Arşiv

 Zor Zamanda Filistin

YAZILMASI BELKİ de en zor konular, hakkında zaten çok şeyin yazıldığı ve yazılıyor olduğu konulardır. Çok sayıda bileşeni bulunan, çok farklı boyutlar içeren, dolayısıyla bütün derinliği ve genişliği ile kuşatılması güç olan konular da, yazılması en zor konular arasındadır.

Filistin’i yazmak, her iki açıdan, zordur.

Ayrıca, sıcağı sıcağına yaşanan olayların yol açtığı duygusal tırmanış ve gerilimlerin soğukkanlı tahlillerin yanlış anlaşılma riskini yükselttiği zamanlar, yazmanın olabildiğine zorlaştığı zamanlar arasındadır.

Dolayısıyla, yazılması zaten zor olan Filistin’i şu zamanda yazmak, çok daha zordur.

Bu zorluklar, Mart ayı sonunda başlayan, taşıdığı genel vahşet boyutuna ilaveten yer yer katliama da dönüşen İsrail saldırısı esnasında Filistin’de yaşananlar karşısında ciddi bir ikilemle yüzyüze bırakacaktı bizi.

Filistin, bir değil, birçok açıdan, ‘yüreğimizden bir parça’ idi. En başta, orada, insanlar yaşıyordu; ve masum ve mazlum insanlar, haksız ve zalim bir saldırının kurbanı olmuşlardı. Hangi dinden ve ırktan olursa olsun masum ve mazlum insanları hedef alan saldırılara taraftar olmak yahut görmezden gelmek ise, insaniyet ve İslâmiyet itibarıyla, imkânsızdı. Yani, bu noktada yerimizi ve duruşumuzu ifade etmemiz şarttı. Filistin halkının büyük kısmıyla din kardeşliğimiz ise, bizi, orada yaşananlarla bir kat daha ilgili kılıyordu. Buna da ilaveten, Filistin’de yaşayan insanlar ile, Osmanlı şemsiyesi altında yaklaşık dörtyüz yıl beraberliğimiz sözkonusu idi. Filistin, bu açıdan da, tarih ve kader birlikteliğimiz olan bir diyardı açıkçası.

Ne var ki, Mayıs sayısını geniş bir kapak yazısıyla Filistin’e tahsis etmeyi buna rağmen düşünmedik, düşünemedik. Zira, olayları değil, ‘olgu’ları ele alıp irdeleme gibi bir yayın çizgimiz vardı; ve Filistin’de yaşanan olaylar haber ağırlıklı yayın organları tarafından değişik veçheleriyle zaten yayınlanırken, ‘olgular’ı yazmaya adanmış bir aylık dergide yapılacak bir Filistin analizi uzun soluklu bir araştırma gerektiriyordu. Modern tarihten, Batı tarihinden, dahası bir bütün olarak dünya tarihinden soyutlanması imkânsız tarihsel boyutları vardı ‘Filistin’in sorunu’nun. Özellikle son yüzyıl, özellikle son elli yıl, özellikle son otuzbeş yıl gözönüne alındığında, yapılanlar, yapılmayanlar, yapılamayanlar, yapılması gerekenler, yapılmaması gerekenler.. derken, uzun bir liste çıkıyordu karşımıza. Bu boyutta bir tahlil, iki haftalık bir okuma-araştırmaya sığdırılamazdı.

Açıkçası, Filistin hakkında ‘incelemiş gibi yapan’ bir kapak yazısıyla karşınıza çıkmak istemezdik ve istemedik.

Ama, Filistin’deki mazlumların yanında olduğumuzun da bilinmesi açısından, kapağımız Filistin’siz olsun da istemedik.

Filistin’in mazlum ve masum insanlarıyla gönül ve kader ortaklığımızı ifade için, Filistin’i kapak konusu düzeyinde hatırlamak ve hatırlatmak boynumuza borçtu. Bu, ayrıca, kendimizle tutarlı olmak açısından da zorunluydu. Bizler, saldırıya maruz kalanın ırkına ve dinine bakmaksızın, ‘sivilleri hedef alan’ bir saldırı olarak 11 Eylül’de New York’ta yaşananlardan hareketle, “Herkes İçin Adalet” çağrısını taşımızdık Ekim 2001 sayımızın kapağına. Hayır, bizler, alacağı tavrı, ölen sivillerin ırkına, dinine yahut düşüncesine göre belirleme gibi bir adaletsizlikten yana değildik. Zira, aldığımız Kur’ânî ve nebevî terbiye, böyle bir adaletsizlikten men ediyordu bizi. ‘Sivilleri hedef alan,’ ihtilaf konusu olayla doğrudan ilgisi bulunmayan, dolayısıyla o noktada ‘masum ve mazlum’ insanları hedef alan her türden saldırının, İslâmî ölçüler açısından, izahı imkânsızdı. O yüzden, geçen yılın Ekim sayısı, 11 Eylül ekseninde, “Birinin hatasıyla başkası mes’ul olmaz” buyuran, “Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sevketmesin” buyuran, “Haksız yere bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir” buyuran Kur’ân’ın ölçüleri dahilinde ‘adalet-i mahza’yı vurgulamakta idi. Bir sonraki sayımız ise, haksız yere New York’ta ölenler için haksız yere Afganistan’da öldürülenlerin gün gün arttığı bir vasatta, “Savaşa Hayır!” diyorsa, yine aynı Kur’ânî ölçüler dahilinde diyordu. Ki, bu sayıda da vurgumuz, taze bir olayla, yani Amerika’nın suçlu ilan ettiği bir kişi ve gruba bedel Afganistan’ın mazlum sivillerinin tepesine bomba yağdırdığı acımasız savaşla sınırlı da değildi. Bu zalim savaş hengâmında, bir ‘olgu’ olarak modern zamanların ‘topyekûn savaş’ mantığını sorguluyor; sonuç paragraflarında şu şekilde özetliyorduk düşüncemizi:

“Modern zamanların en iğrenç buluşudur ‘topyekûn savaş.’ En iğrenç âletler ise, topyekûn savaşın âletleri. Biz bu savaş oyununda yokuz. Biz bu savaş oyununda olamayız. Bizler mü’minleriz; bu savaşlar ne adalet ölçümüze uyuyor bizim, ne imandan gelen şefkat ve muhabbete, ne de bize Allah’ı en güzel şekilde bildiren hayata olan hürmetimize.

O yüzden, uzun sözün kısası, savaşa hayır! Topyekûn savaşa topyekûn hayır!”

Bu iki kapak konumuz, aslî vurgu itibarıyla, yakın zamanda Filistin’de yaşananlarla da birebir ilgilidir. ‘Herkes için adalet’ çağrısı, elbette herkes için, dolayısıyla, aynı zamanda Filistinliler içindir. Ki, Filistin halkı, modern dünyanın muktedirlerince, yurtsuz bir ulusa yurt bulmak üzere başka bir ulusun yurdundan edilmesi gibi bir adaletsizliğe kurban edilmiştir. Öte yandan, Müslüman-Arap-Filistin tarafında bu adaletsizliği ‘topyekûn savaş’ mantığının uzantısı yaklaşımlarla çözme yönündeki çabalar, ellibeş yıldır, sorunu çözmeyip derinleştirmiştir. Bugün Müslüman-Arap-Filistin tarafında razı olma noktasına gelinen şartların 1948 yılında peşinen önerilmiş—ki, gene de asla adilâne olmayan—şartların gerisinde olması, aradaki ‘ellibeş yıl’a dair derinlemesine bir tahlil gerektirmektedir.

Bu bağlamda sorgulanması gereken bir husus, ‘intihar saldırısı’ yahut ‘şehadet eylemi’ olarak anılan girişimlerin ‘İslâmîliği’ ve bu arada ‘İslâmî adalete uygunluğu’dur. Filistinliler başta olmak üzere, dünyanın her tarafındaki mü’minler, bu eylemlerin Filistin davasına hizmet edip etmediğini sorgulamanın yanısıra; velev ki ‘hizmet ettiği’ sonucuna ulaşılsın, İslâmîliğini sorgulama durumundadır. Amacın meşruiyeti kadar, amaca giden yolların da meşruiyeti şarttır. Bu bakımdan, ortadaki ihtilafın doğrudan tarafı olmayan sivillerin, bu arada çocukların ölümüne yol açan her türden eylem sorgulanmayı ve karşısında olmayı hak etmektedir.

Gözden kaçırılmaması gereken bir diğer husus, Filistin’de yapılanlara ‘Müslümanlara yapıldığı’ için karşı çıkmaktan önce, ‘İslâmî açıdan savunulamaz’ olduğu için karşı çıkılması gerektiğidir. ‘İlke’ eksenli bir karşı çıkış, İsrail’in, arkasındaki ABD’nin, ve genel olarak modern dünyanın sergilediği yanlışa mü’minler ümmeti olarak bizim asla düşmememiz için de gereklidir.

Diğer taraftan, Filistin’de yaşananlar karşısında bir milyarı aşkın nüfusuyla İslâm dünyasının ancak seyirci olup tepkisini en fazla kalbiyle ve diliyle ifade edebilmiş olması, umumî bir ‘kuşatılmışlık,’ ‘çaresizlik’ ve dolayısıyla ‘ümitsizlik’ hâlet-i ruhiyesini beslemiş olsa gerektir. Bilinmelidir ki, bu kabil bir durum, yaşanması asla arzu edilir olmamakla ve üstesinden gelinmesi birlikte, geçmişte de mukadder olabilmiştir. Hz. Peygamber, Haşim ve Muttalib oğullarıyla birlikte üçbuçuk sene Şı’b-ı Ebu Talib’de kuşatma ve ambargoya maruz kaldığında sair mü’minlerin de yapabileceği çok fazla birşey olmamıştı. Bir kabileye İslâm’ı tebliğ için giden kırk güzide sahabi Bi’r-i Maune’de tuzağa düşürülüp katledildiğinde de, Resûl-i Ekrem ve sahabileri için, yapabilecekleri hiçbir şey yoktu. Dahası, yine geçen yılın Mart sayısının anayazısında irdelediğimiz üzere, topluca, “Kuşatma Altında Ahzap Günleri”ni de yaşamıştı onlar. Benzeri ‘kuşatılmışlık’ hallerini evvelce sair peygamberler ve ümmetleri de yaşadığı gibi, ümmet-i Muhammed(a.s.m.) de bu hali tecrübe ettiği farklı zamanlar geçirmişti.

Ama, bu ‘kuşatılmışlık’ tablosuna rağmen, sonuç, ferec ve fütuhat olmuştu her keresinde. Yaşanan tablo, öğretici derslerinin yanında, ilâhî rahmeti celbedici ıztırarî dualara dönüşmüş; sonuç, çoğu zaman umulmadık biçimde, bu kuşatılmışlığın ardından fütuhat ve açılımlar yaşanması olmuştu.

Bu bakımdan, umulur ki, kalblerimiz Filistin’de yaşananları kabule yakın bir dua suretinde dergah-ı ilâhîye arzetmiş; akıllarımız ise, yaşananlardan alınması gereken hikmet ve adalet derslerini almış olsun.

Son tahlilde, evet, elimizden ancak duanın gelebildiği bir hali yaşıyoruz. Bu hal ise, anlaşıldığı kadarıyla, çaresizlik ve ümitsizlik aşılıyor kimi mü’min kalblere.

Oysa, “Duanız olmasa ne ehemmiyetiniz var?” buyuran, Rabbimizdir. Ve Rabbimiz, yine Kur’ân’ında, “Dua edin, cevap vereyim” demektedir.

Ve, Asr-ı Saadet başta olmak üzere İslâm tarihi, bu ‘cevab’ın, bizim istediğimiz tarihte olmasa da, bir gün muhakkak verildiğini belgelemektedir.

  01.05.2002

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut