*Bu sayfa, sitemize gelen, sitemizdeki ana sayfaların formatına denk düşmediği için bu sayfalarda değerlendirmediğimiz, ancak paylaşmaya değer bulduğumuz yazıların sunulduğu bir havuz olarak tasarlanmıştır.

 Gözünüz Aydın Artık Tanrı Yok

BATI AYDINLANMASI ışığın kaynağını keşfettiğinden emindi. Yüzyılların karanlık uykusundan uyanan Batılı insan—yoksa sadece insan mı demeliydim; çünkü Batılılar için insan olmak kaçınılmaz olarak Batılı olmak demektir, yani Batılı olmayanlar insan kümesinin dışındadır; bu bakış açısı hâlâ kısmen egemen—Tanrı’dan bağımsız bir hayat yaşamayı temel amaç hâline getirdi. Teknolojik gelişmelerin günlük hayatı kolaylaştıran tesirleri, hayatın ‘büyü’sü üzerindeki peçenin sıyrılarak sebep-sonuç ilişkileri içinde açıklanabilir hâle geldiğinin düşünülmesi, tabiatın köleleştirilerek Batılı insanın heveslerinin ebedî tutsağı hâline getirilmesi, modern tıbbın kaydettiği ilerlemeler, insanın Müteal olanın gölgesinden sıyrılarak özerk bir varlık hâline gelmesini sağlayan adımlar olarak algılandı. İnsan giderek varlığını O’na değil, kendisine nisbet etmeye başladı. Mülkün maliki kendisiydi, öyleyse o mülk üzerindeki tasarruf hakkına da ancak kendisi sahip olabilirdi.

Modern insanın sergüzeşt-i hayatında herşey o zaman başladı. Yaşlı tarihin kaydettiği en büyük kırılma ânıydı bu. Medeniyetin ‘mim’i o gün alınmıştı. İnsan Tanrı’dan özerkleşerek istiklalini ilan etmişti. Hayat yükünü omuzlama konusunda son derece iddialıydı ve bunu Tanrı’dan daha iyi yapacaktı. İnsanlık bebeklik ve çocukluk dönemlerini geride bırakmış, olgunluk yaşına gelmişti. Olgun insana oracıkta bir ad koydular: birey. Hayat yükünü insanın Tanrı’dan özerkleşerek yüklenmesinin adı da bireycilik oldu tabiatıyla.

Birey-insanın gayesi yetkin bir varlık hâline gelmekti. Ezelî Kudretin samediyetine göz koymuştu. Ne ki, herşeyden kendisini bağımsız ve özerk kılacak bu samediyetin öbür yüzünde sonsuz olarak tanımladığı ihtiyaçlarının onulmaz kölesi olmak gibi bir ironi vardı. Yetkinliğini ihtiyaçlarını karşılamada aldığı mesafe olarak tanımlarken, bu ihtiyaçların türü, sayısı ve niteliği biteviye artmakta ve çeşitlenmekteydi. Aradaki mesafe, kapatılmak şöyle dursun, sürekli artmaktaydı. Üstelik yeni yeni hastalıklar türemişti; aynı zamanda, savaşlar, kıtlıklar, felâketler ve en önemlisi de ölüm var olmaya devam etmekteydi. Genel dünyanın sür-git varlığının yansıdığı aynalar olan özel hayatların kırılganlığı devam etmekteydi. Birey-insan, yolculuk yaptığı gemide beraberindeki yükleri artık sırtında taşımak zorundaydı. Bırakabileceği, emanet edebileceği hiçbir yer yoktu. Aczini ve fakirliğini inkâr ederek yola çıkan birey-insanın bunların her geçen gün derinleşerek varlıklarını duyurması karşısında bütün emniyet sübapları iflas etmiş, bütün fantazileri çözümsüz kalmıştı. Nietzsche Tanrı’yı öldürmek istemişti; “Herşeyin evveli ahiri hiç”ti nasılsa. Ama ‘hiç’ olan insanın onulmaz yalnızlık, kimsesizlik ve yoksulluğuna dağlar dayanası değildi. Ama duvarlar, ah o duvarlar, artık ses vermiyordu. Kâinat da ona küskündü. Bu onulmaz acz ve fakr ona kendi hediyesi, ama kaderin adaletiydi. Aydınlanmanın kapısını araladığı dünya, insanlığın çoğunluğu için saadet getirmekten uzak olduğu gibi, onu gözyaşlarını sunabileceği, gizli hıçkırıklarını işitebilecek, kendisiyle yüzleşmesini mümkün kılacak şefkati sonsuz bir Zâtın rahmetinden de mahrum kılmıştı. Aydınlanma “O’nu kaybetmiş, ancak ne’yi kazanabilmişti?” Sonsuz bir hiç.

Hayatın sihrini çözerek beşerî özerkliğin yolunu açtığı iddiasındaki Aydınlanma çığırının meydana getirdiği sosyal tabloya örnek olarak, Ayşe Kadıoğlu’nun şu ifadelerine bakalım:

“Çocuklarımızı körkütük Batıcılık ile milliyetçilik arasında bir tercihe zorlar gibiyiz. Onlar bu topraklarda kerhen yaşarken, başka diyarlardaki bir yaşamın da hayalini kuruyorlar. Birçoğu ateist. Çünkü bu toplumda dindarlık Batılılıktan uzaklaşmak olarak algılanıyor.”

“Tanıdığım en ‘Batılı’ insanlardan biri ile yollarımız Boston’da kesişmişti. Üniversitede hocaydı. Avusturya kökenliydi. New York’ta büyümüş, Columbia Üniversitesinde okumuş, okula giderken taksi şoförlüğü yapmıştı. İçinde yaşadığı topluma değmeyi seven, buna önem veren biriydi. Son derece akılcı bir yaşam felsefesi vardı. ‘Modernitenin en önemli özelliğinin herkesi vazgeçilebilir kılması’ olduğunu beynime iliştiren o oldu. Yani modern toplumlarda kişilikler değil, yapılan iş önemlidir. ‘Ben bugün bu dersi ortasında bırakıp gidebilirim ve emin olun mutlaka devam edecek bir başkası bulunur, modernite budur’ derdi. Modernitenin acımasızlığını hiç bu kadar açık hissetmemiştim o güne dek. Ve hiç unutmam, babasını kaybettiğinde bütün akılcılığını bir kenara bırakmış, Musevî ritüellerinde—sakalını kesmemek gibi, aynaları kapatmak gibi—üzüntüsüne derman aramıştı. Yani en akılcı insanlar bile üzüntü karşısında birşeylere sığınma ihtiyacı duyuyorlar. Biz kendinden geçmiş bir Batılılaşma nöbeti içinde, bize derman olabilecek her türlü ritüeli, dini kendimizden uzaklaştırırken, çocuklarımızın elinde içi boş bir Batılılaşma modelinden başka birşey kalmadı. Oysa ergenlik sürekli bir hüznü andırıyor. Birey olmak için erken bir dönem ve bazen tutunacak dallar gerektiriyor.” (Ayşe Kadıoğlu, “Namlunun Ucundaki Batılılık,” Radikal İki, 3 Şubat 2002, Pazar)

Aydınlanma düşüncesinin ülkemizdeki izdüşümleri Batıda olduğundan daha dramatik bir mahiyet arzetmiştir. ‘Yerli’ aydınlanmacı çevrelerin gayrıresmî millî marş hâline getirdikleri bir marş bu konuda pek iddialı: “On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan.” İşte o her yaştan gençlerin bir kesiminin ‘aydınlanması’ için açılan okullardan birinde, Gönen Köy Enstitüsü’nün girişinde şunlar yazılıymış: “Tanrı’nın eksiğini biz tamamladık. Bozkırı ağaçlarla donattık.” Bu sözleri yazanlar nedense bugün yaşamıyor. “Tanrı’nın eksiğini tamamlayacak” kadar bir kudret gösterisi sergileyenler, geçerken ölümü neden öldüremediler acaba? Onunla birlikte insanın sonsuz acz ve fakrini neden tarihin çöp sepetine gönderemediler? Hitler ve Stalin bugün neden yaşamıyor? Kör ve sağır tabiatın mahkûmları neden hayatı bir deli gömleği giyerek yaşadılar?

Sözün uzunluğu kısalığındadır: İnsanlara karşı hür olmak Allah’a karşı ubudiyeti zorunlu kılar. Allah’a karşı ‘hür olmak,’ O’nu hayatımızdan çıkarmak ise insanı zavallı, biçare, kimsesiz bir köleye dönüştürür. Örnek mi? İşte size her gün şahit olduğumuz ‘modernlik’ tabloları…

  18.03.2002

© 2021 karakalem.net, Ahmet Yıldız



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut