“İlk kez Müslümanlarla karşılaşmam, ben Çin’deyken oldu. Bunun, benim İslâm’a olan yolculuğumun başlangıcı olacağını nereden bilebilirdim ki?”
“Pekin’den Sincan’a vardığımızda, trenden inip otobüse binmemiz icap etti, iki büyük bavulum vardı, onları taşımakta güçlük çekiyordum. Tehlikeli bir terörist olabileceğini düşündüğümüz Suriyeli bir Arap öğrenci, bana birşey demeden ağır bavulumu alıp otobüse kadar taşıdı. İşte bu, edindiğim en içten arkadaşlıklardan birinin başlangıcı oldu.”
“Gece geç vakit eve döndüm ve evimizin arka bahçesindeki havuza girdim. Sadece gözlerim ve burnum dışarıda kalacak şekilde havuza dalıp, gökteki yıldızlara uzun uzun baktım. Kendi kendime şöyle dedim: ‘Allahım, her kim isen, lütfen bana yardım et!’”
“Ben gerçek İsa’yı İslâm’da buldum. Hıristiyanlık İsa’dan nefret etmeme yol açarken, İslâm onu benim için sevimli kıldı.”
ANNEM VE BABAM BİZİ KATOLİK olarak yetiştirmek için gayret gösterdiler, oysa kendileri ibadeti hiç ciddiye almıyorlardı. Dolayısıyla, bu gayretlerinin bizim üzerimizde hiçbir tesiri olmadı. Ben pek dindar biri değildim, ama aile efradımdan hiçbirinin hayatında da dinin gerçek bir etkisi yoktu. Bir tek teyzem Carmelite kardeşlerle birlikte çalışan bir rahibeydi, ama kendileriyle otuz küsur yıl geçirdikten sonra bu tarikatı 1994’te bıraktı. Allah ona İslâm’ın yolunu göstersin. Annemin babası, annem henüz çok küçükken Katolikliğe dönmüş ve dini epeyce ciddiye almıştı. Kendisi ben doğmadan önce ölmüş; bu yüzden, onun nasıl yaşadığını bilmiyorum. Tahminimce, işte ondan dolayı annem dindar insanlara saygı duyuyordu, ama kendisi dini hiç yaşamıyordu. Benim İslâm’ı kabul etmemden çok kısa süre önce, bana İslâm’ın dünyanın büyük dinlerinden biri olduğunu söylemişti. İslâm’ı hakkıyla incelememi ve onda sabitkadem olmamı da söyledi. İslâm’ı kabul etmekle hayal kırıklığına uğramamamı, onu bir müddet yaşayıp da ondan vazgeçmememi de tavsiye etti. Onun işaret ettiği en hayret verici şey, bir Hindu olursam beni öldüreceğini söylemesi olmuştu. Eminim ki böyle bir niyeti vardı!
Şunu söylemem gerekiyor: İslâm’ı kabul etmezden önce, ben Hıristiyan değildim. Henüz on yaşımda bile değilken, beşinci sınıfta Allah’ı reddettiğimi çok net hatırlıyorum. Biz öğle yemeklerinde dua etmeyi bir âdet olarak yapıyorduk ve sınıftaki çocuklar doğru olduğuna inandıkları biçimde dua ediyorlardı. Kimisi ellerini göğüsleri üstüne koyuyor, kimisi diz çöküyor, arkadaşlarımdan biri de kollarını başının üzerinde tutarak dua ediyordu. Yine de, herkes dua için aynı resmî sözleri söylemeye çalışıyordu. Yaptığımız duanın sözleri hatırımda değil, ama buna inanmadığımı, kendi kendime Allah’ın olmadığını düşündüğümü hatırlıyorum. Bu nedenle, on yaşındayken, yalnızca Katolik Kilisesini ve Hıristiyanlık adına herşeyi değil, Allah’ı da inkâr ediyordum. Allah’ın varlığı düşüncesi, üniversitenin ikinci sınıfında bulunduğum ondokuz yaşıma kadar, cidden düşündüğüm birşey olmamıştır.
İslâm’a dönen bazı kişiler, kendilerinin önceden de maneviyatçı insanlar olduklarını belirtirler, ama ben kesinlikle öyle biri değildim. Bana göre, Allah, beş harflik bir kelimeden öte birşey değildi! Din, tahammül edebileceğim en son şeydi. Kilise kurumunun batıllığından nefret ediyordum. Allah’ın varlığını reddedişimden bir yıl sonra din dersinde öğretmenimiz kilisenin bizim için ne anlama geldiğini bize sormuştu. Ben kilisedeki sunağın önünde durup da insanlara içkinin kötü bir alışkanlık olduğunu söyleyen sarhoş bir papaz tasviri yaptım. Bu Hıristiyanların Allah’a ibadet etmeye çalıştıklarını, ama takip edecekleri yol gösterici ilkelerden mahrum olduklarını biliyordum. Birinci sınıftayken, bir kiliseye veya katedrale gittiğimizde korkuyla karışık bir saygıyla dopdolu olduğumuzu hatırlıyorum. Bu ortam bize endişe telkin ediyordu, ama bunun etkisi biz büyüdükçe yavaş yavaş azaldı.
Allah beni affetsin, hangi mezhebi veya tarikatı olursa olsun, Hıristiyanlığın sunduğu Hz. İsa imajı bende nefret uyandırıyordu. İsa aleyhisselam kuzu gibi zayıf bir adam, hatta âdeta bir hippi gibi takdim ediliyordu. Bizden Hz. İsa’ya insanı hidayete götürücü bir önder olarak bakmamız isteniyordu. Oysa, değersiz ve faydasız bir İsa versiyonu çizdikleri için, gerçek İsa imajını kendileri mahvediyorlardı! Ben, mü’minlerin önderi ve gerçek bir insan, bir nümune-i imtisal, takipçisi olmakla övünülecek bir sevgi peygamberi olarak gerçek İsa’yı İslâm’da buldum. Hıristiyanlık İsa’dan nefret etmeme yol açarken, İslâm onu benim için sevimli kıldı.
İlk Uzlaşmadan, bir başka deyişle günah çıkarmamızdan sonra, papaza hangi günahları işlediğimizi söylemez hale geliyor ve Allah’tan günahlarımızın affını istemiyorduk. On yaşındaki bir çocuk neyin günah neyin ise günah olmadığını hakkıyla bilemezdi; ama papaz bize hep ne kadar günahkâr olduğumuzu söylediğinden dolayı, birkaç Hail Mary seansından kurtulmak için, papaza söylenecek günahlar uydurmaya başladım. Günahımızı itiraf etmek için günah işlemek zorunda olmak acınılası bir hal değil midir? Allah’a tevbe etme yönünde en ufak bir arzu içimde yoktu gerçekte; bu, sırf papazın önünde aptal görünme endişesinden kurtulmak içindi.
Ben dokuzuncu sınıftayken, ateşli tartışmalardan ve sert sözlerden sonra, beni bir Noel ayini için şehre gitmeye zorladılar. Bulunduğumuz yer, Avustralya’nın Yeni Güney Galler eyaletinde, en yakın şehrin bizden yirmi küsur kilometre uzakta olduğu, 2.500 nüfuslu bir beldeydi. Gittiğimiz kilisede, insanların dışarıya da taştığı muazzam bir kalabalık vardı. Ben çimlerde oturdum ve bir an önce eve döneyim de yüzmeye gideyim diye, bu sıkıcı bir saatin bir an önce bitmesini bekledim.
Onikinci sınıfta, din dersine, okul müdürü giriyordu ve koca bir yıl boyunca sınıfa geldiği gün sayısı bir elin parmaklarını geçmedi. Lise final sınavlarına yaklaştığımız günlerde, sınıfımızın Allah’ın varlığı konusunu onunla tartıştığını hatırlıyorum. Bu okul, bir Katolik okuluydu! Allah’ın benim için neden pek birşey ifade etmediğini anlamak zor değildir.
Melbourne’de üniversite eğitimine başladığımda, Çince olarak verilen bir İş İdaresi dersine de kaydımı yaptırdım. İlk yıl içinde Çince’de gerçekten mükemmel bir seviyeye geldim, 1990-91 yaz mevsimindeki sömestr tatilinde,* bir burs kazanıp üçbuçuk aylığına Pekin’e gittim. İlk kez Müslümanlarla karşılaşmam, ben Çin’deyken oldu. Okuduğumuz üniversitede ikiyüzden fazla ülkeden gelen binin üstünde öğrenci vardı. Sınıfımda, önümdeki sırada Pakistanlı bir kız oturuyordu, ama din konusu hiç konuşulmuyordu. İçip sarhoş olmayı Çin’de öğrendim; bu annemin ve babamın bilmiş olsalar çok şaşıracakları bir husustu. Her gün içiyordum. Çin, açıkçası, eğlenceliydi; ama din konusu da kafamın çok uzağında değildi.
Çin’de kaldığım dönemin son günlerinde, bir öğrenci gezisine katıldım. Bize Şanghay, Kanton, Kuzey Doğu veya Orta Batı olmak üzere gidilecek dört yer seçeneği sunulmuştu. Ben Orta Batıdaki Sincan’ı seçtim, zira maddî imkânlarım ancak buna kâfi geliyordu. Bunun, benim İslâm’a olan yolculuğumun başlangıcı olacağını nereden bilebilirdim ki?
Bu yolculuğa katılan yirmi küsur öğrencinin hemen hemen yarısı Müslüman idi. İçlerinde Pakistanlılar, Bangladeşliler, Suriyeliler ve bir de Sri Lankalı vardı. Yolculuk esnasında bizimle beraber olan Nepalli Hindularla din konusunu tartıştık. Araplar haşin bir üslupla ve ısrarla yalnızca bir tek Allah’ın var olduğunu söyleyip duruyorlardı. Nepalli ise, her çocuğa bir Hindu papazı tarafından doğum sırasında verilen milyonlarca ilahın bulunduğunu övüne övüne söylüyordu. Hindu’nun fikrinin tamamıyla saçma olduğunu düşündüm, ama Allah ve din konusu hâlâ daha beni ilgilendirmiyordu.
Bununla birlikte, dillere ilgi duydum; bu sebeple Suriyelilere Arapça’yı nasıl okuduklarını sordum, zira Arapça’nın sesli harfler olmaksızın yazıldığını duymuştum. İletişimin zor olduğunu gördük, zira hepimiz Çince konuşuyorduk; iletişimde kopukluk oldu. SriLankalı Müslüman İngilizce de konuşabiliyordu ve Tamilce-Arapça bir kitaptan fetha, kesre ve dammenin fonksiyonlarını harfler üzerinde göstererek bana izah etti. Çin seyahati boyunca namazlarını eda eden tek Müslüman da o idi. Onun adını öğrenemedim.
Daha sonra, Pekin’den giderek Sincan’a vardığımızda, trenden inip otobüse binmemiz icap etti, iki büyük bavulum olduğu için, onları taşımada biraz güçlük çekiyordum. Suriyeliler arasından biri, New Yorklu bir İtalyan mafya patronu gibi duruyordu. Kendisi Arap olduğundan, onun tehlikeli bir terörist olabileceğini düşünüyorduk. Bu tehlikeli adam beni kurtarmak için geldi ve bana birşey sormaksızın ağır bavulumu alıp otobüse kadar taşıdı. Onun peşisıra gittim, otobüsten içeri girdim, beni gördüğünde, koltuğunun yanındaki boş yeri eli ile şaplatarak bana Çinçe “King zuo!,” yani “Lütfen otur!” dedi. Böyle bir durumda bu daveti nasıl reddedebilirdim ki? İşte bu, edindiğim en içten arkadaşlıklardan birinin başlangıcı oldu. Otele kadar bütün yol boyunca konuştuk ve seyahatin geri kalan kısmında birbirimizden hiç ayrılamadık.
Yolculuk bir hafta kadar sürdü ve Sincan civarındaki gezimizin son gününde seyahat rehberimiz bizden Camia Mescidi veya Mezartaşları Ormanından hangisine gitmek istediğimizi sordu. Öğrencilerin yarısı Müslüman olduğundan, camiyi ziyaret etmeyi tercih ettik; mezartaşları seçeneğine iltifat eden olmadı. Cami yaklaşık bin yıllıktı ve Arapça kaligrafik süslemeleri hariç tutarsak, daha ziyade bir Çin tapınağına benziyordu. Duvarda çok hoş bir desen gördüm ve onun resmini çektim. Yıllar sonra fotoğraf albümümün tozlu sayfalarını karıştırırken ona dikkatle baktığımda, bu desenin bir kelime-i tevhid levhası olduğunu farkedecektim!
İki hafta sonra Çin’den ayrıldım. Suriyeli arkadaşı geride bırakırken, gözlerimden yaşlar dökülüyordu. Onu yalnızca üç haftalığına tanımış, ama dünyadaki herkesten daha çok sevmiştim. Bu arkadaşım Sincan seyahatinden geri döndüğümüzde, yurttaki odasını ziyaret etmemi istemiş ve bana sıcak süt ikram etmişti. Bu, benim daha önce hiç karşılaşmadığım birşeydi. O ve diğer Müslüman öğrenciler bana ikram, cömertlik, karşılık istemeden vermek gibi İslâmî erdemleri gösterdiler.
Aramızda din konusunu neredeyse hiç tartışmadık, ama Müslümanların Nuh’a ve gemisine inandıklarını farkettim. Tuhaftır, Suriyeli arkadaşa bir Arap olarak Yahudilerden nefret edip etmediğini sorduğumda, o “Niçin nefret edecekmişim ki?” diye cevap verdi. Bu kez, Müslümanların ve Yahudilerin dinlerinin birbirine benzediğini ima ettim, o bunu kesinlikle reddetti, oysa onlar bana hemen hemen benzer görünüyordu.
Yeni arkadaşıma olan sevgim, bende Arapça olan herşeye karşı doymaz bir tecessüsün uyanmasına zemin hazırladı. Vatanım Avustralya’ya döndüğümde, Suriyeli arkadaşımdan ve Arapça’ya ilişkin hususlardan hep söz ettim; bu durum, arkadaşlarımı ve ailemi korkutup şaşırtmış olsa gerek. Aylar sonra, o güzel arkadaşım bana Ürdün ordusunda görev yapmış bulunan İngiliz şarkiyatçı Glubb Paşa’nın yazdığı Life and Times of Muhammad (Hz. Muhammed’in Hayatı ve Dönemi) adlı kitabı postaladı. Ekrandaki bir filmin görüntüleri gibi gözümün önünde açılan Muhammed adındaki bu adamın hayat öyküsünden çok hoşlandım. Kitabı bitirdiğimde, Hz. Muhammed’in gerçek bir peygamber olduğuna inanıyordum.
Araplarla ilgili olan şeylere karşı tecessüsüm beni Arap diline ilişkin kitaplar edinmeye yöneltti. Böyle kitaplar bulmak için Victoria Eyalet Kütüphanesine gittim. İlk sayfasında transliterasyon ve tercümesi ile beraber Fâtiha’nın yer aldığı eski bir kitap buldum. Meali okuduktan sonra sûrenin sonundaki duadan öylesine etkilendim ki, Arapça aslı dahil, sayfanın tamamını not defterime kopyaladım! Tecessüsüm beni kendi üniversitemin kütüphanesine de gitmeye yöneltti. Orada bir Kur’ân nüshası buldum. Bir tane bile bulabilmeyi ümit etmezken, rafın tamamında, çeşitli mütercimlerin çevirisiyle elliden fazla Kur’ân meali gördüm. Kapağında dünyanın çeşitli yerlerinden cami fotoğraflarının bulunduğu küçük bir meali aldım. Bu tercümenin Iraklı bir Yahudi olan N. J. Dâvûd’a aitti; bu zât sûrelerin tertibini karıştırmıştı, bu nedenle okunması o kadar zor gelmedi. Ama metnin bazı yerleri kalitesiz baskıdan dolayı okunamıyordu. Bütün bunlara rağmen, kitabı bir kenara atabilmemin imkânı yoktu. Akşam uykuya dalmadan önce onu okuyor, sabah kalkınca da ilk işim onu biraz daha okumak oluyordu. Trende üniversiteye giderken, oradan eve gelirken, hatta ders sıkıcıysa sınıfta bile onu okuyordum! Sınıf arkadaşlarımdan birinin evinde gecelediğimde bile, onu oraya götürüp okuduğumu hatırlıyorum. Benim Kur’ân’dan edindiğim asıl izlenim, ahirete, özellikle cehenneme yapılan vurguydu. Bu tercümeyi okurken, kendi kendime, “Ben Müslüman olmak zorundayım” dediğimi hatırlıyorum.
Hz. Muhammed’e daha önceden inanmıştım, şimdi Kur’ân’a da inanıyordum, artık sırada Allah’a, nice zamandan beri beş harften ibaret gördüğüm bu varlığa inanmak vardı! Bir öğle sonrası annem ve babamla birlikte bir dükkana giderken, onlara Allah’a inanmanın aptalca birşey olup olmadığını sordum. Onlar, kendilerinin de inandığı bir varlığa inanmanın elbette aptalca birşey olmadığını söylediler. Bu cevap beni yüreklendirdi. Ne var ki, bu, benim bütün varlığıma karşı bir meydan okuma demekti; kendimi, yeni ve neredeyse yabancı bir maneviyat ile cedelleşir halde buldum. Allah’a inanmanın güzel birşey olduğunu düşünüyordum, ama bunu yapmış olmakla İslâm’ı benimsemiş mi olacaktım? Bunun üzerine, Kitab-ı Mukaddes’i okumaya karar verdim. Bu iş öylesine kasvetli geldi ki, Sayılar veya Krallar bölümünden öteye geçemedim. Kur’ân’ın sahip olduğu kudret Kitab-ı Mukaddes’te yoktu. Sonra, annemden, beni Latin kilisesindeki ayine götürmesini rica ettim ve burayı sevdim. Latin kilisesindeki ayinde ritüel ve şekilcilik had safhadaydı, ama Latince’den dolayı büyük bir coşku içindeydim. Hiçbir şey anlamıyordum, ama kendimi Allah’a daha yakın hissediyordum. Ne var ki, orada gerçekten Allah’a ibadet etmek isteyen pek az insan olmalıydı. Burası, şehrin katedraliydi ve ben içimde korkuyla karışık bir saygı hissediyordum. Daha sonra, bu katedrali kız arkadaşımla beraber ziyaret ettiğimi ve gözyaşlarımı zor tuttuğumu hatırlıyorum. Ama bu ilgi, çabuk başladığı gibi, çabucak sönüverdi. Hâlâ daha, eksik kalan birşeyler vardı.
Daha sonra, kız arkadaşımın annesi bir Katolik ilköğretim okuluna müdür oldu. Buradaki cemaat öylesine sulu, ilkesiz ve modern idi ki, neredeyse kusacağım geldi. Ayin, dört yaşından küçük çocukların ortada oturduğu, dairevî biçimde sıralanmış sandalyelerin bulunduğu bir salonda icra ediliyordu. Şarkılar öylesine çocukça idi ki, bundan tiksinti duydum. Bu, Allah’a ibadet değil, kalitesiz bir şakaydı olsa olsa! Derinlemesine düşündüğümde, çocuk yaşta Katoliklikten ümit kesmeme sebep olan noktanın bu olduğunu hatırladım.
İslâm, Arapça ve Hz. Muhammed hakkında öylesine çok şey öğrenmiştim ki, Müslümanlara İslâm’a dair daha çok soru sormam gerektiği kanaatine vardım. Maamafih, bulunduğum muhitte tek bir Müslüman tanımıyordum, kentte bir camiye de rastlamış değildim. Fakat, üniversitede aldığım derslerden birinde, Güney Afrikalı tesettürlü bir kız gördüm, sormak istediğim soruları bu Müslüman kıza sorabilirdim, ama ziyadesiyle çekingendim. Başkalarının da benim gibi çekingen olduğunu, dinleri hakkında soracağım soruların onları inciteceğini düşünüyordum. Şükür ki, herkes öyle değilmiş. Sözünü ettiğim derste, ödevimizi ikili gruplar halinde yapmamız gerekiyordu, ve Allah bu Müslüman kızın benim ödev arkadaşım olmasını nasip etti. Ödevin bitmesinden sonra bir gün fakülte kantininde kendisine yaklaştım, mahcup bir edayla ve sessizce İslâm’a dair bazı sorularıma cevap verip veremeyeceğini sordum. Onun cevabı beni şaşırttı: “Elbette! Neyi bilmek istiyorsunuz?”
Bu kız, bizimle aynı üniversiteden, araştırmamda bana yardımları dokunan, biri Avustralyalı, diğeri de Türk iki hanımla daha tanışmamı sağladı. O günlerin birinde, üniversitedeki İslâm Cemiyeti Çağrı filmini gösterecekti, ben de filmi izlemeye gittim, ama maalesef fırtına yüzünden elektrikler kesildiği için filmi sonuna kadar izleyemedim. Filmin gösterildiği salonda ağlıyordum. Hz. Muhammed’in sahabilerinin imanlarını ilan etmek üzere Kâbe’ye girişlerini temsil eden sahneden çok etkilendim. Ertesi gece bir rüya gördüm; uyandığımda, aynen sahabilerin telaffuz ettiği şekilde, dudaklarımdan “Lâ ilâhe illâllah, muhammedün resûlullah” sözleri dökülüyordu. Okulda Güney Afrikalı kızı aradım; ona bu rüyayı anlatacaktım. Bu kız beni babası ve erkek kardeşiyle tanıştırdı. Onların çok yardımını gördüm. Kızın eniştesi Melbourne’de seçkin bir imamın oğluydu. Onlar, yıl sonu sınavlarının bitiminden sonra, beni şehir merkezinde iş günü akşamlarında yapılan bir gençlik toplantısına davet ettiler. Bekleyemedim; hemen o hafta beni oraya götürmelerini istedim.
İlk kez oraya gittiğimde, erkeklerin namaz kıldığını gördüm. Kılınan namazı kilisedeki yapılan ibadetle mukayese ederek, namazın Allah’a kulluk için doğru bir yol olduğu kanaatine vardığımı hatırlıyorum. Namazdan sonra bir kişi yüksek sesle bir kitaptan bölümler okudu. Kitabın başlığını ve yazarını hatırlamıyorum, fakat biliyorum ki, benim Allah’a imanımı perçinleyen şey bu kitabın okunmasıydı. Kitaptan okunan kısımda özetle şu söyleniyordu: İmansız biri, hayatı boyunca ona yardım edip onu koruyan rızkını temin eden, kullarına karşı şefkatli, Vedûd bir Rabbin varlığından gafildir. Bu sözleri duyduğumda, vücudumun atom atom parçalanıp kâinatın her tarafına yayılmış gibi hissettim. O an kendimi öylesine yalnız ve boş hissettim ki, başımın ümitsizlikten arkaya doğru eğildiğini hissettim. Okunan pasaj şöyle devam ediyordu: Mü’minin için ise, ona her an yardım ederek onu koruyan ve ona rızk veren, şefkat eden, Vedûd bir Rabbi vardır.** İşte o noktada da bütün o dağılmış atomlar kâinatın her tarafından koşup geldiler ve tekrar birleştiler. Allah’ın gerçekten var olduğuna artık kanaat getirdim! Öyleyse, İslâm’ı kabul etmek zorunda olduğumun farkındaydım.
Gençlik grubundaki Müslüman arkadaşlarım, benim için ertesi Cuma akşamına bir ihtida partisi düzenlemek istediler, ama bu gerçekleştirilemedi. Babamın Brisbane’deki Hava Kuvvetleri üssüne nakli çıktığından, babamın arkadaşlarının düzenlediği veda partisine katılmak durumundaydım. Bu da, Müslümanların davetinde bulunamayacağım anlamına geliyordu. Ben de annem ve babamla beraber taşınmak ve, dostlarımın ve meslektaşlarımın soracakları bütün zor sorulardan uzak durup bir Müslüman olarak yeni bir hayata başlamak istiyordum. Ertesi hafta Brisbane’a taşındık.
Artık Brisbane’da arkadaşlardan ve onlarla temastan mahrumdum, yanımda İslâm’la ilgili elkitaplarından öte birşey yoktu. Birkaç haftamız yeni evimize yerleşmekle geçti. Evimiz Hollanda Parkı Camisinin yakınındaydı (o zaman Brisbane’da yalnızca dört cami vardı, onlar da birbirinden uzaktı) ve zamanımın çoğunu İslâm’ı öğrenmek ve namaz kılmaya çalışmakla geçiriyordum. Noel tatilinde iki haftalığına sahile gittik, ve burada da hemen hemen aynı şeyleri yaptım.
Ben İslâm’a girmezden bir hafta kadar önce, Melbourne’den bir sınıf arkadaşı, tatilde beni ziyaret etmek için Brisbane’e geldi. Benden, yakındaki bir lisede düzenlenen, başka bazı arkadaşlarının da katılacağı bir dans partisine kendisiyle gitmemi istemişti. İki bin kilometre uzaktan beni ziyarete geldiği için, onunla birlikte gittim. Oradaki dans ve eğlenceden bir hayli sıkıldım, böylesi şeyleri oldum olası sevmezdim zaten. Bir saat kadar sonra, orkestra içinde bize şarkı söyleyen adam, o gece orada niye toplandığımızı söylemeyi de unutmadı ve “Haydi, sıradaki şarkıyı da İsa için söyleyelim” dedi! Ve peşisıra, İsa’nın bizi nasıl kurtardığını anlatan aptalca bir disko rap şarkısını söylediler! Kahroldum.
Aynı gece geç vakit eve döndüm ve evimizin arka bahçesindeki havuza girdim. Sadece gözlerim ve burnum dışarıda kalacak şekilde havuza dalıp, gökteki yıldızlara uzun uzun baktım. Kendi kendime şöyle dedim: “Allahım, her kim isen, lütfen bana yardım et!”
Birileriyle yeni inancımı konuşmaktan inanılmaz derecede sıkılıyor ve ümitsizliğe düşüyordum. Bu sebeple, birkaç Müslümanla karşılaşabilmek umuduyla camiye doğru yürüdüm. Yirmi dakika kadar yürüdüm, ama şeytan bu işi unutmamı söyledi, dönüp eve geldim. Camiye duyduğum yaman cazibe, ertesi gün beni tekrar doğru yola iletti, ama ne yazık ki öğleden sonra saat üçe orada kimsecikler yoktu. Ben tam ayrılmak üzereyken, Lübnanlı bir kardeş camiye geldi ve bir yardıma ihtiyacım olup olmadığını sordu. Ona, İslâm hakkında konuşmak istediğimi söyledim. Benden kendisini takip etmemi istedi ve sonra beni caddenin yukarı taraflarında beş-altı kadar genç Müslümanın kaldığı camiyle irtibatlı eve götürdü götürdü. Burada beni başka bir Avustralyalı kardeşle tanıştırdılar. İslâm hakkında konuşacak birini bulma arzum sonunda gerçek oluyordu!
Ertesi gece, 21 Ocak 1992’de imamın huzurunda kelime-i şehadet getirip İslâm’ı kabul ettim ve azamet ve kibriya sahibi olan Allah’ın kulu anlamında “Abdulazîm” ismini aldım.