Arşiv

 Hacdan İzlenimler

GEÇTİĞİMİZ AY YAŞADIĞIMIZ hacc mevsimi ve kurban bayramı konusunda gecikmiş de olsa intibalarımı aktarmaya çalışacağım.

Hacca gidenler genellikle haccın rükünleri konusunda, detaylarla ilgilidirler. Ben ise, bu rükünlerin anlamı üzerinde detaylara girmeye çalışacağım. Zira, haccın rükünleri konusunda kaynaklarda detaylı bilgi mevcuttur. Bunlar da tavaf, sa’y, Arafat, Müzdelife, Mina ve şeytan taşlama gibi yerlerle ilgili olan belli konulardır. Bunların fıkhi detayları konusunu fıkıh kitaplarına havale ederek, haccın rükünlerinin benim zihnimde uyandırdığı çağrışımları sizlerle paylaşacağım.

TAVAF

Kabenin etrafında 7 kez (şavt) dönerek yapıyoruz. Bu dönüş, saatteki akrep ve yelkovanın gidiş yolunun tersi bir istikamette gerçekleşir. Zaman duruyor bu döngü esnasında. Bizi davet eden Rabbimizin emrine uyarak ‘lebbeyk’ diyerek karşılık verdiğimiz andır tavaf anı.

Rabbini unutan pürşer beşerin, beşeri kisvelerden sıyrılıp duaya sarıldığı, af dilemek için Rabbinin emri etrafında pervane olduğu Ka’be, işte, karşımızda bütün haşmetiyle duruyor. Hz. Adem(as)in ilk defa bina ettiği, Hz. İbrahim’in de yeniden inşa ettiği Ka’be, Hacer-ül Evsedi bağrında barındırıyor. Nice peygambere şahitlik etmiş olan bu dört duvar, en çok içinde barındırdığı bu siyah taştan manasını alıyor. Hz. İbrahimin önce kölesi sonra eşi olan Hacere şahitlik ediyor bu Hacer. Hem taş olan Hacer(ül esved), hem de Hz. İsmail’in annesi olan Hacer, ikisi de Rabblerinin emrine uyarken, birbirine benziyorlar. İkisi de Hacer, ikisi de emr-i İlahiye itaatkar.

Mısır’dan Hz. İbrahim tarafından Mekke’ye getirilen ve çölde yalnız bırakılan Hacer, Hz. İbrahime en ufak bir itiraz etmiyor: ‘Burada beni bırakıp gitmeni sen mi istiyorsun, yoksa Allah mı istedi?’ diye soruyor Hz. İbrahime. Ve Allahın emri olduğunu öğrenince de kuşkusuz bir şekilde teslimiyet gösteriyor emr-i İlahiye. ‘Taş (Hacer-ül esved), sert olmasına rağmen İlahi emre uyma konusunda latif bir yumuşaklık sergiliyor. O kadar yumuşak ki, kendisi bir cazibe merkezi olup, insanları kendi etrafında döndürüyor. Bütün kainatın etrafında pervane olduğu ve kendisi için yaratıldığı insan, bu taşın etrafında dönüyor. Hadd-i zatında taş(hacer-ül esved), emr-i İlahinin bir sembolüdür. Ve aslında etrafında döndüğümüz Hacer-ül esved değil, İlahi emirdir.

Bütün kainat, İlahi emre uymakta ve bu emre itaatini dönerek sergilemektedir. En büyük sistemlerden(güneş sistemi), en küçük sistemlere kadar(atom altı kozmik alem) her şey dönmektedir ve hareket etmektedir. Bu hareket esnasında her şey, vazifesini yaparak, ibadetini de yapmış olmaktadır. Tavaf eden küçücük bedenimiz, bu makro ve mikro alemin döngüsüne katılmaktadır. Kainatın yaratılış sırrı, insanın İlahi emre uymasıyla ortaya çıkmaktadır. Ve kainat, insanın itaatiyle anlam kazanmaktadır.

Her şeyin döndüğü bir kainatta, insanın yerinde durması ne kadar anlamsız ise, İlahi emre uyacak bir tane dahi olsa insanın kalmadığı bir kainatın varlığı da o kadar anlamsızdır. Galaksilerin, güneş sisteminin ve diğer sistemlerin bozulması ve kıyameti koparması, yeryüzünde ‘Allah Allah diyenlerin kalmaması’ bu sırdandır. Madem ki kainat insan için yaratılmıştır. Öyle ise, insan, halifelik derecesinden aşağılara düşmüşse, kainatın var olmaya devam etmesinin sırrı çözülmüştür. Ka’beyi tavaf edenleri seyre dalarken, aslında bütün kainatın bu döngüyle birlikte hareket ettiğini hissediyorsunuz.

Hacer-ül esved, Hacerin hicretine(Mısır’dan Mekke’ye) şahitlik yaptığı gibi, Hz. Muhammed(asm)’ın hicretine de şahitlik etmiştir. Birincisi Mekke’ye hicret etmiş, ikincisi Mekke’den hicret etmiştir. Ama her ikisinin de hicreti Allaha olmuştur. Hicret kelimesi de hacer kelimesi de aynı kökten türediği için ikisi de İlahi emre itaati sembolize etmektedir. Hacer-ül esved, hicret edenlere şahitlik yaptığı gibi, kendisini ziyarete gelenlere de şahitlik yapmakta ve gelenlerin görüntülerini Levh-i Mahfuza, kaydedilmek üzere göndermektedir. Özellikle hacca geldikten sonra hayat tarzları değişen bir çok İslam aliminin değişmesinin sırrını Hacer-ül evsedin arşivinde bulmak mümkün. Zira O, samimi duaları ve gelenlerin istiğfar ve afv taleplerini kaydetmektedir. Allahım, biz de Hacer-ül evsedin şahit olduklarına şehadet ediyoruz. Ve Onu da bizim için hayırlı bir şahit kıl.

SA’Y

Tavaftan sonra, Hacer’in oğlu ismail’e su aramaya çıkıp, suyu bulamadığı tepelere gidiyoruz. Safa ve Merve tepelerinden söz ediyorum. Küçücük İsmail’in içecek suyu kalmayınca, Hacerin su aramaya koyulur. Ve bir Safa tepesine, bir Merve tepesine gidip su bulmaya çalışır. Tam 7 kez sürer bu gidip gelmeler. Ancak suyu bulamaz. 7. kez bittikten sonra, Rabbi onun çalışmasının ve duasının karşılığını verir. Ve küçücük ismailin ayağının altından zem zem suyunu gönderir.

Bir cihetten bakıldığında zemzem, Hacerin duasının kabul edilişinin sonucudur. Hacer hem fiili hem de kavli(sözlü) duasını yapmış ve Allah da onun duasını kabul etmiştir.

Bir başka cihetten bakıldığında, sonuç, sebep tarafından yapılmamış ve Hacer 7 kez değil 70 kez de gidip gelse idi, yine suyu bulamazdı. Zira, bize verilen lutuflar ve nimetler, bizim çabamızın ve gücümüzün eseri değil; belki ihtiyacımızdan ve acizliğimizden dolayı Rabbimizin bize hediyesi ve ihsanıdır. Öte yandan İsmail’in hiç iktidarı ve ihtiyarı yok iken, sırf acizliği ona şefaatçi olmuş ve zemzem ihsan edilmiştir.

Hacerin sa’y yaptığı tepelerden Safa tepesinde durup, insanların bir o yana bir bu yana gidişlerinden, sa’yin günlük hayatımız gündüz ve geceye tekabül edebileceğini düşündüm. Her günümüz, sabah sa’yiyle(gündüz çalışarak) başlamakta ve gece sa’yiyle(ibadet vs.) devam etmektedir. Her gün, rızkımızı temin niyetiyle çalışırken, sebeplere başvururken, fiili dua yapıyor; ibadet vakitlerinde de çalışmamızın neticesini Rabbimizden istemek için kavli(sözlü) dua ediyoruz.

Günlerimiz Safa-Merve gibi, Celal-Cemal denklemi içinde gelgitlerle doludur. Her günümüzü sa’y ile geçirirken, dualarımız da İlahi rahmetin üzerimize doğması için şefaatçimiz olsun. Sa’yin sonu selamettir.

ARAFAT

Zilhicce ayının 9. günü(arefe günü) öğleden, akşam güneşin batışına kadar, Arafat meydanında durup durup dua etmek üzere, sabah namazından sonra Mina’dan yola çıkıyoruz. Haccın rüknünden olan arefatta vakfe yapmak, arafatta az da olsa bir süre durup beklemektir. Akşama, güneşin batışına kadar bekleyip, dua etmek ise sünnettir.

Arafatta, sebepler dünyası, susmaktadır. Sebepler açısından, insanı manen terakkiye sevkedecek sebepler zahiren görünmemektedir. Zira Mescid-i Haramda, Kabe vardı. Ve Kabe, taştan da yapılmış olsa, o ihtişamlı görüntüsüyle, içinde Hacer-ül Evsedi barındıran özelliğiyle insanı büyüleyen bir görüntüsü vardı. Ama Arafatta, hiçbir şey yoktur. Bir ova ve bu ovada, milyonlarca insan, kefene sarılmış bir vaziyette görünmektedir. Adem ve Hava’nın buluştuğu yeri hatırlatması için taştan bir anıt(gibi bir şey) dikilmiştir. Ama bu taşın ibadet anlamında hiçbir özelliği bulunmamaktadır.

Arafat boş bir meydandır. Mahşer meydanını andıran Arafat meydanı, hem kefene sarılmış kabre konulmayı bekleyen milyonlarca insanın görüntüsüne sahne olmakta; hem de öldükten sonra, kurulan haşir meydanına gitmek üzere, kefene sarılıp ölen insanların yeniden dirilişine ve hesap vermek üzere bir yerlere doğru gidişine sahne olmakta.

‘Hacc, arafedir’. Arefe, vakfedir. Vakfe, sürekli değişen ve dönüşen kainatta, değişmeyeni tefekkür etmektir. Arafatta ‘arefe’ yapmak, kendini tanımak, diğer insanlarla tanışmak ve diğer mahluklarla tanışmaktır. Nefsini tanıyan(arefe), Rabbini tanır. Diğer insanları ve mahlukları kendisine muarif kılan insan, Rabbini tanır. Kendisinin ne olduğunu, Rabbinin kim olduğunu anlamaya çalışan bir arif olur; arif-i billah olur.

‘Tearüf’ de arefeden gelir. Yani, ‘… sizi erkek ve dişiler olarak yarattık ve biribirinizi tanıyasınız(tanışasınız ve bu vesile ile Rabbinizi tanıyasınız) diye kabileler ve şu’beler(kavimler) haline getirdik.’

Bu tefekkür, insanı, ilk insanı anlamaya götürür. Hani Adem, yasak meyveden yemişti de, Rabbi onu Havvasıyla birlikte Cennetinden kovmuştu. Sonra onlar da ‘Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik; eğer bizi mağfiret etmezsen ve bize acımazsan, biz mahvolanlardan(hasarete düşenlerden) oluruz.’ Bizler, nice yasak meyveleri olan ademleriz, havvalarız. Bu dünya hayatında, yediğimiz bunca yasak meyveden dolayı, nefsimize sayısız zulumler yapmaktayız. Bunu bilip,

İtiraf(aslı i’tiraf) da ‘arefe’den türetilmiş bir kelime. Yani, cahilliğimizi, pürkusur olduğumuzu itiraf ederek, kendi nefsimizi bilmek, nefsimizin gerçekte ne olduğunu anlamak. Bu anlamdaki itiraf, Arafatta yapılan duaların içinde yer alan bir mana. Yani dua ederken, aczimizi ve fakrımızı itiraf etmek, kusurlarımızı ve günahlarımızı itiraf etmek, tam da arafatın manasına uygun düşmektedir. Duanın kabul edilmesinin önemli bir şartı da, kulun kusurunu itiraf ederek af dilenmesidir. İtiraf, kusurunu bilmektir. Kusurunu bilmek, affın önemli bir şartıdır. Arafat, böyle bir itiraf için en müsait bir yerdir. Arif olan, günahlarını itiraf edip istiğfar edendir.

A’raf da ‘arefe’nin kökü olan ‘a-r-f’den(urf) türetilmiş bir kelime. A’raf, Cehennem ile Cennet arasında, her iki tarafa da nazır bir yükseklikte, her iki yerin de ehillerinin durumlarını gören bir mevki adı. Böylece, a’rafta bulunanlar, Cennet ehlinin durumlarını görüp, oraya girmek için Rablerine dua ettikleri gibi, Cehennem ehlinin durumlarını da görüp orayı talep ettikleri gibi, ‘Allahım bizi Cehennemden halas eyle’ diye Cehennemden sakınmak için de dua ederler.

A’raf suresinde durumu a’rafta belirsiz bulunan kimseler gibi, sanki bu imtihan dünyasında durumu netleşmemiş Arafat insanlarının durumları anlatılmaktadır. Arafat meydanına şöyle bir baktığımızda, insanların durumu, a’raftaki insanların durumunu andırır. Nasıl ki a’rafta, Cennete mi Cehenneme mi gireceği kesinleşmemiş ve Allahın rahmetini bekleyen kimseler vardır. Arafatta da, bu imtihan dünyasında, Allaha inandığı halde, günahlarının ağırlığından ezilen, boynu bükük insanların, merhamet beklercesine yalvarışı, yakarışı Sema’-ı İlahiye yükselmektedir. Bunun yanında a’raf suresinde, mahşerde hesaba çekilmeden önce, kendisine vahiy bilgisi ulaşmış olanların, sorumluluğu bulunduğu, mahşerde amellerin tartılacağı, Salih amel işleyenlerin kurtulacağı, günahkarların da ceza göreceği vurgulanır. Arafatın, küçük bir mahşer olmasının sırrı burada yatmaktadır. Arafatta mahşerin küçük bir provası yapılır. Mahşerde çekilecek zorlukları hatırlatırcasına arafatta çekilen zahmetler, sıkıntılar vardır. İhramların içerisinde, kefenine sarılmış bir şekilde, dünya hayatının sıkıntılarına ve günahlarına vakıf olan insan(vakfede duran), hesaba çekilmenin ne demek olduğunu hisseder. Hesaba çekilmezden evvel, kendi kendine bir küçük muhasebe yapar.

Arafat, her türlü insani zaafların, bir şekilde ortaya çıktığı, dünyanın küçük bir aynasıdır. Arafatta ortaya çıkan bu tablo, hatalarımızın, günahlarımızın hesabını vermezden (mahşerden) önce son bir kez gözden geçirmemiz gerektiğini ortaya koymaktadır. Arafatı yaşayan her bir mü’min, hacdan sonra da hayatını vakfeye devam etmesi gerekiyor. Zira, dünya döndükçe, biz durup vakfedeceğiz. Önce üzerimizdeki aynalarda görünen diğer insanları, diğer kainat kardeşleri seyredeceğiz. Sonra da Yaratıcımızın hem bizim hem de diğer insanlarda, diğer mevcudatta görünen tecellilerini seyredeceğiz. Tefekkür edeceğiz, günahlarımızdan af dilemeye devam edeceğiz. Zira Arafat, bu dünya meydanıdır. Dünya da bir imtiham meydanıdır. Hepimiz ademleriz ve Havvalarız. ‘Allahım, biz nefimize zulmettik. Ve eğer senin rahmetin olmazsa, bizler hüsrandayız!’ Bizleri mahşere gitmezden evvel, rahmetinle affeyle ve bizi nefsine zulmedenlerden eyleme!

MÜZDELİFE YA DA MEŞ’AR-İL HARAM.

Arafattan inip Mekke’ye doğru yol alındığında, Müzdelife denen vadiye gelinir. Müzdelife’ye gelindiğinde, güneş çoktan batmış; karanlık çökmüştür. Arafatta, alem-i şehadette, gündüz gözüyle, akılla görülen alem, yerini gecenin karanlığına terk etmiştir. Arafat gündüzünde, nefsiyle, kainatı anlamaya çalışan ve bu vasıtayla Rabbini öğrenen insana, gece karanlığında, enfüsi tefekkürün kapıları açılır. Nefsine ait delillerle Rabbini zikrederken, geceye ay doğar Mina’nın üzerindeki dağlardan. Sanki, geceye ait tefekküre başlar başlamaz, gecemiz aydınlanır. Enfüsi tefekkürün meyvesi hemencecik devşirilir.

Müzdelife, enfüsi tefekkürün vadisidir. Hayatımızın sağında yer alan yüksek dağlar, geçmişimizin ölmediğini, yok olmadığını, canlı, dimdik ayakta olduğunun şahitlik eder, birer haşmet abidesi edasıyla. Hz. Ademin, Havayı aradığına, Hz. İbrahimin, yavrucağı İsmailini kesmesine ve daha nice Allah şahidine/şehidine şahitlik eder bu dağlar. Solumuzdaki dağlar ise, geleceğimizdir. Geleceğimiz, gece karanlığında karşımıza dikilen derin ve yüksek endişelerimizdir. Gelecek endişesi, işte dağ gibi duruyor karşımızda. Yavrularımız İsmaillerimiz, Hasanlarımız, Hüseyinlerimiz, Ahmetlerimiz, geleceğimizdir. Neslimizin devamı olan İsmailimizi nasıl keseceğiz? Kestiğimiz, İsmailimiz mi? Yoksa endişe-i istikbalimiz mi? Yoksa, İlahi şefkatten daha fazla olduğunu düşündüğümüz merhamet duygumuz mu? ‘Çocuklarınız ve mallarınız, sizin için fitnedir.’

Karanlık gecemizi aydınlatan şu gece kandili, binlerce yıldır hep aynı şeyi söyler gökyüzünde. Sayısız yıldızlar, geleceğimizin küçücük pencereleri, gökyüzünde Cenneti seyreder. Müzdelifenin her yıl kurban bayram gecesi gelen sakinlerine, hep doğru şahitlik yapar, dağlar. Oysa ki, sadece geceleri görünür o muhteşem yıldızlar. Öyleyse gece, karanlık değil. İmanın nuruyla bakıldığında, şehadet aleminin üzerinde geçirgen bir perde olan gece, ardındaki kamer-misal aydınlık, nuruyla Sahibini işaret eylemekte her daim. Gündüzdeki akıl fenerine inat, gece, ay feneriyle aydınlanmakta. Ayın nuru, kalbimizin nuruyla arkadaş olmakta ve aynı arşı işaretlemekte. Üzerinde ay batmıyor mina tepelerinin.

İşte, gece yarısı olmasına rağmen, Müzdelife’den Mina sınırına varıyoruz. Enfüsi tefekkürde nefsimizi ve şeytanımızı haklamamız gerektiği kanaatine varıyoruz. Ve Müzdelife’den topladığımız, iman, tefekkür, azim, salabet, sebat, metanet, sabır gibi taşlarımızı, avucumuzda saklayarak, nefsimize ve şeytanımıza doğru azimle hareket ediyoruz. Şeytanı gördüğümüz yerde, avucumuzdaki fişekleri onun üzerine atacağız. Her bir taşla, imanımız bir kez daha parlayacak. Her bir taşla, salabetimiz, sebatımız ve metanetimizi bir kez daha göstereceğiz. Ve her bir taşla, günahlara karşı sabrımızı ve emr-i İlahiye karşı itaatkar olmaktaki sabrımızı göstereceğiz. Ama asla, şeytanın tuzağına düşmeyeceğiz. Emir gereği taşları atacağız, nefsimiz adına taşlamayacağız şeytanı. Hiç tehevvüre kapılmadan, edepli bir şekilde, nefsimize uymadan, teşeffi-i bilgayz nevinden değil, ibadet ulviyeti içinde taşlayacağız o mel’unu. Tıpkı, Hz. Ali’nin, yere atıp boğazını kesmek istediği kafirin, Hz. Ali’nin yüzüne tükürmesinden sonra kesmemesi gibi. Zira, Yüzüne tükürülmeden önce nefsi için değil, Rabbi için onu öldürecekti. Ama yüzüne tükürüldükten sonra, nefsi için kesme ihtimali vardı. Eğer nefsi için kesseydi, bu cihad olmayacaktı, Allah için olmayacaktı. Veya Hz. Ömer’ini, Allahın emri olan had cezasını uygulayan bir valiyi görevinden azletmesi gibi, şeytanımızı taşlarken, ‘hıh’ bile demeyeceğiz.

İşte yürüyoruz Şeytana doğru. Nefsimizin bütün bize yaptıkları kötülükleri bir bir içimizden söküp karşımıza alarak, taşlayacağız onları. İşte birinci taşımızı riyaya atıyoruz. O menhus riya-perestliğimizi, şöhret-perestliğimizi, medyatik görünme zaafımızı, hubb-u cahı, makam ve mevk- perestliğimizi taşlıyoruz.

İşte ikinci taşımızı, ‘korku’ya atıyoruz. Allahın emriyle, sadece Allahtan korkuyoruz. Masivaullahtan(Allahın dışındaki her şey) korkmuyoruz. Masivaullahtan korkumuzu taşlıyoruz. Allahtan korkmamaktan korkarak, Allahtan korkmamayı taşlıyoruz.

Üçüncü taşımızı, bir başka zaafımız olan tama’ ve hırsımıza atıyoruz. Tama’kar, rızkın Allahtan olduğuna şüphe edendir. İçimizdeki Yahudiyi taşlıyoruz. Hırslı bir şekilde mala, paraya, zenginliğe, dünyeviliğe sahip olmaya çalışan nefsimizi taşlıyoruz.

Bütün milletlerden gelen ve sadece beyaza bürünmüş ihramlı kimselerle beraber, dördüncü taşımızı asabiyet-i nefsimize, asabiyet-i milliyemize ve bütün asabiyet-i milliyelere atıyoruz. Menfi milliyetçiliği taşlıyoruz, lanetliyoruz. Milliyetçiliği mabud ittihaz edenleri taşlıyoruz.

Beşinci taşımızı, enaniyetimize, atıyoruz. Halık-ı taala, bize ene gibi, bütün kainatın tılsımını çözecek ve bununla Esma-ül Hünsasını anlamaya yarayacak bir benlik vermişti. Ama biz, kendimize güvendik, nefsimizi kendimize baş tacı eyledik, ilmimize güvendik. Allahın bize emaneten verdiği, cüz’i ilmimizi, cüz’i kudretimizi, Yaratıcımızı anlamaya sarfetmedik. Nefsimize zulmettik, emanete hiyanet ettik. İşte, zalim ve cehul olan enemizi, nefsimizi taşlıyoruz.

Yaratıcı, kainattaki her bir varlığı yaratarak onlara görevler yükledi. Bütün mevcudat, hakkıyla görevini yerine getirmesine ve var olmanın şükrünü eda etmesine rağmen, insan tembellik edip, şükrünü eda etmiyor, ubudiyetinde gedikler bırakıyor. Dünyevi meşgaleler içinde hoyratça vakit sarfeden insan, asıl vazifesine vakit bulamıyor, tenbellik edip Yaratıcısını anlamıyor, anlatamıyor. Altıncı taşımızı, nefsimizin tembelliğine atıp, onu tembellikten, gaflet uykusundan uyandırmalıyız.

Şeytanı şeytan yapan, onun gururudur. Zira, ‘Onu topraktan, beni ateşten yarattın’ demişti O mağrur iblis Adem(as) için. Ademi topraktan yaratıldığı için küçümseyen İblis, şimdi de karşımıza dikilmiş, bizim gururumuzu okşuyor ve bizi neredeyse ma’bud derecesinde övüp bizi yanıltıyor. Mağrur aldanandır. Şeytan ise, hem aldanan hem de aldatandır. Yedinci taşımız, mağrur nefsimizedir.

Bu taşları attığımız gün, bayramın birinci günüdür. Bundan sonra, bayramın ikinci, üçüncü ve dördüncü günleri, her gün olmak üzere, her üç şeytana aynı muamele yapılacak ve her birine yedişer taş atılıp, bayramın 2,3 ve 4. günleri, her gün toplam 21 adet taş atılacaktır. Şeytan taşlamanın bayramın anlamı ile ilgisi nedir? Hacca gidişimizden beri, bunu merak ettim durdum.Şeytan taşlamanın her bir günü, bize bayram oluyor. Ama neden? Hocalara sordum. Anlaşılan kimse pek ilgilenmiyor bu meseleyle. Bir de birinci günkü taşlamada, sadece büyük şeytan taşlanıyor.

Yukarıdaki sorular, hacc mevsiminin hicri aylarının içinde, yılın son ayı olmasıyla bir ilgisi olmalı. Zilhicce ayı, yılın son ayıdır. Ve yıllık bir muhasebenin yapılmasını gerekli kılar.

Ayrıca, arafatta günahlarından arınmış, bağışlanmış, affedilmiş olan insan, yeni bir hayata başlangıç yapmak için, sabah güneşiyle uyanıyor. Yeni bir güne başlayacağız birazdan, yeryüzüne ilk geldiğimiz gibi günahsızız artık(inşaallah). Ancak, nefsimizi beraberimizde taşıyoruz. Zira, imtihan kapısı henüz kapanmış değil. Şeytanlar henüz cehennemin dibini boylamış değil. Yani bize vesvese vermeye, hayatımızı bozmaya tekrar tekrar gelecekler.

Günahları bağışlanmış insanın doğacağı yeni gün, elbette ki ona bayram olmalı. Elbette ki, bundan sonraki hayatına çeki düzen vermek için, şeytana karşı daha bir uyanık, nefsinin kötü emellerine karşı daha bir dikkatli olmalı.

Minada üç tane şeytan taşlanır, sembolik olarak. Bu şeytanlar, küçük-orta-büyük şeytandır. Minadan sonraki hayatımızda da, şeytan taşlamaya devam ediyoruz. Bir şeytan, her şeyin kendi kendine olduğunu, hiçbir şeyde Yaratıcısının izinin bulunmadığını iddia eder. Bu şeytan, Yaratıcıyı inkar etmese de Yaratıcının, eserlerindeki izini inkar eder.

Bir diğer şeytan, her şeyin bir sebeple olduğunu ve dolayısıyla bu sebep tarafından yaratıldığını iddia eder. Bu şeytan, esbabperesttir ve bizi sebeplerin yaratıcı olduğu konusunda kandırmaya çalışır. Esbabperestlik, kimi zaman mu’tezili bir fikir postuna, kimi zaman da cebriye mezhebi postuna bürünen bir şeytandır.

Bu zamanın asıl büyük şeytanı, tabiatperestliktir. Gururundan dolayı şeytan, hem aldanandır, hem de aldatan. Hem kendisinin ateşten yaratıldığını ve bundan dolayı topraktan yaratılandan(insandan) üstün olduğunu iddia eder. Hem de insanın gururunu okşayıp, insanın üstün olduğunu, telkin eder. Burada İblis, ateşe üstünlüğü verirken, ateşin kendi tabiatı icabı üstün olduğunu vurgulamaktadır. Halbuki, üstün olma veya aşağı mertebede olma, emr-i İlahiye uymakla ilgilidir. Emr-i İlahiye uyanlar üstündür. Üstünlüğü sağlayan emirdir. Emrin dışında, Allahın dışında üstünlüğü takdir edecek, değerlendirecek başka bir merci yoktur.

Şeytanı taşladıktan sonra, Allah’ın bize yaklaştığını perçinleştirmek için, kurban kesiyoruz. Kurb, Allahın bize yaklaşmasıdır. Kurban bunu sembolize eder. Öyle ise, Allah’ın bize yaklaşma anı, bizim en büyük bayramımızdır. Hacca gitmese bile, mü’minlerin çoğunluğu, bu bayramdan nasibini alır ve kurban keserler. Hem geçmiş Kurb-anınızı hem de gelecek Kurb-anınızı tebrik ediyorum.

  11.04.2004

© 2021 karakalem.net, Ahmet Nazlı



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut