlarını İslam dinine gerçek ve derin bir saygıyla bağdaştırmak olarak dönüştürmek, içinde bulunduğumuz yüzyılda Hıristiyan ruhanilerinin önündeki en önemli mesele olacaktır. İslam ve Hıristiyanlık arasındaki ilişkiyi, Hıristiyanlığı “yeni dünya düzeninin hegemonik dini” olma söyleminin dışına taşıyarak, ırkçı imalardan kurtarıp İslam’la samimi ve karşılıklı etkileşime açmak Hıristiyanlığın yeniden hayatlanmasında anahtar unsur olacaktır. Bu bakımdan on dokuzuncu yüzyılda (1795-1881) yaşamış İskoç tarihçi ve deneme yazarı, aynı zamanda koyu Kalvinci Thomas Carlyle’ın, İslam ve İslam Peygamberine ilişkin düşünceleri oldukça ümit verici ve ufuk açıcıdır.

II

“Geleneksel” Hıristiyanlıkla ciddi bir çatışma içine giren ve bunu eserlerine de yansıtan Carlyle’ın On Heroes, Hero-Worship and the Heroic in History (Tarihte Kahramanlar, Kahramanlara Tapınma ve Kahramanlık) isimli eserinde, kahramanlar tarih yapıcı aktörler olarak şu şekilde sıralanır: tanrı-kahraman (pagan mitleri), peygamber-kahraman (Hz. Muhammed), şair-kahraman (Dante ve Shakespeare), din adamı-kahraman (Luther ve Knox), edebiyatçı-kahraman (Johnson ve Burns) ve hükümdar-kahraman (Cromwell ve Napolyon). Carlyle’ın 1840 Mayısında verdiği ve tarihi yapan temel aktörlerin kahramanlar olduğu varsayımından hareketle altı kahramanı konu alan Konferanslar serisinin, 8 Mayıs 1840’ta verilen ve “Peygamber Olarak Kahraman: Muhammed” başlığını taşıyan Konferansı, Orta çağ Hıristiyan dünyasının İslam Peygamberi hakkındaki hakim faraziyelerinin reddi üzerine kuruludur. Samimi ve dindar bir Hıristiyan olan, dolayısıyla vahiy, peygamberlerin masumiyeti gibi konularda Hıristiyan bakış açısını Kur’an ve Hz. Muhammed’e ilişkin değerlendirmelerine yansıtan, -İslamı, yüceltme bağlamında dahi olsa Hıristiyanlığın bir türevi olarak görmesi, Kur’an’ın lafzının anlamsız tekrarlarla dolu insicamsız bir metin olduğunu ileri sürmesi gibi-, bu Konferans, bunlar istisna edilirse, İslam’ın ve Peygamberin etrafında Hıristiyan dünyasında yüzyıllardır biriktirilmiş olan şüphe ve isnatların muhteşem bir reddiyesidir.

Hitap ettiği topluluk içinde Müslümanlığı kabul etme riski olan bulunmadığı için, Peygamberin bütün iyi vasıflarını dosdoğru söyleyeceğini belirten Carlyle, bir anlamda “kabr-i kalbden hakaik çıplak çıktı. Namahrem olanlar nazar etmesin” der gibidir. Şimdi sizi, Kahramanlar’dan aldığımız pasajların dolaysız tasviriyle başbaşa bırakıyoruz.

Ona Nasıl Bakmalı? “Onun sırrına varmanın yolu budur: Onun dünyadan ne anladığını kavramaya çalışalım. Böylece dünyanın ondan ne anladığı ve ne anlamakta olduğu daha kolay cevaplandırılabilir bir soru halini alacaktır.” (s.78)

“Ben Muhammed’in kusurlarını, kusurlar olarak dahi yanlış değerlendirdiğimize inanıyorum. Onun sırrına bunlar üzerinde durularak varılamaz. Biz bütün bunları geride bırakacak ve onun amacının gerçek olduğuna inanarak, bunun ne olduğunu veya ne olabileceğini samimiyetle soracağız.” (84-85).

Orta Çağ Peygamber İmajının Reddi: “Muhammed’in entrikacı bir sahtekar, hatta Şeytanın kendisi olduğu ve dininin bir şarlatanlık ve ahmaklık yığınından ibaret bulunduğu şeklindeki faraziyemizin artık kimse için tutarlı tarafı kalmamaya başlamıştır. İyi niyetli çabalar sonucu bu adamın çevresine yığılan yalanlar sadece bizim için utanç verici olmaktan öteye gidemez. ...Zira bu adamın söylediği sözler bin iki yüzyıldan beri yüz seksen milyon insana hayat rehberi olmuştur. ...Her şeye kadir Tanrı’nın bunca mahlukunun uğrunda yaşayıp öldükleri bu inancın sefil bir manevi düzenbazlık olduğunu nasıl düşünebiliriz? Ben kendi hesabıma böyle bir şeyi kabul edemem. Her şeye inanırım, fakat buna inanamam.”(s.78-79)

“...Bir düzenbaz nasıl bir din kurabilir? Bir düzenbazın tuğladan bir ev kurması bile mümkün değildir! Eğer harcın, pişmiş tuğlanın ve kullandığı diğer malzemenin özelliklerini doğru bir şekilde bilmez ve inceleyemezse yaptığı şey bir ev değil, ancak bir moloz yığını olacaktır. Böyle bir yapı yüz seksen milyon kişiyi barındırmak üzere on iki asır ayakta duramaz, hemen yıkılır. “(79-80)

Evsaf-ı Muhammediye: Muhammed küçük yaştan beri düşünceli bir insan olarak tanınmaktadır. Arkadaşları ona “El-Emin” adını vermişlerdir. Gerçekten de doğru ve emin bir insandır. Düşüncelerinde de böyledir, sözlerinde ve fiillerinde de. Her hareketinde mutlaka bir mana olduğu dikkati çekmektedir. Çok konuşmaz. Söylenecek bir şey olmadığında susar. Ama konuştuğu zaman akıllıdır, içtendir. Meseleyi daima aydınlatıcı sözler söyler. Konuşmaya değer tek konuşma tarzı da budur zaten! Hayatı boyunca metin, müşfik, temiz bir insan olarak tanınmıştır. Ciddi ve samimi, buna karşılık sevimli, dost canlısı, hatta neşeli ve şakacı bir karaktere sahiptir. Çok tatlı bir gülüşü vardır. Her şeyleri gibi gülüşleri de sahte olan, gülmeyi beceremeyen insanlara hiç benzemez.Muhammed yakışıklılığıyla da ün salmıştır: güzel, zeki, dürüst bir yüz: esmer, sağlıklı bir ten; parlak, kara gözler... İçinden geldiği gibi davranan, ateşli fakat doğru, iyi niyetli bir insan! Katıksız bir zekayla, ateş ve ışıkla, işlenmemiş meziyetlerle dolu; çölün derinliklerinde hayatının görevini yapan bir adam.” (92-93)

Peygamberin Ümmiliği: “O tarihlerde yazı Arabistan’a henüz girmişti. Muhammed’in okuma-yazma bilmediği hakkındaki görüşün doğru olmaması için hiçbir sebep yok. Onun görmüş olduğu bütün eğitim çöl hayatından ve bu hayatın tecrübelerinden ibarettir. Karanlık köşesinden kendi gözleri ve düşünceleriyle bu sonsuz Evren hakkında ne kavrayabilmişse bütün bildiği de o kadardır. Eğer üzerinde düşünülecek olursa, hiç kitap okumamış olmak bize garip gelecektir. Issız Arabistan çölünde kendi gözüyle görebildiği veya belirsiz bazı söylentiler yoluyla işittikleri dışında bir şey bilemezdi. Kendisinden öncekilerin ve kendisinden uzakta bulunanların bilgilerini de Muhammed için yok saymak gerekirdi. ...O orada, çölün derinliklerine gömülmüş olarak yapayalnızdır. Ve öylece büyümek zorundadır. Tabiat ve kendi düşünceleriyle başbaşa.”(91-92)

Safi samimiyet: “Hakkında pek çok şey söylenmiş olmakla birlikte Muhammed zevk düşkünü bir insan değildi. Eğer onu birtakım aşağılık zevk ve duyguların, hatta herhangi bir hazzın tatminini kendine gaye edinmiş adi bir zevk düşkünü olarak görürsek büyük bir hataya düşmüş oluruz. Son derece sade bir ev hayatı vardı Muhammed’in! Bütün yiyip içtiği arpa ekmeğinden ve sudan ibaretti. Bazan aylar boyu ocağında ateş yandığı olmazdı. Çoraplarını kendisinin onardığı, hırkasını kendisinin yamadığı haklı bir gururla kaydedilir. Muhammed hep çalışıp çabalayan yoksul bir adamdı, aşağılık insanların amaçları onu hiç ilgilendirmezdi. Bence o hiç de fena bir adam değildi! Onda herhangi bir hırstan çok daha yüce bir şeyler vardı. Yoksa yirmi üç yıl onun buyruğunda, onunla omuz omuza dövüşen o vahşi Araplar ona böylesine saygı gösterirler miydi? Bunlar sık sık birbirleriyle çatışan, yırtıcı bir coşkunlukla birbirlerine düşen vahşi insanlardı. Gerçek bir yetenek ve yiğitliğe sahip olmayan kimse onları yönetemezdi. Ona Peygamber mi diyorlardı? Evet! Karşılarında apaçık duran, hiçbir sır perdesiyle örtülü olmayan, herkesin gözü önünde hırkasını yamayan, savaşan, görüşmelerde bulunan bu adama Peygamber diyorlardı. Kendisine ne isim verilirse verilsin, onun nasıl bir adam olduğunu elbette ki görmüşlerdi. Başında taç bulunan hiçbir imparator kendi eliyle yamanmış hırka giyen bu adam kadar saygı görmemiştir! Yirmi üç yıllık çetin bir deneme boyunca ona kesinlikle itaat edilmiştir. Böyle bir imtihandan ancak gerçek bir Kahraman başarıyla çıkabilir.”(118)

Riyanın Yokluğu“...Ben Muhammed’i riyadan tamamen arınmış bir insan olduğu için severim. .. Gösteriş ve kibirden hoşlanmaz, ama aşırı tevazuu da sevmez. Kendi elleriyle onardığı hırkası ve papuçlarıyla olduğu gibi görünmeyi sever. Bütün İran Şahlarına, Yunan Krallarına neyi yapmaları gerekiyorsa, onu açıkça söyler. Kendini bilen bir insandır. Bunun için kendini herkese yeterince saydırır. Bedevilerle yapılan ölüm-kalım savaşında vahşi, kanlı olaylardan kaçınılamaz. Ama yine de böyle bir savaşta bile bağışlama, acıma gibi soylu davranışlara rastlanır. Muhammed bu davranışların ne birincisini mazur göstermeye çalışır, ne de ikincileri için övünür. Onların her biri de kendi hür iradesinin bir ürünü, o anda yapılması gereken davranışlardır. O bir yüze gülücü veya işini gördürmek için tatlı dil kullanan insanlardan değildir. Gerektiğinde şiddet göstermesini bilir ve açık sözlüdür. Tebuk Savaşından sık sık söz eder: “Adamlarının büyük bir kısmı havanın sıcaklığını ve hasat mevsiminin gelmiş olduğunu öne sürerek düşmanın üzerine yürümek istememişti. Muhammed bu olayı hiç unutmamıştır. Hasat mı? Bu bir günlük iştir. Bütün Ebediyet süresince alacağınız hasat ne olacak? Havanın sıcaklığına gelince, evet hava sıcak olmasına sıcaktır. Ama Cehennem daha da sıcak! Bazan da acı, fakat alaycı bir dille konuşur. İnançsızlara şöyle der: Mahşerde, yaptığınız işlerin en adil bir şekilde hesabını vereceğinizden şüpheniz olmasın. Bunlar dikkatle ölçüye vurulacak, hakkınız yenmeyecektir!... Muhammed her yerde gözünü gerçeğe diker, onu görür, yürekten hisseder. Ve onun yüceliği karşısında dili tutulmuş gibi olur. ‘Şüphesiz’ der. Bu kelime Kur’an’da bazan başlı başına bir cümle anlamında kullanılmıştır: ‘Şüphesiz’. (119-120)

Davasındaki Ciddiyeti: “ Muhammed’de amatörce bir ilgiye rastlanmaz. Bu onun için bir Kurtuluş, bir zaman ve Ebediyet davasıdır. Onu son derece ciddiyetle ele alır. Amatörce ilgi, faraziye, nazariye, gerçeği amatörce arayış, gerçekle oynayıp cilveleşmek: Muhammed için bu büyük bir günahtır, düşünülebilecek bütün günahların anasıdır. Böyle bir durum insanın yüreğinin ve ruhunun Gerçeğe açılmamış oluşundan, insanın boş bir gösteriş içinde yaşamasından doğar (120).

Şehvet İddiasının Reddi: “Muhammed bu nikahlı velinimetiyle (Hz. Hatice) sevgi ve sükunet dolu bir evlilik hayatı yaşamış ve sadece onu sevmiştir. Gençlik çağlarını böylesine müstesna, böylesine sakin ve mütevazi bir şekilde geçirmiş oluşu, onun bir sahtekar olduğu nazariyesini büyük ölçüde baltalar. Kırk yaşına gelinceye kadar ilahi bir görev aldığından hiç söz etmemiştir. Kendisine atfedilen-gerçek veya gerçek dışı- bütün düşkünlükler, Muhammed elli yaşına geldikten ve Hatice öldükten sonra başlar. Buna göre, o zamana kadar Muhammed’in bütün “ihtirası” dürüst bir hayat geçirmekten ibaretmiş. İyi bir şöhret ve onu tanıyanların kendisi hakkındaki iyi kanaatleri o tarihe kadar ona yetiyormuş. Yani, “dünya nimetlerinden yararlanmak” için yaşlanmayı, gençlik ateşinin sönmesini ve dünyanın kendisine bir iç huzurundan başka verecek bir şeyi kalmamasını beklemiş ve sonra da artık tadını çıkaramayacağı bir zevki elde etmek için bütün geçmişini ve karakterini inkar edercesine sefil bir şarlatan olmuş!.. Ben kendi hesabıma böyle bir şeye katiyen inanmam.”(93-94)

İslam fıtrat dinidir: “ ‘Eğer İslam buysa” der, Goethe, “biz hepimiz İslamı yaşıyoruz.’ Evet, manevi bir hayata sahip olan herkes İslam’ı yaşıyor. Bir insan için en yüce bilgelik Zorunluğa baş eğmek değildir, -zira Zorunluk karşısında bunu nasıl olsa mecburen yapacaktır-, Zorunluğun gerektirdiği kaçınılmaz şeyin en akıllıca, en iyi ve en çok istenen şey olduğunu bilmek ve buna inanmaktır. Tanrı’nın bu büyük dünyasını kendi küçücük beyniyle ölçmek gibi çılgınca bir hevesten vazgeçmek, onun ölçülmez bir şey olduğunu kabullenmekle birlikte, adil bir Yasa’nın varlığına ve bunun özünün, ruhunun İyi olduğuna gerçekten inanmak.. Buradaki, bunun içindeki kendi rolünü bu Genel Yasa’ya uymak ve onun hükümlerini tevekkülle, sessizce, sorgusuz-sualsiz itaat etmekten ibaret saymak...

Bence şimdiye kadar bilinen tek gerçek ahlak budur. Bir insan ancak bütün sathi kuralları, geçici görünüşleri, kar ve zarar hesaplarını bir yana bırakarak dünyanın bu köklü ve büyük Yasa’sına uyduğunda dürüst, yenilmez, faziletli ve başarılı olabilir. Ve ancak bu büyük ana Yasa ile işbirliği ederek zafere ulaşabilir.” (97-98)

İslam kılıç zoruyla mı yayıldı? Muhammed’in, Dinini kılıcın gücüyle yayması hakkında çok şey söylenmiştir. Fakat bu hiç şüphesiz, kendisini barışçı bir yolla, sadece vaiz ve telkinle yaydığı için övündüğümüz Hıristiyanlık kadar soylu bir vasıtadır. Çünkü eğer bu vasıtayı bir dinin hak veya batıl oluşu için bir ölçü olarak ele alırsak büyük bir hataya düşmüş oluruz. Evet, kılıç! Ama kılıcı nereden buluyorsunuz? Her yeni fikir başlangıçta bir kişiden ibaret bir azınlığın malıdır. Sadece bir tek insanın kafasında tutunabilmiştir. Koca dünyada ona bir tek kişi inanıyor: Bütün insanlara karşı bir kişi! Bu adamın eline bir kılıç alarak fikrini onunla yaymağa çalışması pek işe yaramaz. Fakat önce kılıcı bulmak gerekir. Kısacası, bir fikir nasıl olursa öyle yayılır. Eline bir kılıç geçirdiğinde Hıristiyan dini de onu kullanmaktan çekinmemiştir. Şarlman’ın, Saksonları Hıristiyan yapışı vaiz yoluyla olmamıştır. Ben bu kılıç meselesiyle pek ilgilenmem. Zira bu dünyada bir şeyin kendi varlığı için kılıçla, sözle veya tedarik edebileceği diğer herhangi bir araçla savaşmasını hoş karşılarım. Bırakalım da vaiz versin, risaleler yayınlasın, dövüşsün, var gücüyle çabalasın, gagasını ve tırnaklarını veya nesi varsa onu kullansın. Ama ne yaparsa yapsın, sonunda neyi kazanmaya hakkı varsa sadece onu kazanabileceği muhakkaktır.(103-104).

İslamiyetin hakkaniyeti: “Bütün o Arap putperestliğinin saçmalıkları, Yunan ve Yahudi’nin tartışmalı teolojileri,gelenekleri ve incelikleri, rivayet ve nazariyeleri ve bütün bunların bitmez-tükenmez münakaşaları arasından, ölüm kadar, hayat kadar ciddi olan o saf ve samimiyet dolu yüreği, o derin tabii sezgisi ve görüşleriyle bu vahşi Çöl Çocuğu çıkmış, meselenin özüne nüfuz etmiştir. Putperestlik bir hiçtir. Tahtadan putlarınızı ‘yağ ve mumla parlatıyorsunuz, üzerlerine sinekler yapışıyor’. Bunlar tahta parçalarından ibarettir diyorum size! Onların size hiçbir yararı yoktur. Küfürle dolu, aciz korkuluklardan ibarettirler. İçyüzleri dehşet ve tiksinti yaratır. Bir tek Tanrı vardır. Yalnızca O’dur güçlü olan! Bizi yaratan O’dur. Bizi öldüren de yaşatan da O’dur: ‘Allah-u Ekber’. Biliniz ki, O’nun iradesi sizin için en hayırlı olanıdır. O irade sizin et ve kemikten yaratılmış bedeninizi ne kadar büyük acılara sokarsa soksun, siz yine de O’nu en hayırlı, en akıllıca şey olarak kabul edeceksiniz.

Eğer çölün putperest vahşileri buna gerçekten inanmışlar ve onu ateşli yüreklerine bastırıp ibadete başlamışlarsa, bence bunda inanılmaya değer bir şey vardır. Hangi şekli altında olursa olsun, bu, bütün insanlarca inanılmaya değer tek şeydir. İnsan onun sayesinde Dünya Mabedinin baş rahibi olur. Dünyayı Yaratanın Buyruğu, İradesi ile uyuşur. Bununla işbirliği ederek, boş yere akıntıya kürek çekmez: Ben bugüne kadar Vazife’nin bundan daha iyi bir tarifine rastlamış değilim. Dünyanın gerçek eğilimine uymak doğru olan her şeyi kapsar. Bu sayede başarılı, iyi ve doğru yolda olursunuz. ..Önemli olan birtakım soyutlamaların, mantık önermelerinin doğru veya yanlış ifade edilmiş oluşu değil; gözle görülen, elle tutulan, kısacası gerçekten yaşayan kişilerin, insanoğullarının ona yürekten bağlanmalarıdır. İslam bütün bu boş, geveze mezheplerin varlığını sona erdirmiştir ve bence bunda haklıdır da. İslam doğrudan doğruya Tabiatın Bağrından çıkmış bir Gerçektir. Arap putperestlikleri, Suriye töreleri ve onun gerçekliği karşısında yetersiz kalan daha ne varsa hepsi de yanıp kül olmaya mahkumdular. Tıpkı ateş karşısındaki kuru odun parçaları gibi...(107-108).

Şeriatın Ta’dili Hükümleri: “Onun göz yummak zorunda kaldığı düşkünlükler gerçekte onun eseri olmayıp, Arabistan’da çok eskiden beri uygulana gelen adetlerdir. Onun bütün yaptığı bunları birçok yönleriyle kısıtlamak ve mümkün olduğu kadar yasaklamak olmuştur. Onun dini hiç de kolay bir din değildir: çetin oruçlar, abdestler, katı ve girift kaideler, günde beş vakit namaz ve şarap içme yasağından oluşur. ‘Kolay bir din olarak başarıya ulaşmış’ değildir. Esasen hiçbir din veya dini dava bu surette başarıya ulaşamaz. İnsanların kolaylık, zevklere ulaşmak ümidi, dünya veya ahirette mükafatlandırılmak gibi basit saiklerle kahramanca işlere girişebileceklerini söylemek, onlara yapılabilecek en büyük iftiradır. En aşağılık insanın yüreğinde bile bundan daha asil bir şey vardır. ...İnsanın kolay bir hayat ve zevklerle elde edilebileceğini söyleyenler insana haksızlık etmektedirler. İnsan yüreğini asıl cezbeden güçlük, feragat, fedakarlık, şehidlik, ölüm gibi kavramlardır. Onun içindeki hayat verici ateşi bir kere tutuşturdunuz muydu, bütün aşağılık hesapları yakıp kül edecek bir aleve kavuşacaksınız. İstenen mutluluk değil, ondan çok daha yüce bir şeydir. Bunu en büyük zevk düşkünü, en gayesiz görünen zümrelerde bile ‘şeref anlayışı’ ve benzeri kavramlarda bulmak mümkündür.Bir din, kaba iştahları, aşağılık arzuları kışkırtarak değil, bütün gönüllerde yatan Kahramanlık duygusunu uyandırarak kazanabilir.” (117)

İslam ve Araplar: “ İslam, Arap kavmi için karanlıktan aydınlığa doğuştur. Arabistan onun sayesinde ilk defa canlılık kazanmıştır. Dünya yaratıldığından beri çöllerde başıboş dolaşan, kimsenin tanımadığı, çobanlıkla uğraşan zavallı bir kavim, inanılır bir sözle birlikte Gökten indirilen bir Peygamber-Kahramana kavuşuyor. Kimsenin tanımadığı kavim bütün dünyaya ün salıyor, dünya çapında büyüyor ve Arabistan bir yandan Granada’ya, öte yandan Delhi’ye kadar uzanıyor. Çevresine cesaret, ihtişam ve deha ışıkları saçarak yüzyıllar boyu dünyanın büyük bir kesimi üzerinde bir güneş gibi parıldıyor. Çünkü inanç, büyük, hayat veren bir şeydir. Bir kavim, inanç sahibi olursa verimli, yüceltici bir tarihe kavuşur. Bu Araplar, bu Muhammed denen insan ve o bir tek asır: değersiz, kara bir kum yığınından ibaret görünen bir ülkeye düşen bir kıvılcımdan, bir tek kıvılcımdan başka ne olabilir bu?” (126).

Hz Muhammed’in Risaletini Tasdik: “...biz Muhammed’i asla bir Batıl, bir tasannucu, zavallı ve haris bir entrikacı olarak görmek istemiyoruz. Onu bu şekilde düşünmemiz imkansızdır. Getirdiği o basit mesaj da gerçekti: bilinmez derinliklerden gelen ciddi ve belirsiz bir ses! Onun ne sözleri, ne de eserleri sahteydi. Batıl ve taklit değillerdi. Tabiat-ananın o geniş göğsünden fışkırmış ateşten bir Hayat külçesi! Dünyanın Yaratıcısı ona dünyayı tutuşturmasını emretmişti. Muhammed’e yüklenen kusurlar, noksanlar, samimiyetsizlikler gerçekten ispatlanabilmiş olsalardı bile onun hakkındaki bu temel gerçeği yıkamazlardı.”(s.83)

“Hayır! Bu parlak siyah gözlü, toplumu düşünen yüce ruhlu Çöl Çocuğunda şahsi ihtirasın ötesinde birçok düşünceler vardı. Sessiz, yüce bir ruh.O, dürüst ve ciddi davranmaktan kaçınamayan ender insanlardandı. Tabiat Ana onu samimi olmak üzere yaratmıştı. ..O kendi ruhu ve eşyanın gerçekliği ile baş başa kalmış bir insandı. .. o büyük Varoluş Muamması bütün dehşet ve ihtişamıyla karşısında parlıyordu. Hiçbir söylenti bu sözü edilemez gerçeği ondan gizleyemezdi: “İşte ben buradayım!”.. Böyle bir adamın sözü doğrudan doğruya Tabiatın Özvarlığının Sesi idi. İnsanlar bu sözü dinlerler. Dinlemeliler de. Başka hiçbir şeyi dinlemedikleri gibi. ...Çünkü bundan başka her şey, bununla kıyaslandığında boş laftan ibarettir. Ta eskiden beri bütün kutsal ziyaret ve seyahatlerinde bu adamda binlerce düşünce yaşamıştır: Ben neyim? İnsanların Evren adını verdikleri, içinde yaşadığım bu sırrına varılmaz Şey nedir? Hayat nedir, ölüm nedir? Hira Dağının, Sina Dağının sarp kayalıkları, vahşi ıssız çöller bu sorulara hiçbir cevap vermiyordu. Mavi pırıltılarla yanan yıldızlarıyla başının üzerinde sessizce uzanan o büyük Gökyüzü de bunlara cevap vermiyordu. Hiçbir cevap yoktu. Bu sorulara ancak tanrı ilhamıyla dolu olan insanın kendi ruhu cevap verebilirdi.”(94-95)

İhtiras? Bütün Arabistan bu insana ne verebilir ki? Yunanlı Heraklius’un tacı, İran Şahlarının tacı ve dünyadaki bütün taçlar onun için ne ifade eder ki? Onun işitmek istediği şeyler yeryüzüne değil, yukarıdaki Cennete ve aşağıdaki Cehenneme aittir. Bütün taçlar ve saltanatlar birkaç yıl içinde nerede olacaklardır? Mekke veya Arabistan Şeyhi olmak ve eline yaldızlı bir tahta parçası almak insanı kurtarmaya yeter mi? Eminim ki hayır! Muhammed’in bir sahtekar olduğu faraziyesini inanılması imkansız olduğu için tamamen bir kenara iteceğiz. Hatta bu inanmak bir yana hoş görülecek bir iddia dahi değildir ve bize yakışan onu kesinlikle reddetmektir.” (96)

“Novalis, ‘En büyük mucize Tanrı’yı haber veren İnanç değil midir?’ der. Muhammed’in bu büyük gerçeğin (vahy hakikati) aleviyle tutuşmuş ruhunun bu olayda önemli bir şey, daha doğrusu önemli olan tek şeyi sezmiş olması çok tabiidir. Tanrı ona gerçeği ilham etmek ve onun ruhunu ölümden, karanlıklardan kurtarmakla ona eşsiz bir şeref vermiştir. Öyleyse o da aynı şeyi diğer yaratıklara yapmakla görevlidir: ‘Muhammed Tanrı’nın peygamberidir’ sözü işte bunu anlatmaktadır ve gerçekten anlamlı bir sözdür.” (98-99)

Carlyle’ın bu “şehadetleri”ni okurken kalbim büyük bir “huzur” hissiyle doldu. Said Nursi’nin “Şeytan’la Münazara”sı da arka planda zihnime eşlik etti. Evet, hakikatin çok sureti olsa da mahiyeti tektir.

  03.05.2003

© 2021 karakalem.net, Ahmet Yıldız



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut